© Yeni Arayış

Polonya'da TVP vakası: Devletin televizyonu, iktidarın borazanı

PiS’in TVP üzerindeki kontrolü kaybettiğinde verdiği tepkileri, otoriter iktidarların demokrasiyi nasıl araçsallaştırabildiğinin çarpıcı bir örneği olarak değerlendirmek gerekiyor.

Polonya’da yaşananlar, sandığın ötesini düşünmeden inşa edilen her rejim ya da sistemin, zamanı gelince muhalifleri harcamakta kullandığı silahlarla yüzleşeceğini gösteriyor. O zaman geldiğinde "Nerede bu demokrasi?" diye ağlaşan siyasal İslamcı, Avrupalı ya da ABD'li bir neofaşiste sırtını dönmek tüm demokratlar için insani bir sorumluluk, hatta görevdir.

Dünya ölçeğinde demokrasiler, hayli tehlikeli bir süreçten geçiyor. Aşırı sağcı/popülist partiler; ABD, Fransa, Hollanda, Almanya, İtalya, İsveç, Türkiye ve daha birçok ülkede ya iktidarda ya da söylem ve politikalarıyla siyasetin merkezini kuşatmış durumdalar. Siyasal İslamcı ya da Avrupalı neofaşist siyasi yapıların tümü iktidar gücünü ellerinde bulundurdukları süre içerisinde, muhalif politikacılara ve toplumsal kesimlere tabiri caizse kan kusturuyor, demokrasiyi yok sayıyor ve yargıyı kontrollerine alarak, muhalifleri sindirmek için "silah" olarak kullanıyorlar. İktidarı kaybettiklerindeyse hızlı bir şekilde yeniden "özgürlük için mücadele eden demokratlar"a dönüşüyorlar. Hatta iktidarda iken muhaliflere çektirdikleri eziyetin binde birine dahi maruz kaldıklarında utanmazca, "Nerede bu demokrasi?" diye sızlanıp, isyan ediyorlar. Ülkeler, bu meşum ve ahlâksız siyasi yapıları silkeleyip üzerinden atamazsa bir süre sonra maalesef nepotizm, kleptokrasi ve oklokrasinin karışımı olan hibrit bir kötülükle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Bununla birlikte birbirlerinin mütemmim cüzü olan nepotizm, kleptokrasi ve oklokrasinin birlikte hüküm sürdüğü ülkelerde, günlük yaşamın her alanını gasp eden, eş/dost, akraba ilişkileri üzerinden şekillenen sapkın bir monarşinin türemesi tesadüf olmuyor elbette. Doğal seyri gereği bu yolculuk despotizmde sona eriyor. Bu arada, siyasi muktedirler ve sermayedarlar, ülkenin milli servetini yağmalarken, vatandaşın payına acı, gözyaşı ve sefalet düşüyor.

Gelelim yazının konusuna. 2023 yılı sonbaharında Polonya’da gerçekleşen parlamento seçimleri yalnızca bir iktidar değişimini değil aynı zamanda Avrupa’da yükselen aşırı sağcı/popülist dalganın tökezlemesini simgeliyordu. Sekiz yıldır ülkeyi yöneten aşırı sağcı Hukuk ve Adalet Partisi (PiS), bu seçimle birlikte iktidarı kaybetti. Seçimden zaferle çıkan liberal-muhafazakâr politikacı Donald Tusk liderliğindeki muhalefet bloğu, yeni bir sayfa açmayı vadetti. Ancak bu sayfanın ilk paragrafı yazılırken yaşananlar, PiS’in demokrasi anlayışı hakkında derin bir sorgulamayı beraberinde getirdi. İktidardayken devlet içerisinde hunharca kadrolaşan, partili olmayan bürokratları ya da yöneticileri koltuklarında hızla buharlaştıran PiS, seçimi kaybettikten sonra yeniden "demokrat" oluvermişti.

Hikâye şöyle başlıyor: PiS’in 2015 yılında yeniden iktidara gelmesinin ardından kamu yayıncısı TVP (Telewizja Polska), bağımsız bir medya organı olmaktan hızla çıkıp, aşırı sağcı partinin borazanına dönüştü. Herkesin malumu, bu durum bize pek yabancı değil. TRT'nin de hali ortada. PiS hükümeti, kamu yayıncılığını halk hizmeti değil bir propaganda aracı olarak yeniden yapılandırırken, iktidarı eleştiren gazeteciler görevden alındı ve muhalefet temsilcilerine kamu ekranı kapatıldı. Bunun yerine milliyetçi-muhafazakâr söylemlerin, göçmen düşmanı propagandanın ve AB karşıtı mesajların yoğun biçimde yer aldığı bir yayın politikası benimsendi. Muhalif politikacılar, TVP'nin kapısından geçemezken, neofaşist ideologlar, ırkçılar ve popülist belirsizler kanalın koridorlarında cirit atmaya başladı.

Bununla birlikte seçim dönemlerinde durum daha da vahşileşti. Polonya'yı dışarıdan takip eden bağımsız medya gözlemcilerine göre, TVP’nin seçim yayınlarında muhalefet partileri hakkında olumsuz ve saldırgan içeriklere sistematik olarak yer verilirken, muhalefetin adayı Donald Tusk, neredeyse bir "devlet düşmanı" olarak resmedildi. Avrupa Komisyonu ve uluslararası medya örgütleri, TVP’nin PiS lehine taraflı yayıncılık yaptığını defalarca rapor etti fakat kimin umurunda? Seçim süresince PiS yetkilileri, TVP'yi muhalefete karşı adeta bir lav silahı gibi kullanmaya devam etti. Kanalda yayımlanan programlar, muhaliflere ateş püskürüyordu ancak PiS ve yancıları için korkulan oldu, seçimi muhalefet bloğu kazandı. Sonra ne oldu peki? Seçim sonrası Tusk hükümeti, hemen "kamu kurumlarında reform süreci"ni başlattı. Bu reformların merkezinde, elbette ideolojik kadrolaşmanın zirve yaptığı devlet medyası vardı. Aralık 2023’te TVP'nin tümü PiS yandaşı olan yönetimi görevden alındı, binaya polis gönderildi ve yayınlar geçici olarak durduruldu. Yeni hükümet, "devleti partinin kontrolünden kurtarma" vaadini hayata geçiriyordu. PiS, bu duruma pis bozuldu elbette. "Demokrasi olan bir ülkede bu nasıl olabilir?", "Kendi halinde kamu yayıncılığı yapan bir kanala bunlar nasıl yapılabilir?" falan gibi ucuz ve sahte çıkışlar yapmaya başladılar ama insanlar bu doymak bilmeyen, salt nefret ve hırstan müteşekkil faşistlerin hayatlarının yalan söylemek ve o yalanı devlet politikası haline getirmeye çalışmaktan ibaret olduğunu anlamıştı artık.

Yeni hükümetin, devlet kurumlarının üzerini kaplayan neofaşist müsilajı temizlemek için başlattığı operasyonlara yeni muhalefet PiS cephesinden gelen tepkiler şaşırtıcıydı. TVP binasında oturma eylemi başlatan PiS milletvekilleri, ulusal ve uluslararası kamuoyuna seslenerek, "Bu bir darbedir!", "Demokrasi ayaklar altına alınıyor!", "İnsanlar keyfi şekilde işten atılıyor!" falan gibi ipe sapa gelmez, bir o kadar da komik açıklamalar yaptılar. Sekiz yıl boyunca meşhur tabirle demokrasinin "içinde geçen", önüne gelen muhalifi "vatan haini" olmakla itham edip haysiyet cellatlığı yapan Polonyalı faşistler, birden bire hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu ve medya özgürlüğünü hatırlamıştı.

Bu süreçte, Macaristan’da çok sayıda irili ufaklı medya organı para bulamadığı için kapanırken ve binlerce muhalif medya emekçisi ekmeğini kaybederken, hükümete yakın –medya organı demek istemiyorum- şeylerin sayısında patlama yaşandı. Buna ek olarak bölgesel yayın yapan onlarca basın kuruluşu da yine hükümete yakın iş insanları tarafından satın alındı. Orban türü adamların ellerinde sanki bir "Faşizm Kullanma Klavuzu" var ve hepsi aynı yoldan ilerliyor. İlk ve en sert şekilde saldırdıkları alanlar, eğitim ve medya oluyor.

İroninin Doruk Noktası

PiS’in bu söylemi, elbette uluslararası gözlemciler tarafından müstehzi bir gülümseme ve derin bir ironiyle karşılandı. Zira yıllardır muhalif gazetecilerin kovulmasına, medya organlarının PiS çizgisine çekilmesine ve yargı bağımsızlığının aşındırılmasına neden olan bir iktidarın şimdi mağduriyet ve demokrasi söylemi üretmesi, yapış yapış bir samimiyetsizliğin tipik örneğiydi. Medya uzmanları bu durumu, "otoriter eğilimlerin kendi kurduğu düzende mağdur rolüne bürünme çabası" olarak tanımladı. Hep böyle oluyor. Otoriter iktidarlar, muhaliflerin hayatını cehenneme çevirmek için çıkardıkları yasalara kendileri muhatap olunca, kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıyorlar.

Bu kapsamda, PiS'in "Ülkede demokrasi var, insanları işten atamazsınız" şeklindeki açıklamaları, aslında Avrupa genelinde tanık olduğumuz ahlâksızlıkta sınır tanımayan, aşırı sağcı/popülist stratejilerin yansımasıydı. Demokrasi yalnızca kendi lehlerine işlediğinde savunulmaya değer görülüyor; aksi durumda yaşananların tümü “darbe”, “dış güçlerin oyunu” ya da “gayrimeşru müdahale” olarak yaftalanıyor bu "PiS" ruhlu insanlar tarafından.

