Mesele midir?
SİYASETTürkiye Avrupa Birliği’ne üye olsaydı, iç istikrarımız daha sağlam mı olurdu yoksa daha mı çürük olurdu? Demokratik bir ülkede devletin meşruiyeti elbette daha fazla olacaktı. Ekonomik sorunların hızla azaldığı bir ülkede farklılaşma elbette azalacaktı. Komşularla ilişkiler, etnik ve dinsel topluluklarla ilişkiler yeniden düzenlenecekti.
Merhum Süleyman Demirel ünlü vecizelerinden birinde ne demişti?
“Meseleleri mesele etmezseniz mesele olmazlar.”
Çünkü o da “devlet geleneğini” böyle devralmıştı.
Siyaset geleneğimiz günü kurtarmak üzerine kurulmuştur. En basit meseleler bile amiyane tabirle “sündürülür” ülkemizde.
Mesela çok basit bir örnek verelim; İstanbul’un taksi sorunu. Çözümü çok basittir. Kanuna filan da ihtiyaç yoktur. Çığırtkan bir direnç senelerdir çözümü engellemektedir. Bunu çözemeyen bir devletin çok daha “gerçek” meseleleri çözmesini beklemek biraz zorlamak olmaz mı?
Uzun bir süredir “Kürt Meselesi”nin çözümü ile yatıyor kalkıyoruz ülkecek. Sanki mesele inat etmiş de ayak diriyor gibi, tekrar ve tekrar olmuyor da olmuyor. Başladığımız noktaya dönsek bir nebze, hayır o da olmuyor, başladığımızdan daha beter bir noktada buluyoruz kendimizi. Barış derken daha beter bir kapışmanın ve hatta yeni meselelerin yolunu açmış oluyoruz, yeni kavgalar yaratıyoruz.
Şimdilerde açıkça görüyoruz ki Alevi Meselesi de güçlü ve kaçınılmaz olarak çözüm bekleme kuyruğuna girmiş bulunmaktadır ve herkes devletin ağzına bakmaktadır. Devlet ise kadir-i mutlak bir edayla “Ben bu meseleleri çözeceğim vs. vs.” demekten öteye gitmemekte, gidememektedir. Peki bu meselelerin çözümü gerçekten devletin gücü ve yapısı dahilinde midir? Yani devlet, “mevcut devlet” bu meseleleri çözebilir mi”? önce bu soruya cevap vermemiz gerekmez mi?
Seneler önce Kürt Meselesinin tartışıldığı geniş bir toplantıda,
“Devletin bu meseleyi çözebileceğini varsayıyoruz fakat bu doğru değil. Bu mesele doğuşundan beri uluslararası bir meseledir ve tek bir ulus devletin bu meseleyi çözme olanağı yoktur. Çözüm, uluslararası bir çözüm olacaktır.” demiştim.
Toplantıda geniş bir görüşler yelpazesi temsil edilmesine rağmen bu sözlerime bir itiraz gelmemişti. Şimdi ise adeta özel gayretlerle Alevi Meselesi de bu hale gelmiştir yahut gelmek üzeredir. Suriye’de HTŞ darbesinin Alevilere karşı uygulamaları bunun ipuçlarını vermektedir.
Halihazırda ise gördüğümüz üzere şimdiye kadar konuşmaktan ve olan biteni seyretmekten başka bir şey yapabilmiş değiliz. Bir şeylerin eksik olduğu ortadadır.
2004 yılını hatırlayalım. Avrupa Birliği’ne girecektik hani. Devletimizi reforme edecektik. Helsinki ve Maastricht konuşuyorduk. Önümüzdeki en büyük engel olan Kıbrıs Sorunu’nun çözüleceği bir referanduma gitmek üzereydik ve Annan Planı sorunu çözecekti. Olmadı. Avrupa Birliği inanılmaz bir tavır göstererek süreci tekrar çözümsüzlüğe itti. Zaten Türkiye’de Avrupa Birliği’ne katılıma karşı olan bir devlet eliti mevcut idi ve bu durum, onlar için “Allah’ın bir lütfu” oldu. Onca lafı edilen “Ankara Kriterleri’nin” neler olduğunu 2013’ten 2025’e kadar gördüğümüze göre lütuftan söz etmenin mümkün olmadığını görmüş olmalıyız.
Bir soru sormanın zamanıdır. Yunanistan 1974’te askeri darbelerin gölgesinden kurtulabilmişti. Kıbrıs’ta uğradıkları büyük yenilginin bir sonucu da buydu. Bir daha askeri darbe olmadı Yunanistan’da ve darbeciler ağır cezalara mahkûm edildiler. Yunanistan Avrupa Birliği’ne girmeseydi Yunan Devleti bu dönüşümü sağlayabilir miydi? Yahut yıllarca Yunan siyasetinde ve sanatsal, ekonomik, kültürel hayatında baskın rol oynayan Yunan Kilisesi’nin baskıcı gücü laiklik lehine sınırlanabilir miydi? Daha sonra Yunanistan “Kuzey Makedonya” diye bir devleti tanır mıydı? Daha sonra girdiği büyük ekonomik krizden çıkabilir miydi? Bu soruları İspanya, Portekiz, Bulgaristan, Polonya, Macaristan, Romanya ve birçoğu daha için de sormak mümkündür. Cevabımızın “hayır” olacağı ortadadır.
Buradan başka sorulara rahatlıkla geçebiliriz aslında.
Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olsaydı, iç istikrarımız daha sağlam mı olurdu yoksa daha mı çürük olurdu? Demokratik bir ülkede devletin meşruiyeti elbette daha fazla olacaktı. Ekonomik sorunların hızla azaldığı bir ülkede farklılaşma elbette azalacaktı. Komşularla ilişkiler, etnik ve dinsel topluluklarla ilişkiler yeniden düzenlenecekti. Türkiye bir eksene oturmuş olacaktı ve savrulmaları azalacaktı. Avrupa Birliği ise kesinlikle daha güçlenecekti. Bugün dünyadaki gelişmelere baktığımızda bunları doğrulayan pek çok şey görmek mümkündür.
2025 yılında nevzuhur bir karar verip “Türkiye, Rusya ve Çin ittifak oluşturmalı” gibi dünyada ve bizde ancak müstehzi gülümsemelere yol açacak işlerle uğraşmak yerine girilecek yol tekrar ısrarlı bir AB üyeliği yoludur. Dünyada yeni fay hatları oluşmuş, Rusya’nın Ukrayna istilası ve Trump politikaları ile İsrail’in yayılma çabaları güç dengelerini değiştirmiş ve Türkiye’nin elindeki değerler 2004’e göre önemli ölçüde artmıştır. “Önce iç barışı, iç istikrarı sağlayalım” gibi vecizeler boş laflardır. Zaten boş oldukları o iç barışın bir türlü sağlanamamasından bellidir. Dünyada artık iç dıştır, dış da içtir. Bunu bilerek adım atmanın zamanıdır.
İlginizi Çekebilir