© Yeni Arayış

Kültürel hegemonya

Bütün İslamcılar “şahane eskiyi yahut asr-ı saadet”i yeniden kurmak isterler. Büyük coğrafyalardadır gözleri. Eskiler tarım imparatorluklarıdır çünkü. Tarım toprak ister. Büyük coğrafyalar “Fetih” gerektirir. Cihat için düşman lazımdır. Düşman arayanın bakışları keskin, çocukları tereyağsızdır.

İktidar bloğunda en çok sarkan vaziyetlerden biri her zaman “size inat” tavrı olmuştur. Adeta ülkenin diğer bütün unsurlarına “inat” yaşayan, bunu kararlılıkla sürdürmek isteyen ve onlar için “doğru”nun kriteri karşıtlarının yaptığı, sevdiği, her şeyin bir şekilde zıddını yapmak olan bir iktidar bloku oluşmuştur.

Başörtü meselesinin çözülmesi ile iktidar kültür saflarında büyük bir boşluk oluşmuş alel acele yeni kültürel arızaların icat edilmesi gerekmiştir. Ondan sonra gelsin cinsiyet saptama günleri, şehzade düğünleri, Mekke balayları, Arapça ad-soyadı katalogları, şeriata uygun mayo defileleri, uyduranları bile tatmin etmeyen kutlama yahut anma tarihleri vs.

Çok yaygın olarak bilinir, muhafazakârlar kültürel olarak geçmişi kutsamaya eğilimlidir. “Güzel eski günler” biraz da insanlara gençlik günlerini tekrar takdim ettiğinden bu nostalji deryasında eskiyi kutsamak revaçtadır. Bir bisiklet fotoğrafı gençliğinde bisikleti olmamış birine hoş bile denebilecek bir hüzün, bisikleti olmuş birine ise eski dinamizmi hatırlatabilir. Bu hayali geçmişe yakından bakıldığında ise bazen o hüznün o kadar da hoş olmadığı, yoksun olmanın ve diğer çocuklara sümüğünü çekerek bakmanın pek “sınıfsal” olduğu, dinamizmin ise eskide kalmakla birlikte işte fazlaca hormonsal olduğu hemen başıboşluğa dönüştüğü akla gelebilir.

Bütün bir orta ve hatta üst orta tabakaların “şark köşesi” tutkularını hatırlatır bana muhafazakarlığın kültürel ajandası. Marangozlar, kilimciler ve bakırcılar için karlı bir dönem olduğu açıktır. Aynı şekilde “klasik sanatlarımız” da kısa süre basübadelmevt sürecinden sonra son nefeslerini vermekte birbirleriyle yarışır gibidirler. “Klasik” kabul edildikleri için onların vefatı ise belki de daha acıklıdır. Ebru, ciltçilik, çinicilik, hat ve diğer “kadim” sanatlar bugün karşımıza çıktığında yüzümüze yas maskesi takınır ve derin bir nefesle birlikte “hım mm, şahane” çekeriz. Elbette normaldir bu tavır çünkü yalan olmazsa toplum olmazdı.

Yatalak yakınlarımıza gösterdiğimiz ihtimam gibi bir şeydir bu. İhtimam ya da bakım eksikliği bize bir tür ahlaksızlık yahut daha ağırı şerefsizlik gibi gelir çünkü. Ama maalesef yahut bittabi, hastamızın kısa bir süre sonra öleceğini bilmekteyizdir.

Yenilmiş, hasta olmuş ve en nihayetinde ölmüş bir geçmişin mükemmelliği üzerine kültür ve dolayısıyla toplum inşa etmeye kalkışmak ne beyhude bir çabadır. Yeni kafa ve yeni bedenlere eski biçimler geçirmenin sakilliği uzaktan bile belli olmaktadır ama işte bu da bir “inattır”.

Değişene ve meçhule yürüyene benzememe inadı. Gelecek meçhuldür ve korkutur. Aslında günün kafası ile geçmiş inşa etmek aynı derecede korkutmalıdır çünkü o geçmiş, aslında tasarlamaya çalıştığımız gelecek kadar meçhuldür.

Hepimiz “Sultan Palamut’un torunu” olmakla övünürüz fakat o zavallı Palamut’un mesela antibiyotik sizlikten öldüğünü hatırlamak istemeyiz. Mesela koskoca Haçlı Orduları Komutanı Frederik Barbarossa’nın attan nehre düşüp boğulduğuna şaşırırız.

Kadim bilgeliğimizin geliştirilmesi denemelerinin en kısa ömürlü olanlarının Osmanlı tıbbını canlandırmak gibi ulvi alanlarda olması ise elbette tesadüfi değildir. Bedeli kısa sürede ve canla ödenmektedir çünkü. Gazetelerde sık rastladığımız türden “Pırasanın kansere iyi geldiğini duyan hasta aşırı pırasadan öldü” haberleri gibi. Yahut “Osmanlı tıbbının sülükleri hastayı öldürdü.”!

“Kadim kültürümüzün üzerinde yükselen yüksek bir kültürün hegemonyasını kuracağız.”

İslamcıların bu iddiası şirk değil ise acaba şirk nedir? Reel sosyalizm de “yeni bir insan” yaratacaktı. Bu iddialar hep Doktor Frankenstein’ler yaratmakla sonuçlanmıştır oysa. İktisat öğrencisi daha ilk “Makro” dersinde top ve tereyağ ile karşı karşıya kalır. Ona ne kadar çok top üretilirse o kadar az tereyağı üretilebileceği öğretilir. Sonradan hani belki herkes tereyağı sevmez diye başka, mesela oyuncak gibi örnekler de kullanılmıştır.

Bütün İslamcılar “şahane eskiyi yahut asr-ı saadet”i yeniden kurmak isterler. Büyük coğrafyalardadır gözleri. Eskiler tarım imparatorluklarıdır çünkü. Tarım toprak ister. Büyük coğrafyalar “Fetih” gerektirir. Cihat için düşman lazımdır. Düşman arayanın bakışları keskin, çocukları tereyağsızdır.

Sonra Müslümanın diline bir şiir dolanır;

“Dert çok,

Hem dert yok,

Düşman kavi,

Tali zebun.”

O şarkının sözleri nasıldı;

“Herkes kendi kaderini yaşar yârim

Dünyadan sonra bir hayat daha olsa

Bu mevzu ikimizi de aşar yârim

İsyanlar çıksa aşıklar ayaklansa…”

Bilmem anlatabildim mi?

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER