Osmanlı–İngiltere ilişkileri (4): 1869: Şatafatın zirvesi
KÜLTÜR SANATSarayın rıhtıma açılan kapıları aralandığında sabahın serinliği içeri girdi. Dışarıda Muzıka-i Hümayun veda için hazır bekliyordu. İlk notaları denizden yankılanan sesleri top atışları izledi. Bir çağ, başka bir çağa yerini veriyordu. Gemiler uzaklaştıkça marşlar azaldı, top sesleri sustu. Russell günlüğünü: “İstanbul’dan ayrılırken ardımızda yalnızca top sesleri değil, bir çağın yankısı kaldı” diye bitirecekti.
1869’da İstanbul artık bir güç oyunları şehriydi. Kırım Savaşı sonrası dengeler değişmiş, Fransa zayıflamış, İngiltere Doğu’daki başlıca müttefik haline gelmişti. Şehir, Avrupa’nın diplomatları, casusları ve gazetecileriyle doluydu. Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla İstanbul, Londra ile Bombay arasında yeni bir kavşak oldu. 1868 sonu kanalın açılış törenine katıldıktan sonra Prens Edward ve karısı Prenses Alexandra’nın İstanbul gezisi bu önemi mühürlemesi bakımından önem taşır. Sıradan bir ziyaret değil, jeopolitik bir sahneleme olan bu ziyaret ile İngiltere, Hindistan’dan Mısır’a uzanan yeni ticaret yolunu medeniyet rotası olarak sunarken Osmanlı ise hâlâ Avrupa’nın parçası olduğunu göstermek istiyordu. Zira Kırım Savaşı’nın ardından sarayın iç odalarında İngiliz bankerlerle borç anlaşmaları konuşuluyordu.
Prens Edward ve beraberindekilerin İstanbul gezisi böyle bir atmosferde gerçekleşiyordu. Sultan Abdülaziz, 1867’de Londra’da gördüğü ihtişamın karşılığını vermek için her şeyi seferber etmişti. Dolmabahçe ve Beylerbeyi sarayları yenilendi. Duvarlar mücevherli aynalarla, tavanlar Paris’ten getirtilen avizelerle süslendi. Özel süvariler hazırlandı, Muzıka-i Hümayun’a yeni marşlar bestelendi. Her şey Batı’yı etkilemek, Doğu’yu parlatmak tasarlanmıştı. Ne var ki, Abdülaziz’in şatafatı bir yanıyla kendi içindeki eksikliği örtmek ister gibiydi. Dolmabahçe’nin aynalarında, artık sona yaklaşan bir imparatorluğun kendine bakışı vardı.
Top Sesleri Arasında Karaya Çıkış
Kafileyi taşıyan İngiliz Kraliyet Donanması’na ait Ariadne adlı gemisi Nisan ayının ilk sabahı Boğaz’a giriş yaptı. Psyche ve Racer adlı iki savaş gemisi daha ona eşlik ediyordu. Galler Prensi’ne eşlik edenler arasında bir gazeteci olan Sir William Howard Russell da vardı. Kırım Savaşı’ndan itibaren The Times muhabiri olarak tanınan Russell, savaş muhabirliğinin öncülerindendi ve bu seyahatin tüm duraklarını izleyip günlüğe kaydetmekle görevlendirilmişti. Onun kaleminden çıkan satırlar, 1869 gezisinin en ayrıntılı tanıklığı sayılacaktı. İstanbul’un silueti belli olmaya başlayınca Russell günlüğüne ilk notunu düştü: “Denizin üzerinde süzülen şehir, minareleriyle bir dua gibi göğe yükseliyor. Sanki Tanrı’nın evi sulara inmiş gibi.”
Ariadne, sabah saatlerinde Dolmabahçe önlerine demir attı. Dolmabahçe’den Sarayburnu’na kadar tüm hat boyunca top atışlarıyla karşılanan gemiler, Boğaz’ı bir tören alayına çevirmişti. İstanbul halkı içinse o sabah, bir deniz alayından fazlasıydı. Bilmedikleri bir dünya kıyılarına yanaşmıştı. Top sesleri yankılandıkça pencerelere çıkan kadınlar, çocuklar ve tüccarlar gördükleri manzarayı nefeslerini tutarak izliyordu.
Prens Edward, gemiden indiğinde onu Ali Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Halil Paşa karşıladı. Saray bandosu, God Save the Queen ve ardından Osmanlı marşını çaldı. Russell o ana, “Prensin ayak bastığı iskelenin çevresi, altın işlemeli sancaklarla donatılmıştı. Boğaz’ın dalgaları bile bu merasime uymak istercesine yumuşamıştı” sözleriyle tanıklık edecekti.
Diğer taraftan Prenses Alexandra’nın zarafeti İstanbul’da büyük ilgi uyandırdı. Dönemin Levanten gazeteleri, onu “deniz rüzgarında parlayan bir kuzey incisi” diye tanımlıyordu. Osmanlı kadınlarıyla İngiliz prensesi arasında modernliğin bakarak öğrenildiği görünmez bir karşılama yaşandı.
Cuma Selamlığı: Dini Ritüel, Siyasi Gösteri
2 Nisan 1869 sabahı, Dolmabahçe Camii’nin önü bir karnaval alanını andırıyordu. Şehrin dört yanından gelen kalabalık, erken saatlerde sahil boyunca dizilmişti. Muzıka-i Hümayun’un çaldığı marşlar denizden yansıyor, kalabalık nefesini tutuyordu. Sultan’ın beyaz atı, lacivert atlas üniforması ve omzundaki nişanlar sabah ışığında parlıyordu. Elinde küçük gümüş bir kılıçla babasının önünde yürüyen Şehzade İzzeddin için kalabalıktan maşallah sesleri yükseliyordu. Bu sahneyi Russell, “Küçük prensin babasının önünde yürümesi, bir hanedanın devamlılığını resmeden en etkileyici sahneydi” sözleriyle not edecekti.
Sofrada Bir İlk
3 Nisan akşamı Boğaz’ın suları koyulaşırken Küçüksu Kasrı kandillerin ışığında bir mücevher gibi parlamaya başladı. Prens onuruna verilecek yemekte ilk defa bir Osmanlı Sultan’ı yabancı kadınlarla aynı sofraya oturacaktı. Abdülaziz’in sağında Prenses Alexandra, solunda Prens Edward svardı. Menü Türkçe ve Fransızca. Olmak üzere iki dilde hazırlanmıştı.
Yemek bitiminde Pertevniyal Valide Sultan, Prenses’i haremde kabul etti. Yanlarında tercüman olarak Madame Mihran vardı. Yüzyılların mahrem mekanı harem o gece yalnızca bir merak mekanı değil, bir diplomasi sahnesine dönüşmüştü. Valide Sultan, Prenses’i zarif bir tevazuyla karşıladı. Küçük fincanlarda kahve içildi, aynalarda iki dünyanın ışığı birleşti.
Pazar Ayini ve Kırım Savaşı’nın Hatırası
4 Nisan sabahının gri İstanbul’unda Pera Anglikan Kilisesi’nde ayin için toplanan kalabalık sessizdi. Prens Edward ve Prenses Alexandra, Rum ve Ermeni cemaatlerin meraklı bakışları altında içeri girdi. Ardından Üsküdar’daki İngiliz Mezarlığı’na gidildi. Prenses Alexandra elindeki çiçekleri Kırım Savaşı’nda ölen askerlerin mezarlarına bıraktı. İstanbul’da İngilizlerin hafıza mekanları oluşmaya başlamıştı.
Naum Tiyatrosu: Avrupa Sahnesi İstanbul’da
5 Nisan akşamı ziyaretin heyecan merkezi Beyoğlu’ydu. Naum Tiyatrosu’nun kapısında at arabaları sıralanmış, içeride kırmızı kadife koltuklar dolmuştu. Sultan Abdülaziz, Prens ve Prenses karşılıklı localarda yerlerini aldı. Sahnede Meyerbeer’in L’Africaine Afrikalı Kadın operası sahneleniyordu. Russell o geceyi günlüğüne, “İstanbul bu gece Avrupa’nın kalbini kendi ritmiyle çaldı” sözleriyle not etti. O gece sanat, siyasetin dili olmuştu. Naum’un aynalarında parlayan ışıklar, Osmanlı’nın modernleşme arzusunu yansıtıyor gibiydi. Avrupa sahnesinde yer almak artık bir lüks değil, bir ihtiyaç halini almıştı.
