Kimlik değil, liyakat
SİYASETCumhuriyet, özgürlük, eşitlik, adalet, laiklik, hoşgörü kültürü ve temel hakları barındıran bir sistemdir. Hal böyleyken var olan cumhuriyetin demokratik olmasını talep etmek yetmez mi?
Laiklik, gerçek içeriğiyle uygulanabilirse yalnızca Aleviler, Kürtler ve kadınlar değil; ihtiyacı yokmuş gibi görünen “Sünni, Türk ve erkek” toplulukların da özgürleşeceği muhakkaktır. İşte o zaman Cumhurbaşkanının da yardımcılarının da, kamudaki bütün kritik görevlere yapılacak atamaların da, taliplilerin dinine, milliyetine, cinsiyetine değil, liyakatine bakılarak karar verilir.
Ateş, Kürtler ve Türklerin kesişme noktasını simgeliyor. Türkler Ergenekon’dan çıkarken, Kürtler, Demirci Kawa’nın çıkardığı isyan sırasında haberleşmek için ateşi kullanırlar. Nevruz da, ateş yakmak ve o ateşin üstünden atlamak da bu iki halkın kurtuluşa ulaşma umudunu anlatır.
Bu açıdan bakıldığında, PKK’nın üst düzey yetkililerinin de bulunduğu bir törende silahların yakılmasının simgesel bir anlamı var.
Tören sorunsuz bitip, özellikle Kürtlerin yaşadığı coğrafyada sevinçle karşılanınca Devlet Bahçeli, "bir Kürt bir de Alevi cumhurbaşkanı yardımcısı olsun” önerisinde bulundu.
Kürtlerin ve Alevilerin kamu yönetiminde daha fazla yer tutması gerekçesiyle açıklanan öneri, çok su götürür ve muhtemelen küresel bir senaryo ile karşı karşıyayız.
Öneri, kamuoyuyla paylaşılınca ister istemez bir “Lübnanlaşma” tartışması yaşandı.
NE DEMEK LÜBNANLAŞMA?
Uluslararası politikada bu kavram, aşağılayıcı bir süreci anlatır.
Ne olmuştu Lübnan’da?
On yedi etno dini topluluğun temsilcisi konumundaki Hıristiyan ve Müslüman siyasetçilerin bir metin üzerinde anlaşması sonucu 1943’de kurulmuştu Lübnan.
İktidar, din temelli olarak pay edilmişti ve pay etme süreci, bir süre sonra siyasi bir çözümsüzlüğe ve iç savaşa yol açmıştı.
Türkiye’nin etnik yahut inanç temelli bir biçimde yönetilmesi önerisi, ne kadar “iyi niyetli” olursa olsun, terimi ilk kullananın Şimon Peres olduğu göz önüne alınırsa gösterilen tepkilerin ve dile getirilen kaygıların o kadar da haksız olmadığı açıktır.
Öte yandan “dışarı”nın etkisini göz ardı etmeden söylemek gerekir ki Türkiye, hakikaten Ortodoks bir siyasal İslamcı anlayışla yönetilmektedir. Her ne kadar anayasada, “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” şeklinde yazıyor olsa da, hayat kâğıt üzerinde yazıldığı gibi sürmüyor.
Anayasanın değişmez maddelerinden biri olan “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” görüşü, kâğıt üzerindedir. Denir ki, “devlet A4’e bakar”; fiiliyatta ise, “Sünni, Türk ve erkek egemen” bir yönetsel modelle karşı karşıyayız. Siyasal İslamcı anlayış, başta Aleviler olmak üzere kendi dini anlayışından farklı inanç yorumlarını yönetsel sürecin dışına ittiği gibi Türkiye’nin kamu yönetimi sistemine demokrasiden uzaklaştırmış bulunuyor.
Nedir çare?
Anayasada yazıldığı üzere cumhuriyet demokratikleştirmek mi? Yoksa sistemin kılına dahi dokunmadan, farklı dini ve etnik gruplara kamu yönetimi mekanizmasında pozisyon vermek midir?
Genel kanaat şudur ki Kürtler, Kürtlüklerini inkar ettikleri sürece kamu yönetiminde pozisyon tutabiliyorlar; aleviler ise ağızlarıyla kuş tutsa dahi kamudaki hiçbir kritik göreve getirilmiyorlar. Hatta yazılı sınavlarda ne kadar yüksek not alırlarsa alsınlar, herhangi bir kamu kurumunda işe girmelerinin dahi giderek zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz.
Başta Aleviler olmak üzere “az olan inançların”, Osmanlı tarihi boyunca “ölümü görüp”, Türkiye Cumhuriyeti uygulamaları nedeniyle “sıtmaya razı olmak” durumunda kalmaları, laikliği gereksiz kılmaz. Tam tersine laiklikle ifade edilen alan çok özel bir alandır.
LİYAKAT YOKSA KAMU YÖNETİMİ ÇÖKER
Bir sorun olduğu muhakkak ama çözüm, Cumhurbaşkanlığı yardımcılığı görevini etnisite ve inanç temelli dağıtmak mıdır?
Demokrasi varsa inançları ve etnisiteleri farklı gruplara kadro dağıtılmaz. Çünkü demokrasi, herkesin, hiçbir baskıya uğramadan, kendisini ifade etmesinin, inancını yahut inançsızlığını yaşamasını sağlar. Bu sürecin güvencesinin de laiklik olması gerekir. Özgürlükçü bir laiklik varsa, kamu yönetiminde görev almanın tek ve zorunlu koşulu, liyakattır.
Cumhuriyet, özgürlük, eşitlik, adalet, laiklik, hoşgörü kültürü ve temel hakları barındıran bir sistemdir. Hal böyleyken var olan cumhuriyetin demokratik olmasını talep etmek yetmez mi? Neden ayrıca bir laiklik vurgusuna ihtiyaç olduğu sorusuyla karşılaşıyoruz.
Hatta deniyor ki “anayasada var olan laikliğe laiklik denmez; her iktidar, toplumun dini inancını kendi çıkarları doğrultusunda kullandı. Dolayısıyla laikliğin bizi getirdiği nokta sorunludur. Bizim talebimiz demokratik cumhuriyet olmalı ve cumhuriyet demokratikse laikliğe özel vurgu gerekmez.”
Başta Aleviler olmak üzere “az olan inançların”, Osmanlı tarihi boyunca “ölümü görüp”, Türkiye Cumhuriyeti uygulamaları nedeniyle “sıtmaya razı olmak” durumunda kalmaları, laikliği gereksiz kılmaz. Tam tersine laiklikle ifade edilen alan çok özel bir alandır.
Çünkü bu, “demokrasi varsa kadın hakları da vardır; dolayısıyla kadınların hak talebinde bulunmasına gerek yoktur” gibi saçma bir sonuca da ulaştırır bizi.
Esas mesele, herkesin kendi talebini dile getirmesi ve başkasının talebine hoşgörüyle yaklaşıyor olabilmesidir. Kadınlar hak eşitliği talebini, farklı etnisiteler dil ve kültürlerinin korunup geliştirilmesi talebini yükseltirken, inanç alanında “az” konumunda olanların laikliğe vurgu yapması kıymetlidir. Benimsenip yükseltilmelidir.
EVRENSEL LAİKLİK, BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLERİN GÜVENCESİDİR
Öte yandan laiklik, din ile ilişkili bir kavram olmakla birlikte inanç özgürlüğünün ötesinde bir anlam içerir. İnanç özgürlüğünün ötesi, inanmama ile birlikte düşünce ve ifade özgürlüğünü de kapsar. Hakaret ve aşağılamaya varmadığı sürece eleştiri hakkının da güvencesidir. Bu anlamıyla laiklik, farklı din ve inançların ortak kesişme noktasıdır. Evrensel laikliğin açık anlamı da, kamu yönetiminin herkese eşit uzaklıkta olmasıdır. Bir başka ifadeyle herkesin kendisini var etmenin güvencesidir laiklik.
Yapılması gereken şey, özgürlükçü laik karakterini öne çıkartmak, böylece inançlar, milliyetler ve cinsiyetler çerçevesinde herkesi birbirine eşitlemiş olmaktır. Söz konusu olan çok yalın ama çok yaşamsal bir ihtiyaçtır.
Devlet, bütün inançlara, bütün etnisitelere eşit uzaklıkta duracak.
Laiklik, gerçek içeriğiyle uygulanabilirse yalnızca Aleviler, Kürtler ve kadınlar değil; ihtiyacı yokmuş gibi görünen “Sünni, Türk ve erkek” toplulukların da özgürleşeceği muhakkaktır. İşte o zaman Cumhurbaşkanının da yardımcılarının da, kamudaki bütün kritik görevlere yapılacak atamaların da, taliplilerin dinine, milliyetine, cinsiyetine değil, liyakatine bakılarak karar verilir.
Ne diyor Nazım?
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim . . . "
İlginizi Çekebilir