Patriyark ve Guillermo Del Toro’nun Frankestein’ı
KÜLTÜR SANATToplumsal normların sınırına kadar gelip ancak orada kırbaçlanan bu acının öğreteceği çok şey var. Patriyark sınıflı toplumun, kapitalist ilişkilerin ve insanlığın icat ettiği en vahşi kurumun yani sömürünün babası olarak kalmaya devam edecek.
Frankestein’i bir korku hikayesi olarak bilirdik. Guillermo Del Toro’nun anlattığı hikaye aslında bir Baba Oğul hikayesi.
Kuran’a göre Adem’in 2 oğlunun kavgası insanlık tarihindeki ilk baba oğul hikayesidir.
Hristiyanların kutsal üçlemesinden ikisi Baba ve Oğuldur.
Antropolojide insanlık kendini anaerkil bir düzende barış içinde tarif eder. Babanın devreye girmesiyle savaşlar başlar.
Anacı düzenin dinginliği Patriyark’ın katılığı ile bir daha durulmayacak şekilde kaybolur.
Bir kadının; Mary Shelley’in anlattığı Frankestein hikayesi insanlığın Baba ile çıktığı tarım toplumu yolculuğunun en yorucu son 200 senesinin başlangıç zamanlarına denk gelir.
Mary Shelley 18 yaşında, henüz 16’sında Percy ile kaçmış, ilk çocuğunu kaybedeli birkaç ay olmuş, ikinci çocuğunu da kısa süre sonra kaybedecek bir kadınken yazıyor bu romanı. Babası William Godwin radikal bir düşünürdü ama ona karşı da mesafeli ve soğuktu; annesi Mary Wollstonecraft öldüğünde o daha 11 günlük bebektir. Yani “baba” figürü onun hayatında hem yok, hem zehir gibi mevcut. Frankenstein’da Victor’un babası Alphonse Frankenstein görünüşte “iyi” bir babadır. Ama işte tam da bu yüzden daha korkunçtur: Çünkü oğul, babanın sevgisini hak etmek için kendini yok eder. Sevgi bile koşulludur; “iyi çocuk” olursan sevilirsin. Victor’un canavar yaratma saplantısı aslında “baba onayı”nı aşma çabasıdır ama ironik olarak aynı şiddet döngüsünü yeniden üretir.
İnsanlık Shelley’in zamanında Prometheus’un Tanrılardan çaldığı ateşten çok daha fazlasını istemektedir. Dünya hiç olmadığı kadar değişmektedir. Buhar makinasıyla başlayan keşifler yüzünü insanın kendi bedenine çevirmiş, o zamana kadar hızlı bir yokoluş anlamına gelen pek çok hastalık basit tedavilerle bertaraf edilir hale gelmiştir.
Modern tıp geçmişte edinilen bilgiyi teknoloji ile çaprazlayarak insanoğluna ilk defa kırılgan insan bedenini korumak için gerçek bir fırsat vermektedir.
Herkesin az çok haberdar olduğu Frankestein hikayesinin sosyokültürel çerçevesi bir çağ dönümünü, insanlık tarihinin belki de en önemli virajını kendine fon olarak kurgular. Hikayenin görünen yüzünde tıbbın simya ile büyü ve sihir ile kesiştiği noktada ölüme çare bulmanın planları yapılmaktadır.
Filmin zahirinde gördüğümüz bu sahte mizansen; anlaşılıyor ki çok zeki bir kadının babalar ve erkeklerin kurduğu “kendini yok eden bu korkunç dünya” için aslında bir dekordan ibarettir.
Bundan önce izlediğim iki filmi hatırlıyorum. Birisi Jane Campion’un Köpeğin Gücü diğeri Lanthimos’un Zavallılar’ı (bizdeki anlamsız adıyla Zavallı Şeyler) Bir kadın ve bir erkek yönetmenin bu hikayelerinde erkeklerin dünyasının alaşağı edilmesinin görkemine şahit olmuştuk.
Mary Shelley/Toro bu temayı alıyor ve diyorlar ki: “Evet, ölümü yenebilirsiniz belki, ama baba şiddetini yenemediğiniz sürece yeni bir canavar doğurursunuz sadece.”
Phil Burbank’in kırbacı, Dr. Godwin Baxter’ın neşteri, Victor Frankenstein’ın iğnesi… Hepsi aynı yerden çıkıyor: “Ben böyle yetiştirildim, ben de böyle yetiştireceğim.”
Patriyark kırık kalpleri değil, kalpleri kıran eli miras bırakır; biz hâlâ o eli öpmekle meşgulüz. Patriyarkla mücadelenin kırdığı kalplerse kırık da olsa atmaya devam edecek.
Guillermo Del Toro’nun yönetmen koltuğunda oturmaktan hiç sıkılmadığına emin olduğum bu hikayenin yazarı yani Mary Shelley Babaların o zalim yüzünü çok yakından tanıyor. Ve oğulların zalim Babaların izinde gitmede ne kadar iştahlı olduklarını iyi biliyor.
Oscar Isaac’in Victor’u, babasının (ya da babasızlığın) gölgesinde ezilen, sonra kendi yarattığı “oğul”a aynı şiddeti miras bırakan bir adam. Canavarın (Jacob Elordi’nin oynadığı) o inanılmaz yalnızlığı, aslında terk edilmiş her çocuğun yalnızlığıdır. “Beni neden yarattın ki sonra yüzüstü bıraktın?” sorusu, Adem’le Şit’in, İbrahim’le İsmail’in, Tanrı Baba ile İsa Oğul’un, hatta Habil ile Kabil’in kavgasına uzanan o kadim sorudur.
Frankestein yani canavarın yaratıcısı olan Frankestein aslında bir canavar olmadığı halde neden herkes canavar deyince onun adını anıyor?
Bu sorunun yanıtı için bir kuşak geriden başlamak gerekiyor. Frankestein’ın babası yani bir başka Frankestein daha var. Oğlunu iyi bir doktor olması için bildiği tek yöntem olan şiddetle eğitiyor. Hayat şiddetle var oluyor. Oğul Frankestein’in yüzünde patlayan çubuğun acısı hiçbir dünyevi zevk ile giderilmeyecek kadar derin. Açılan bu derin yaranın karanlığında dünyanın tüm güzellikleri kaybolup gitmektedir.
Bu yaralarla dolu hayatın bir sonraki kuşağa iyi bir miras bırakması olası mı? Yaratılan canavara sunulan mutsuzlukla dolu hayatın kökeninde miras kalan mutsuzluktan başka bir şey yok.
Dünya pek çok zorluk barındırıyor ve bu zorluklarla baş etmek kimileri için çok daha zor. Bu zorluğu aşmak için çaba harcamanın manasızlığı Mary Shelley’den 100 yıl sonra varoluşçu düşünceye kapı açar.
Ölümle sonlanan zavallı hayatın dertleri o kadar çoktur ki bu dertlerle uğraşmak manasızdır. Ölüm belki de bütün bu anlamsız koşturma içindeki tek gerçekliktir.
Frankestein filmini Guillermo Del Toro’nun ince işçiliği ile bu kadim hikayenin 2025 model görsel sunumu olarak izlense de çok şey kaybedilmez. Ağır efektler ve 3D teknolojisinden çok eski usul sahneler, makyajlar ve görsel oyunlarla filmden alınan zevk artıyor.
Ama bu filmi son sahnedeki Lord Byron dizesine kilitleyen yani “kalp kırık da olsa atmaya devam eder” hüznünü perçinleyen şey filme ritmini veren o döngüsel acı deneyimi.
Babadan oğula, ondan onun oğluna yada bazen karısına, kızına iş arkadaşına hatta hiç tanımadığı insanlara, yoldan geçen birine , trafikte karşılaştığı bir talihsize, onda aşkı bulmaya heveslenen bir genç kıza ulaşan şiddetin deneyimi. Bu ülkede çok daha tanıdık olduğumuz bir deneyim.
Toplumsal normların sınırına kadar gelip orada kırbaçlanan bu acının öğreteceği çok şey var. Patriyark sınıflı toplumun, kapitalist ilişkilerin ve insanlığın icat ettiği en vahşi kurumun yani sömürünün babası olarak kalmaya devam edecek.
Patriyark kırık kalpleri değil, kalpleri kıran eli miras bırakır; biz hâlâ o eli öpmekle meşgulüz. Patriyarkla mücadelenin kırdığı kalplerse kırık da olsa atmaya devam edecek.
İlginizi Çekebilir