Kapalıçarşı: Bir Labirentte Kaybolmak
Ziyaretin son günlerinde Prens Edward ve Prenses Alexandra, kimliklerini gizleyerek küçük bir kaçamak yaptılar. Beraberlerindeki birkaç görevliyle birlikte, Bay ve Bayan Williams adını kullanarak Kapalıçarşı’ya gittiler. Dışarıda gürleyen top seslerinden sonra, buranın havası bambaşkaydı.Tütsü kokuları, miskler, altınlardan dağılan yansımalar, kalabalığın mırıltısı.Russell o günü, “Prens ile Prenses, labirent gibi sokaklarda kaybolmaktan çocukça bir keyif alıyorlardı” diye anlatacaktı. Prens Edward hançerleri, nargileleri inceliyor, Prenses Alexandra ise halıların desenlerine, cam işçiliğine hayran kalıyordu. Bir köşede oturup şerbet içtiler, ardından ikram edilen lokumlardan tattılar. Prens Edward’ın cömertliği dillere destandı. Bazı tezgâhlarda gördüğü mücevherleri, saatleri, halıları hiç pazarlık yapmadan satın aldı. Yanındakilere dağıttığı küçük hediyeler İstanbul’da haftalarca konuşuldu. Ancak Londra’da bu hikâye farklı yankılandı. Kraliçe Victoria, oğlunun müsrifliğini duyar duymaz büyükelçiye telgraf çekerek “Harcamalarında dikkatli olması için uyarınız” emrini verdi. Bu ironik detay aslında iki dünyanın çelişkisini de özetler gibiydi. İngilizlerin rasyonel disiplini ile Osmanlı’nın duygusal cömertliği aynı labirentlerde karşılaşmıştı.Prenses bir anlığına Doğu’nun büyüsüne kapılmış, Prens ise belki de Avrupa’nın denetimli hayatından kurtulmanın kısa bir özgürlüğünü yaşamıştı. İkili daha sonra ilk ziyarette Prens’in tek başına yaptığı gibi Abdullah Biraderler’in fotoğraf stüdyosuna gidip portre fotoğraflarını çektirerek o günü ölümsüzleştirdi.
Ali Paşa’nın Yalısında Diplomasi Sofrası
7 Nisan akşamı Boğaz’ın suları, Beykoz kıyısındaki ışıkları yansıtıyordu. O gece Ali Paşa’nın yalısı, imparatorluk diplomasi tarihinin en zarif sofralarından birine ev sahipliği yapacaktı. Kış bahçesi çiçeklerle donatılmış, masanın üzerine gümüş şamdanlar dizilmişti. Salonun duvarlarında Viyana’dan gelen kristal aynalar, ışığı çoğaltıyor, Boğaz’ın koyu maviliği bu ışıltıya sessizce eşlik ediyordu. Mustafa Fazıl Paşa, Ömer Paşa, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’nın yakın dostları, İngiliz heyetinin tüm ileri gelenlerinin yer aldığı masada saray mutfağından çıkan yemekler yendi. Deniz levreği, av eti, kaz ciğeri, imambayıldı ve bademli pilav bunlardan bazılarıydı. Tatlılarda ise kaymaklı tel kadayıf, Şam usulü reçeller, İngiliz tarzı puding ikram edildi. Russell o akşamı “Yemekte yirmi iki çeşit vardı. Fakat asıl gösteriş yemeklerde değil, sessizlikteydi. Her şey yerli yerindeydi ve hiçbir şey rastlantı değildi” diye not etti.
Bu sofra, Boğaz’ın kenarında bir diplomatik tiyatro gibiydi. Masada her tabak, her çatal bir mesaj taşıyordu. Osmanlı, yalnızca ayakta değil, hâlâ nezaketin merkezinde olduğunu göstermek istiyordu. Ali Paşa’nın sakin ama kendinden emin tavrı, konuklarda hayranlık uyandırmıştı. İngiliz elçisi Elliot, yemeğin sonunda not defterine kısa bir cümle yazdı: “Bu yalı, İngiltere’nin görgüsünü Boğaz’a getirmiş.”
Ancak gecenin en dokunaklı anı, yemeğin sonunda yaşandı. Ali Paşa, konuklarını uğurlarken küçük kızı salona girdi. On iki yaşlarındaydı, elinde birkaç nergis tutuyordu. Paşa onu misafirlerine örtüsüz, yüzü açık olarak takdim etti. Osmanlı, gülümseyen bir kız çocuğunun yüzüyle Batı’ya artık yabancıya yüzünü saklamayacak kadar özgüvenli olduğunun mesajını veriyor gibiydi.
O anın sıcaklığı, Boğaz’ın serin rüzgârına karıştı. Konuklar yalıdan ayrılırken, suyun üzerindeki lambalar titredi. Bu gece, diplomasiyle zarafetin birbirine dokunduğu son güzel akşamlardan biriydi. Ertesi gün Dolmabahçe’nin mermerleri, aynı ışığı çok daha görkemli ama daha yorgun bir biçimde yansıtacaktı.
Dolmabahçe’de Müzik ve Ketten’in Resitali
8 Nisan gecesi Dolmabahçe Sarayı adeta bir ışık denizine dönmüştü. Avludaki lambalar rüzgârla hafifçe sallanıyor, pencerelerden taşan ışık denizin yüzeyinde titreyen altın parçacıklarına dönüşüyordu. Muzıka-i Hümayun’un seçkin üyeleri geceye özel bir repertuvar hazırlamıştı: Batı’dan Rossini ve Gounod’dan aryalar, ardından Hamamizade İsmail Dede’nin bir peşrevi.Müziğin akışı, tıpkı imparatorluğun ruhu gibiydi. Batı’ya yöneliyor ama köklerinden kopmuyordu. Ardından Henry Ketten adında genç bir piyanist sahneye çıktı. Ketten, Viyana ekolünün en parlak öğrencilerindendi. Russell “Ketten’in parmaklarından dökülen notalar, sarayın mermerlerini bile yumuşatıyor gibiydi” diyerek anı kelimelere çevirdi.
Ketten’in ardından Muzıka-i Hümayun’un yaylıları yeniden sahneye geldi. Bir marş, ardından bir vals çaldılar. Salondaki Fransız, İngiliz ve Avusturyalı konuklar, Osmanlı’nın bu denli incelikli bir müzik zevkine sahip olmasına şaşırmıştı. Oysa Abdülaziz için bu konser, yalnızca bir sanatsal şölen değil, bir karşılık verme biçimiydi. Londra’da kraliyet salonlarında çalınan melodilere, İstanbul kendi ezgileriyle cevap veriyordu.
Veda: Büyük Merdiven ve Top Sesleri
10 Nisan sabahı İstanbul gri bir ışığa uyanmıştı. Boğaz, sabah sisinin içinde neredeyse hareketsizdi. Uzakta, Ariadne gemisi bekliyordu. Güvertede İngiliz denizciler, sessiz bir düzenle son hazırlıkları yapıyorlardı. Sanki bütün şehir, yaklaşan vedayı hissetmişçesine ortama sessizlik hakimdi.
Sarayın ünlü büyük merdivenü bir sahneye dönüştürülmüştü. Kristal avizelerin sönük ışığında, mermerler solgun bir ayna gibi parlıyordu. Sultan Abdülaziz merdivenin başında yerini almıştı. Bu, bir hükümdarın uğurlamasından çok bir dönemin vedasıydı.
Prenses Alexandra, yanında eşi Prens Edward’la birlikte merdivenin tepesine geldiği anı tanımlayan Russell “sarayın içinde yalnızca kumaşların hışırtısı duyuluyordu” diyerek o büyük sessizliğin çerçevesini belirler.
Merdiven boyunca iki sıra halinde dizilen hizmetkarlar başlarını aynı anda eğiyor,
Sultan geçtikçe eşzamanlı olarak dönüyorlardı. O an, Dolmabahçe’nin ihtişamı kadar sessizliğin de bir düzeni olduğunu gösteriyordu. Russell o anı “Bu sahne, görkem ile hüzün arasında kurulmuş kusursuz bir koreografiydi’ diye anlatacaktı.
Sarayın rıhtıma açılan kapıları aralandığında sabahın serinliği içeri girdi. Dışarıda Muzıka-i Hümayun veda için hazır bekliyordu. İlk notaları denizden yankılanan sesleri top atışları izledi. Bir çağ, başka bir çağa yerini veriyordu. Gemiler uzaklaştıkça marşlar azaldı, top sesleri sustu. Russell günlüğünü: “İstanbul’dan ayrılırken ardımızda yalnızca top sesleri değil, bir çağın yankısı kaldı” diye bitirecekti.
Gerçekten de öyleydi. O top sesleri, yalnızca Boğaz’ın taşlarında değil, tarihin belleğinde de kaldı. Şatafat, artık kudretin değil, çöküşün zerafetiydi. İngilizler’in bir sonraki gelişi diplomatik bir ziyaret için değil, işgal için olacaktı.
Kaynak: Sir William Howard Russell, A Diary in the East, Vol. II, London, 1869
İlginizi Çekebilir