Polonya örneğini, aslında Macaristan’dan Türkiye’ye, İtalya’dan Sırbistan’a kadar birçok ülkede gözlemlenen bir yapının tezahürü olarak değerlendirebiliriz.

Macaristan'ın maharetli faşisti Orban

Tam yeri gelmişken konuya kısa bir ara verip ve biraz da neofaşist Viktor Orban’ın Macaristanı'ndan bahsedeyim. Orban, ülkede öylesine derin bir yolsuzluk ve rüşvet ağı oluşturdu ki bazı sosyologlar bu durumu, “mafya devleti” ifadesiyle eşleştiriyor. “Mafya devleti” tanımlaması, esasında Orban’ın aile, arkadaş ve parti çevresinden iş insanlarının, çoğunlukla kirli ve şeffaf olmayan yollarla zenginleşmelerine işaret ediyor. Orban, iktidarı ele geçirdiğinden bu yana tüm muhalif kesimlerin sesini bastırarak yönetmeye devam edebileceği bir sistem kurmayı hayâl ediyordu. Buna da bir ara meclisi by-pass eden kararnameler düzeniyle ulaştı. Tam da bu nedenle bugün Macaristan’da en fazla konuşulan şey “yolsuzluk...” Örneğin, Orban’ın damadının, AB’nin projeler için gönderdiği 40 milyon euroyu çeşitli dalavereler çevirerek yutmuş olması, gündemi yoğun şekilde, uzunca bir süre meşgul etmişti. Özü itibarıyla Orban’ın partisi, ülkenin yağmalanmasına aracılık eden organize hırsızlık çetesi benzeri bir yapı görüntüsünde. Orban'ın yeni düzeni, gazetecilere bol bol mahpusluk vadediyor. Hükümetin kontrolündeki yargının, hapis cezalarını büyük bir keyifle vereceğine dair şüphe yok. Kapatılan muhalif gazetelerden, susturulan radyolardan ve işten atılan binlerce basın emekçisinden bahsetmiyorum bile. Bundan birkaç yıl önce uygulamaya konulan, ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı ve hükümet görevlilerine basın hakları üzerinde istediği kadar tepinebilme yetkisi tanıyan yasa, medya üzerinde zaten “tam denetim” dönemini başlatmıştı. Bu süreçte, Macaristan’da çok sayıda irili ufaklı medya organı para bulamadığı için kapanırken ve binlerce muhalif medya emekçisi ekmeğini kaybederken, hükümete yakın –medya organı demek istemiyorum- şeylerin sayısında patlama yaşandı. Buna ek olarak bölgesel yayın yapan onlarca basın kuruluşu da yine hükümete yakın iş insanları tarafından satın alındı. Orban türü adamların ellerinde sanki bir "Faşizm Kullanma Klavuzu" var ve hepsi aynı yoldan ilerliyor. İlk ve en sert şekilde saldırdıkları alanlar, eğitim ve medya oluyor.

Polonya'ya dönelim. PiS’in "çelişkili demokrasi" söylemi, bir kez daha şu gerçeğin varlığını tespit etmemizi sağlıyor: Demokrasi, yalnızca seçimle sınırlı bir sistem değildir. Mesela, ''Demokrasi menzile varınca inilecek bir tramvay'' da değildir. Medya özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, sivil toplumun varlığı ve güçler ayrılığı gibi temel unsurlar olmadan, seçim sonuçları tek başına demokrasinin varlığına işaret edemez, etmiyor da zaten. Polonya halkı, PiS'in medya ve hukuk kurumları üzerindeki kontrolünü reddederek sandıkta bir mesaj verdi. Böyle bir mesaja ihtiyacı olan başka ülkeler de var ancak bu mesajın hayata geçirilmesi, yalnızca yeni bir iktidarın değil aynı zamanda yeni bir siyasi kültürün inşasını da gerektiriyor. Bu kültürün; çifte standartlardan arınmış, samimi ve ilkeli bir demokrasi anlayışı ile inşa edilmesi gerekiyor.

Sonuç olarak, PiS’in TVP üzerindeki kontrolü kaybettiğinde verdiği tepkileri, otoriter iktidarların demokrasiyi nasıl araçsallaştırabildiğinin çarpıcı bir örneği olarak değerlendirmek gerekiyor. Çünkü, demokrasiye gerçek anlamda inananlar, yalnızca muhalefette değil iktidardayken de çoğulculuğu ve ifade özgürlüğünü savunur. Polonya’da yaşananlar, sandığın ötesini düşünmeden inşa edilen her rejim ya da sistemin, zamanı gelince muhalifleri harcamakta kullandığı silahlarla yüzleşeceğini gösteriyor. O zaman geldiğinde "Nerede bu demokrasi?" diye ağlaşan siyasal İslamcı, Avrupalı ya da ABD'li bir neofaşiste sırtını dönmek tüm demokratlar için insani bir sorumluluk, hatta görevdir.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER