Kürt Sorununa Çözüm Arayışında CHP’nin Meclis Merkezli Siyaseti ve İmralı Reddi
SİYASETKürt meselesinin çözümünü sadece İmralı merkezli bir “hükümet projesi”ne indirgemek, hem Kürt siyasi hareketinin bileşenlerini hem Kürt toplumunun çeşitliliğini hem de Türkiye’nin demokratik kapasitesini küçümsemektir. Barış, yalnızca bir siyasi aktörle yapılan görüşmelerin ürünü olamaz; barış için güçlü bir hukuk devleti, özgür bir siyasal alan ve toplumsal rızanın mekanizmaları gerekir. İkincisi, CHP’nin komisyona katılması ve İmralı heyetinde yer almaması arasındaki fark, popülizmle açıklanamayacak kadar derindir.
Türkiye’de siyasetin hem tutarsızlık hem de en büyük açmazlarından biri, memleketin içinde bulunduğu hâl nedeniyle aynı meseleleri farklı zamanlarda farklı aktörlerin neredeyse aynı cümlelerle yeniden ve yeniden konuşmak zorunda kalmasıdır. Bence Kürt meselesi bu tekrarın merkezinde duran en önemli konulardan biridir. Gazeteciler, akademisyenler ve eli kalem tutan siyasetçiler haklı olarak “hep aynı konuyu yazmaktan” hem şikâyet ediyor hem de konuma ve duruma göre değişen söylemleriyle kendi tutarsızlıklarını da yeniden üretmiş oluyor. Mesele değişmiyor ama aktörler ve pozisyonlar değiştikçe, aynı konu içinde yeni kırılma anları ortaya çıkıyor. Bugün TBMM’de kurulan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” ile bu komisyonun İmralı’ya gitme kararı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin heyette yer almama tutumu, tam da böyle bir kırılma anına işaret ediyor.
Ben bu tartışmaya, Kürt sorunu çerçevesinde ve Kürt siyasi hareketini yakından izleyen, Cumhuriyet Halk Partisi adına sahada Doğu ve Güneydoğu’da örgütlenme deneyimi olan, CHP’de Genel Başkan Yardımcılığı ve Doğu ve Güneydoğu Koordinatörlüğü (Doğu Masası) yürütmüş bir siyaset bilimi öğrencisi ve siyasetçi olarak bakıyorum. Dolayısıyla meseleye yalnızca güncel siyasi taktiklerin penceresinden değil, uzun erimli demokratik çözüm tartışmasının ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendi iç müktesebatının parçası olarak yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Kürt meselesini sadece bir “terör” konusuna sıkıştırmak yerine, Türkiye’de devlet–toplum ilişkisinin, hukuk devletinin ve demokrasinin asli eksenler olarak ele alınmasının, meseleyi mesele olmaktan çıkarmanın bir başlangıcı olduğunu değerlendiriyorum.
CHP’nin bu meseleye bakışı, tarihsel olarak farklılıklar içerse de kendi içerisinde tutarlı bir çizgide ilerler ve benim de katıldığım bir kategorizasyonla özellikle son dönemde netleşen üç temel ilkeye dayanır: Birincisi, sorunun inkâr edilmemesi ve Kürtlerin bu ülkenin kurucu unsurlarından biri olarak görülmesi. İkincisi, çözümün kapalı kapılar ardında yürütülen, halka açıklanmayan “süreçler” değil, TBMM çatısı altında, şeffaf ve hesap verebilir mekanizmalar üzerinden kurgulanmasıdır. Üçüncüsü ise Kürt meselesinin, memleketin genel demokrasi ve hukuk krizinden bağımsız düşünülemeyeceği; kayyım rejimi, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, uzun tutukluluklar ve siyasallaşmış yargının hep birlikte bu alanı tıkadığı gerçeğidir.
Doğu Masası’nda çalışırken; aşiretlerden gençlere, muhafazakâr Kürt seçmenden seküler orta sınıflara kadar çok geniş bir yelpazede gördüğüm şey, aslında birbirine benzeyen taleplerdi: Adalet duygusunun onarılması, kayyım düzeninin sona ermesi, belediyelere ve seçmen iradesine saygı, işsizlik ve yoksulluğun azaltılması, kamu yatırımlarından daha çok pay alma talebi, teşviklerin güçlendirilmesi, kimliğine ve inancına saygı gösterilen ama aynı zamanda ortak bir gelecek inşası… Bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi olarak “CHP sahillerin partisi”, “CHP Sivas’ın ötesine geçemez” klişelerine itiraz ederek, partinin Doğu ve Güneydoğu’da da örgütsel kapasitesini ve toplumsal bağlarını güçlendirmesi gerektiğini savunduk; başarısızlıkların sebebini halka yüklemek yerine partinin kendi eksikleri olduğunu açıkça söyledik. Bugün de aynı noktadayız ve gündemimize bu deneyimden de faydalanarak bakmaya çalışacağız.
TBMM’de kurulan komisyonun adı kulağa hoş geliyor: millî dayanışma, kardeşlik, demokrasi… Komisyonlarla ilgili siyasette sıkça karşılaştığımız iki durum var: Birincisi, işi çözmek istemiyorsan ya da kendi istediğin gibi çözmek niyetindeysen meselenin “komisyona havale” edilmesi, saniyen komisyondaki çoğunluğun gücüyle “isim ile işlev” arasındaki mesafe. “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” 18 toplantıdan sonra ilk somut kararını İmralı’ya gitmek, Abdullah Öcalan ile görüşmek şeklinde aldı. Komisyon görüşmelerinin bir kısmı gizli olduğu için kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bilebildiğimiz süreçte bu, yalnızca teknik bir ziyaret kararı değil, bütün süreci İmralı merkezli bir çerçeveye sıkıştıran ve başka bütün demokratik çözüm kanallarını ve aktörleri muhtemelen ikinci plana iten bir tercih gibi duruyor. DEM Parti açısından bu durum, hem devlet nezdinde muhatap alınmak hem de Öcalan’ın yeniden özne hâline gelmesi bakımından politik bir kazanım olarak değerlendirildiğinin tespiti şeklinde okunabilir. Ancak CHP açısından aynı anlama gelmediği, hatta gelmemesi gerektiği bir iç tutarlılık meselesi olarak görülüyor. Nitekim iki gün önce kamuoyuyla paylaşılan program taslağında da bunu görmek mümkün. Çünkü CHP’nin tarihsel ve programatik olarak savunduğu çözüm paradigması, bir kişi ile yürütülen görüşmelerden çok daha geniş, kurumsal ve toplumsal bir çerçeveye dayanıyor.
CHP Genel Merkezi’nin, komisyonun İmralı heyetinde yer almama kararı bu açıdan bakıldığında bence ilkesel ve tarihsel kodlarıyla da tutarlı bir tutumdur. Kürt meselesini bir ada ziyaretine, barışı da birkaç fotoğraf karesine indirgemek; bugüne kadar bu uğurda bedel ödemiş şehit ailelerine de, Meclis’ten çözüm bekleyen milyonlara da haksızlıktır. Eğer gerçekten millî dayanışma, kardeşlik ve demokrasi istiyorsak, bu siyasi iradenin sahiplerinin sahip olduğu siyasi gücü önce kayyım rejimini kaldırmak, yerel demokrasinin gereğini yerine getirmek, AYM ve AİHM kararlarını eksiksiz uygulamak, düşünce ve ifade özgürlüğü alanını genişletmek yönünde kullanması beklenir. Bu adımlar atılmadan, yani toplumsal rızayı sağlayacak koşullar oluşturulmadan, “komisyon üzerinden biraz hukuk, biraz demokrasi tırtıklamak” dediğim, lütuf gibi sunulan bir çözümün uzun ömürlü olmasına imkân yoktur. Hukukun lütuf değil, hak olduğu bir düzen kurmadan barışın toplumsal meşruiyetini inşa etmek çok mümkün görünmemektedir.
Tam da bu nedenle, iktidara yakın kalemlerin komisyon kurulurken, “CHP komisyona üye verecek mi, vermeyecek mi; üye verirse ilerleyen süreçte ne olur?” tartışmalarının yapıldığı dönemden başlamak üzere yazdıkları “CHP komisyondan çekilirse kazanacağından çok kaybeder” türü olasılık içeren değerlendirmelerini, bu durumu birer “siyasi risk alanı” olarak gördükleri, olası sorunlarda “mevzi kaybına” sebep teşkil edeceği uyarısı olarak okumak mümkündür. Bu çevreler, CHP’nin komisyonun içinde kalmasını ve İmralı’ya giden heyetin bir parçası olmasını ısrarla savunurken aslında şunu söylemiş oluyorlar: CHP, iktidar ortaklarının tasarladığı dar “süreç” çerçevesinin içinde kalsın, kendi demokratik çizgisini ve toplumsal ilişkilerini bu çerçevenin dışına taşırmasın. Bence asıl korktukları, CHP’nin Sayın Kılıçdaroğlu ile başlayan, Sayın Özel ile devam eden; Kürt, muhafazakâr, milliyetçi ve sosyal demokrat damarı kurucu kodlar ve Cumhuriyetçi çizgiyle aynı hatta buluşturacak yeni bir “demokrat merkez” inşa etmesidir. Böyle bir hat, hem iktidar blokunun iç dengelerini hem de ulusalcı–milliyetçi yapıların Kürt meselesi üzerinden oluşturdukları konforlu pozisyonlarını sarsacaktır. Yıllardır küstürülen, uzaklaştırılan, umudu kırılan sosyolojik zeminin sanılanın aksine yeniden CHP’ye doğru kayma ihtimali, bu çevrelerde derin bir huzursuzluk yaratıyor. İktidar medyasının ve iktidara yakın kalemlerin sertliği biraz da bu huzursuzluğun dışavurumu olarak değerlendirilebilir.
Bu tartışmanın bir diğer boyutunu, CHP 7'nci Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün yayımlanan videosu oluşturuyor. Konuşmanın “kardeşlik süreci, risk almak, elini taşın altına koymak, tarihin doğru yerinde durmak” gibi ifadeler içeren bölümleri, kamuoyunun çoğunluğu tarafından doğrudan bugünkü komisyon ve İmralı tartışmasına karşı bir pozisyon olarak algılandı. Konuşmada, CHP’nin daha fazla risk alması gerektiği, kardeşlik ve barış süreçlerinde öncü olma sorumluluğunun altı çiziliyor ve bu tutum “devlete istikamet çizen parti” olma iddiasıyla bağlanıyor. Bu çerçevede yapılan vurgu, tek taraflı bir “iktidar projesine angaje olma” çağrısından ziyade, muhtemelen ABD ve İsrail gibi devlet isimleri de verilerek bizim bilmediğimiz ama tahmin edebileceğimiz “ulusal güvenlik” öncelikleri olan bir “devlet projesi”nin parçası olarak okunmaya müsait görünüyor. Bir önceki köşe yazımda ifade ettiğim gibi, genel başkanlar yönetici, eski genel başkanlar kimi zaman “yönlendirici” olabilir; bu yönlendirme, sadece dar taktik adımlar için değil, partinin yerleşeceği stratejik eksen için de geçerlidir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklamasını, ister bugünkü tartışmayı etkilemeye çalışarak kendisine yeni siyasi alan açma çabası olarak okuyun, ister yönlendirme çabası olarak okuyun; bu durumu, iktidarın aldığı siyasi risk ve parti yönetiminin verdiği karar ile birlikte değerlendirildiğinde, CHP’nin gelecekte yerleşeceği demokrat hattın ana çizgilerinin işareti olarak görmek mümkündür.
Tüm bu tabloyu daha berrak kılmak için birkaç noktanın altını daha özellikle çizmek gerekir. Birincisi, Kürt meselesinin çözümünü sadece İmralı merkezli bir “hükümet projesi”ne indirgemek, hem Kürt siyasi hareketinin bileşenlerini hem Kürt toplumunun çeşitliliğini hem de Türkiye’nin demokratik kapasitesini küçümsemektir. Barış, yalnızca bir siyasi aktörle yapılan görüşmelerin ürünü olamaz; barış için güçlü bir hukuk devleti, özgür bir siyasal alan ve toplumsal rızanın mekanizmaları gerekir. İkincisi, CHP’nin komisyona katılması ve İmralı heyetinde yer almaması arasındaki fark, popülizmle açıklanamayacak kadar derindir. Unutulmamalıdır ki Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucu iradesidir. Parti, Meclis’te olmak ve süreci denetlemek sorumluluğunu yerine getirirken, aynı zamanda kendi ilkesel sınırlarını korumaya çalışmaktadır. Bu, oy hesabıyla değil, uzun vadeli demokratik konumlanmayla, meşru siyasi sosyolojiyi muhatap alan yaklaşımla ilgili bir tercihtir. Üçüncüsü, iktidara yakın çevrelerin asıl kaygısı, CHP’nin “kitle konsolidasyonu” yapması değil, tam tersine, bu sürecin sonunda geniş toplum kesimlerini kapsayan yeni bir “demokrat merkez” kurma ihtimalidir. Bu merkez, sanılanın aksine Kürt seçmenle ulusalcı ve milliyetçileri, muhafazakârlarla sosyal demokratları aynı masada buluşturabilecek alternatifin varlığıdır.
Görev yaptığım dönemdeki deneyimlerimden hareketle, insanlar geçmişin tüm acılarına rağmen geleceği konuşmak istiyor, gerçek bir helalleşme ve birlikte barış içinde yaşama iradesi talep ediyor. CHP bu talebe yalnızca komisyon tutanaklarıyla değil, sahici bir demokratik programla, temiz siyasetle ve güven veren, kalıcı bir dille cevap verdiği ölçüde, hem bu ülkenin kurucu partisi olmanın hakkını verecek hem de bugünkü dikotomi içinde konumlandığı yer ile yeni bir siyasi mevzilenmenin önünü açacaktır. İtirazların ve tartışmaların içinden doğacak olan şey, umarım yeniden aynı konuları aynı cümlelerle yazmak zorunda kalacağımız bir kısır döngü değil, barış, demokrasi ve adaletin gerçekten mümkün olduğu yeni bir siyasi gelecek olur.
İlginizi Çekebilir