© Yeni Arayış

Kokan tuzdan memlekete bir hayır gelmez

Cumhurbaşkanı’nın “Bu ülke yargı ülkesidir. Yargı ne derse ona uyarız” sözleri veya Demirtaş hakkında verilecek olası tahliye kararı, bu durumu değiştirmeye yönelik değildir. Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün yerine kayyım atanmasına gerekçe yapılan suçlamalardan beraat etmiş olmasına rağmen, İçişleri Bakanlığı’nın kayyım görev süresini uzatması, yürütmenin işine gelen yargı kararlarına uymaya devam ettiğinin son örneğidir.

Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısı sonrası gazetecilerin AİHM’in HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş kararıyla ilgili sorularına, “Bu ülke yargı ülkesidir. Yargı bu konuda ne derse ona uyarız” yanıtını verdi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise aynı konudaki soruya, “Tahliyesi Türkiye için hayırlara vesile olacaktır” şeklinde karşılık verdi.

Bu açıklamalar, AİHM’in Selahattin Demirtaş hakkındaki “hak ihlali” kararının kesinleşmesinin ardından yapıldı. Demirtaş’ın avukatları kararın kesinleşmesi üzerine yerel mahkemeye tahliye başvurusunda bulundu. Ancak Demirtaş bir haftadır hâlâ tahliye edilmeyi bekliyor.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum ise beş gün sonra, Anadolu Ajansı’nda yayımlanan yazısında, “Asıl olan ulusal yetkilerdir; uluslararası düzenlemeler ve kararlar talidir. Yani bir uluslararası karar da ele alınsa, hatta o kararla uyumlu bir karar da verilse nihayetinde geçerli ve bağlayıcı olan, olağan milli yargı mercilerinin verdiği kararlardır” diyerek sürece dahil oldu.

Bu açıklamalar, uzun süredir tartışmalı hale gelen yargının durumunu yeniden gündeme taşıdı.

2018 sonrasında birçok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararına ulusal mahkemeler çeşitli gerekçelerle uymadı.

Can Atalay hakkında AYM’nin verdiği karara yerel mahkeme uymadığı gibi, TBMM Başkanı da bu kararı uygulamadı; Yargıtay ise yerel mahkemenin “uymama” kararını onayladı. Böylece Türkiye’nin yargı sorunu yeni bir evreye sıçradı.

Mahkemeler sadece yasaları uygulamaz; anayasayı ve yasaları geniş yorumlayarak fiilen “siyaset yapar.”

Bugün artık mahkemeler birçok alanda doğrudan politik sonuçlar doğuran veya yürütmenin ihtiyaçlarını gözeten, normatif olmayan kararlar alıyor. Savcılar da benzer biçimde, gözaltı kararları veriyor ve soruşturmalar açıyor.

AK Parti öncesine kadar sıkça “yargısal aktivizm” tartışması yaşanırdı. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma kararları veya Kürtlere, azınlıklara, siyasal İslamcılara yönelik af ve ceza yasalarının ayrımcı biçimde uygulanması buna zemin oluştururdu.

Ancak AK Parti iktidarının ikinci ve üçüncü dönemlerinden itibaren bu durum değişti. 2010 referandumu sonrasında yürütmenin ve yasamanın yargı üzerindeki etkisi belirgin biçimde güçlendi.

KCK, Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargâh gibi birçok siyasal dava ile muhalefet yargı eliyle dizayn edilmeye başlandı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte yargı, önceki kısmi özerkliğini tamamen yitirdi ve yürütmenin doğrudan kontrolüne girdi.

Bu durum, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun belirlenme yöntemiyle ve 2016 sonrası ilk derece mahkemelerinin yapısında yapılan değişikliklerle kurumsallaştırıldı.

Böylece güçlü yürütme karşısında yargının denge veya denetleme işlevi bütünüyle ortadan kalktı.

Cumhurbaşkanı’nın Demirtaş kararıyla ilgili “Bu ülke yargı ülkesidir. Yargı bu konuda ne derse ona uyarız” sözleri, yargının aşırı derecede siyasallaşmış olmasının özgüveniyle söylenmiş ifadelerdir.

Demirtaş hakkında bundan sonra verilecek karar ne olursa olsun, tutuklanması ve cezalandırılması nasıl siyasi bir karar idiyse, tahliyesi de siyasi bir karar olacaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 Kasım’ında, AİHM’in Demirtaş’la ilgili ilk kararının ardından sarf ettiği “AİHM’nin verdiği kararlar bizi bağlamaz, biz karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” sözleri hatırlandığında, bugün yargıyı adres göstermesinin iki anlamı vardır:

Birincisi, Kürt sorununda ortağı Devlet Bahçeli ile ilişkileri germemek ve sürecin “yüzü suyuhürmetine” durumu idare ederek zaman kazanmak. 

İkincisi ise, içeride ve dışarıda yaşadığı sıkışmışlığı “yargı kararı” diyerek savuşturmak istemesidir.

Diğer yandan geçtiğimiz hafta, Gezi hükümlüsü Tayfun Kahraman hakkında AYM’ninverdiği “ihlal” ve “yargılamanın yenilenmesi” kararını İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin reddetmesine karşı yürütme ve iktidar blokunun sessiz kalması, yargı buhranının Türkiye’yi “anayasasızlaştırma” ve “hukuksuzlaştırma” sürecine evirdiğini göstermiştir.

Artık AYM kararlarına uymamak münferit olay değil, bir “yapısal sorun” haline gelmiştir. Onlarca örnek mevcuttur.

Mevcut anayasaya uymamak iki koldan ilerliyor:
Birincisi, AYM kararlarının bütün kurumları bağlayıcılığı hükmü fiilen yok sayılıyor.
İkincisi, Anayasa’nın 90. maddesine göre AİHM kararlarının bağlayıcı ve ulusal mahkeme kararlarından üstün olduğu temel prensip, özellikle Osman Kavala davasıyla başlayan bir biçimde ayaklar altına alınıyor.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un söz konusu yazısında bu yaklaşımın “teorisi” yapılmış durumda. Türkiye’de tuzun koktuğu artık çok açık.

Cumhurbaşkanı’nın “Bu ülke yargı ülkesidir. Yargı ne derse ona uyarız” sözleri veya Demirtaş hakkında verilecek olası tahliye kararı, bu durumu değiştirmeye yönelik değildir.

Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün yerine kayyım atanmasına gerekçe yapılan suçlamalardan beraat etmiş olmasına rağmen, İçişleri Bakanlığı’nın kayyım görev süresini uzatması, yürütmenin işine gelen yargı kararlarına uymaya devam ettiğinin son örneğidir.

Kaldı ki 31 Mart seçimleri sürecinde Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonlar ve sonrasında CHP’ye karşı yargı eliyle yürütülen “teslim alma” girişimleri, yargı buhranının bu iktidar eliyle kolay kolay aşılamayacak boyutlara ulaştığını göstermektedir. Aksine büyüyeceğini gösteriyor. 

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER