Mea Culpa
SİYASETBugün geldiğimiz noktada sistemin sağlıklı işlemediği ve muhalefetin o dönemde yapmış olduğu eleştirilerin pek çoğunda haklı çıktığı görülüyor. Yanlış uygulamalar sistemin “Tek Adam Rejimi ”ne evrildiği görüntüsü veriyor. Bu görüntü Türkiye’nin bugün demokratik hukuk devletinden çok uzak olduğunu ortaya koyuyor. Anayasada demokratik hakların yer alması yeterli değil, uygulanması da şart elbette.
Latince “benim hatam” anlamına gelen bu sözcüğü, 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan anayasa değişikliği paketine, Siyasi Partiler Kanunu’nda ilk seçimlere kadar bazı önemli değişiklikler yapılması kaydıyla destek vermiş olduğum için kullanıyorum. 13 Aralık 2016’da Serbestiyet’te yayımlanan “Anayasa değişikliği ne ifade ediyor?" başlıklı yazımda, “Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tüm demokrasi sorunlarını gideren bir Yeni Anayasa’nın yerini tutmadığı aşikâr. (…) Bununla birlikte, anayasa değişikliği paketinde, demokratikleşme adına desteklenecek başta asker-sivil ilişkileri bağlamında olmak üzere bazı önemli reformların yer aldığını kabul etmek gerekir. Nitekim pakette 15 Temmuz kalkışmasından sonra CHP’nin de katıldığı uzlaşma uyarınca Anayasa’nın 156 ve 157. maddeleriyle kuruluş ve işlevi düzenlenmiş olan Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek Mahkemesi’nin kaldırılması da yer alıyor” cümleleri var. Bu değişikliklere bugün de desteğim tam.
Brezilya’daki darbe ve 15 Temmuz
Ne var ki 15 Temmuz darbe girişiminin ardından “demokrasilerde kurucu iradenin herhangi bir vesayet odağı değil halk olduğunu ortaya koyması ve bürokratik vesayet odaklarını ortadan kaldırabileceği” gerekçesiyle pakete olumlu bakmış olduğumu kabul etmeliyim. Bu desteğimde siyasi gelişmelerini yakından izlediğim Brezilya’da Devlet Başkanı Dilma Rousseff’e, seçilmesinden sadece 15 ay sonra ABD desteğiyle önce Temsilciler Meclisi’nde (17 Nisan 2016) ardından Senato’da (31 Ağustos 2016) yapılan yasama darbesinin rolü vardı. Serbestiyet’te 19 Nisan 2016’da yayımlanan “Darbe kazandı, Brezilya kaybetti” başlıklı yazımda ayrıntıyla anlattığım gibi, Rousseff’e karşı ABD Anayasası'nda (Madde 4) olduğu gibi, Brezilya Anayasası'nda da mevcut olan “impeachment” prosedürü işletilmişti.
Bunun için her iki meclisin üçte iki çoğunluğu gerekiyordu. Kendi yardımcısı Michel Temer’in partisiyle birlikte söz konusu nitelikli çoğunluğun başkanlık döneminin daha başlarında bulunması doğal değildi. Üstelik Latin Amerika ülkelerinin anayasalarında da yer alan bu prosedür daha önce 2009’da Honduras’ta, 2012’de Paraguay’da da uygulanmış, bu ülkelerin devlet başkanları benzer Meclis darbeleriyle görevden alınmıştı.
The New York Times’ın “Esat yanlısı” olarak tanımladığı Suriye asıllı Amerikalı iş adamı Jamal Daniel’in Al Monitor isimli dijital gazetesi 26 Nisan 2016 tarihinde “Bazı Türklerin hemen Brezilya’da darbe diye bağırmasının gerçek nedeni” (The real reasons some Turks are so quick to cry ‘coup’ in Brazil) başlıklı bir yazı yayımlamış, en azından benim gibi bağımsız demokratları da kapsayan bir ifadeyle “Recep Tayip Erdoğan destekçilerinin Bayan Rousseff’in impeachment prosedürünün darbe olduğunu tutkuyla benimsediklerini” öne sürmüştü. Atıfta bulunduğum Brezilya ile ilgili yazımda “AK Parti’nin hazırlamakta olduğu başkanlık sistemine dayanacağı söylenen anayasada bu tür Meclis darbelerini engelleyecek bir hükmün yer almasının şart olduğuna” dikkat çekmiştim. Çünkü başkanlık sistemleri de Latin Amerika’da görüldüğü gibi darbelere karşı dayanıklı değildi. Kim bilirdi ki üç ay sonra Türkiye’de klasik askeri yöntemle bir darbe girişimi olacaktı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modeli
Anayasa paketinin temelini oluşturan ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" modeli olarak adlandırılan bu sistemle ilgili olarak bir olumlu, bir de olumsuz notum vardı. Olumlu gördüğüm husus, yeniden düzenlenen 116. Madde'de hükme bağlanan karşılıklı fesihti. Bu hükme göre, TBMM üye tam sayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesi kararı alma hakkına sahip. Bu durumda, genel seçimlerle birlikte cumhurbaşkanlığı seçimleri de yenileniyor. Başka bir deyişle parlamenter sistemlerde olageldiği gibi Cumhurbaşkanı görevinde kalmıyor. Arzu ediyorsa yeniden seçime girme hakkına sahip. Yasamaya tanınan bu yetkiye karşılık, Cumhurbaşkanı’nın da Meclis’i feshetme yetkisi var. Ama Fransız yarı-başkanlık sisteminde olduğu gibi, Cumhurbaşkanı’nın görevde kalarak Meclis’i feshetmeyetkisi bulunmuyor.
“Mea culpa” dediğim husus, maddenin 3. fıkrasını, somut olarak, “Cumhurbaşkanı’nın ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde istisnai olarak bir defa daha aday olabilmesini” olumlu görmüş olmam. Bir demokrat olarak, kişiliklerinden veya politikalarından bağımsız olarak hiç kimsenin iki dönemden ve on yıldan fazla Cumhurbaşkanı olmasını yeğlemem. Fransa’da 2000 referandumuna kadar Cumhurbaşkanlarının görev süresi 7 yıldı. Oldukça başarılı olan Mitterrand’ın 14 yıllık dönemi halkta bıkkınlık yaratacak ölçüde uzundu. Venezuela’da Chávez’in anayasada üçüncü dönem başkanlık yapmakiçin değişiklik yapmasına da olumlu bakmamıştım. Oysa Alman sosyolog Heinz Dieterich’in “21. Yüzyıl Sosyalizmi” tezini savunan Latin Amerikalı liderlerden biri olan Hugo Chávez, yoksullukla mücadelede büyük başarıkaydetmişti.
116. Madde'deki karşılıklı fesih fıkrası nedeniyle bu sistemi desteklemiş olmamın nedeni 15 Temmuz travmasından ötürü aklımda hep Brezilya darbesinin olmasıydı. Yaşamına iki askeri darbe, bir darbe girişimi sığdırmış olan demokratların Brezilya’dakine benzer bir darbenin Türkiye’de olmasından, o dönemde Atlantik ötesinden gelen açıklamalar nedeniyle kaygı duyması doğaldı. Meclis çoğunluğu Brezilya’daki gibi el değiştirir de seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı görevden almaya kalkarsa, başka bir deyişle bir Meclis darbesi olursa, karşılıklı fesih fıkrası halka iki taraf arasında seçim imkânı tanıyordu. Bu durumda, halk bir Meclis darbesi kanaatindeyse ikinci dönemini tamamlaması için Cumhurbaşkanı’na destek olurdu. Dolayısıyla 116. Madde'nin 3. fıkrası, Latin Amerika usulü Meclis darbelerine karşı bir emniyet supabı işlevi görürdü. Ama bugün gördüğüm kadarıyla bu madde Meclis çoğunluğuna sahip Cumhurbaşkanlarına üçüncü dönem adaylık imkânı da sağlıyor. Bana göre, bu fıkra bu olasılığı ortadan kaldıracak şekilde yazılmalıydı.
Bu sistemde baştan beri olumsuz gördüğüm husus, seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda parti Başkanı olmasıydı. 17 Şubat 2017’de Serbestiyet’te yayımlanan “Siyasi partiler mevzuatı neden acilen değişmeli?” başlıklı yazımda da belirtmiş olduğum gibi, Partisinin Başkanı bir Cumhurbaşkanı’nın milletvekili listelerini hazırlaması ya da onaylıyor olması başkanlık sisteminin olmazsa olmazı yasama ile yürütme arasındaki keskin erkekler ayrılığınıortadan kaldırıyor. Bu durumda Cumhurbaşkanı yürütmenin başı olarak bakanlarını olduğu gibi partili milletvekillerini de kendisine bağlamış oluyor ki salt çoğunluğa sahipse Meclis’i fiilen devre dışı bırakabiliyor.
Bu yazımda ayrıca şu hususun altını kalın çizgilerle çizmiştim. “Türkiye’nin siyasi partiler mevzuatını öncelikle kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin (AK) ölçütlerine ve yargı yetkisini tanıdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihatlarına uyumlu hale getirmesi şart. Konunun hukuki ayrıntılarında boğulmamak için AK tarafından bu konuda görevlendirilmiş olan ve kamuoyumuzda Venedik Komisyonu olarak bilinen Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’nun 1999 tarihli raporunda yer alan ölçütlerini esas almakta yarar var.”
Bugünkü tablo
Bugün geldiğimiz noktada sistemin sağlıklı işlemediği ve muhalefetin o dönemde yapmış olduğu eleştirilerin pek çoğunda haklı çıktığı görülüyor. Sadece yürütme ile yasama arasında iktidarın meclis çoğunluğu nedeniyle parlamenter rejimlerde de görülebileceği gibi Profesör Duverger’nin altını çizdiği bir güçler birleşmesi yok. Ayrıca uzun süren iktidarı ve kaldırılması bir türlü kabul görmeyen Adalet Bakanlarının HSK başkanlığı nedeniyle AK Parti’nin yargı üzerindeki ağırlığı da gözleniyor. Bu sistemle doğrudan ilintili olmadığı halde ana muhalefet partisi veya mensupları aleyhine alınan bazı yargı kararları Anayasa'nın 138. Maddesi'nde kayıtlı yargı bağımsızlığının zedelendiği izlenimi veriyor. Örneğin bir Asliye Hukuk Mahkemesi'nin inatla YSK’nın görev alanına giren bir konuda karar alması veya bazı muhalif siyasetçilerin Anayasa’nın 19. Maddesi'ne aykırı olarak makul süre içinde yargılanmaması, tutukluluk hallerinindevam etmesi ve 38. maddeye aykırı olarak suçluluğu hükmen sabit olmadığı halde suçlu ilan edilmeleri gibi. Bu yanlış uygulamalar sistemin “Tek Adam Rejimi ”ne evrildiği görüntüsü veriyor. Bu görüntü Türkiye’nin bugün demokratik hukuk devletinden çok uzak olduğunu ortaya koyuyor. Anayasada demokratik hakların yer alması yeterli değil, uygulanması da şart elbette.
Yeni Arayış’taki birçok yazımda dile getirdiğim gibi, temel hak ve özgürlüklerle ilgili birçok anayasa maddesinin uygulanmıyor olmasına, Kopenhag siyasi kriterlerine uyum sürecinde bürokraside, ardından sivil toplumda anayasal ve yasal reformlar konusunda emek harcamış bir demokrat olarak üzülmemek elde değil. Örneğin RTÜK Başkanı’nın görevinden ayrılmadan bir süre önce kamuoyuna duyurmuş olduğu tweeti. “Eleştirinin demokrasinin vazgeçilmez unsuru” olduğu gerçeğini kabul etmekle birlikte, sokak röportajlarını “halkı karamsarlığa sürükleyen (…) halkın umut duygusunu zedeleyen yayınlar” olarak nitelemekle kalmayıp bu yayınları “medya etiğine, ifade özgürlüğünün sınırlarına ve kamu yararına aykırı” bulan bu tweet anayasanın 25. maddesineaykırı. Bu madde, anımsatmak gerekirse, “herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” diyor.
Halkta karamsarlık varsa, hükümetin izlediği başta ekonomik olmak üzere çeşitli politikalardan duyulan rahatsızlıktankaynaklanıyordur. Hiç kimsenin yurttaşların bu hakkını kullanmaktan alıkoyması ve anılan tweette belirtildiği gibi bu hakkın kullanılmasına “müsamaha edip etmemesi” söz konusu olamaz, anayasada olmayan bir yetki kullanılamaz.
Aslında bugünkü bu trajik tablo doğrudan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nden kaynaklanmıyor. Sistem anayasada mevcut hak ve özgürlükleri askıya almış değil çünkü. Düşünüyorum ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin Kopenhag siyasi kriterlerinin de gerisine gitmesini bu sisteme bağlayamıyorum.
Peki neden bu konuda gereken titizlik gösterilmiyor? Amaç, AK Parti aleyhine düşünce ve kanaatlerin baskılanmasıyla seçimi garantileyecek bir sonuca ulaşılmasını sağlamak mıdır acaba bilmiyorum. Ama böyleyse bu yolun arzu edilen sonucu vermesi mümkün değil. Seçim kazanmak için öncelikle halkın temel hak ve özgürlüklerini ve özellikle refahını sağlamak gerekir çünkü.
İlginizi Çekebilir