© Yeni Arayış

İslam Dünyası ve Müslüman ülkeler deneyimleri bir gerçeğe tekabül etmiyor

İslam Dünyası ve Müslüman Ülkelerden söz edebiliriz ama bunların birlikte hareket etme kabiliyetini haiz bir grup oluşturduğu zehabına kapılmayalım, dış siyasetimizi de bu ülkelerin ulus devletler olduğu gerçeği üzerine kuralım.  İslam Dünyası ve Müslüman Ülkeler deyimleri herhangi bir ampirik gerçeğe tekabül etmiyor.

Geçen yazımızda insanlarımızın demokrasi kelimesini cömertçe ama anlamı üzerinde düşünmeden kullandıklarını ve aslında demokrasiye bağlı kalmayan kişileri demokrasi kahramanı ilan ettiklerini ifade etmiştik. Gelin bu tartışmamızı başka kavramları da nasıl itinasızca kullandığımızı inceleyerek devam ettirelim. Bu hafta ele almayı önereceğimiz ibare “İslam” ile ilgili. Biz “İslam Dünyası,” “İslam Ülkeleri” türü ifadeleri sıkça kullanıyoruz ve bu deyimlerin aslında var olan bir birliğe tekabül ettiklerini varsayıyoruz. Eğer “İslam Dünyası” derken sadece dünyada İslam dinini benimseyen insanlardan söz ediyorsak, ya da “İslam Ülkeleri” dediğimiz zaman sadece ülke nüfusunun çoğunluğunu İslama inandığını söyleyen ülkeleri kast ediyorsak, buna itirazım yok. Ancak, yanılmıyorsam, bu ifadeleri kullanırken, sanki birlikte hareket etme kabiliyetini haiz varlıklardan söz ediyormuşuz gibime geliyor ki, böyle bir şey yok.

Bir kere “İslam Dünyası” ifadesi tam bir hayal çünkü karşımızda ortak kimliğinin bilincinde olan ve bir arada hareket etme kabiliyetini haiz olan bir varlık yok. Zaten böyle bir ifadenin anlamlı olabilmesi için “Hrıstiyan Dünyası” veya “Budist Dünyası” gibi karşılıkları olması gerekirdi ki, böyle ifadeler bulunmuyor. Sanıyorum, bazı kimseler böyle bir dünya olduğunu, bu dünyanın bir arada hareket etmesi gerektiğini düşündükleri, daha doğrusu temenni ettikleri için, sanki böyle bir dünya varmış varmış gibi konuşuyorlar. 

İslam Dünyası sözünün geçersizliğini en yakından tanıyan ülkelerden birinin Türkiye olması gerekiyor. Bildiğiniz gibi, bu dünyanın halifesi olduğunu iddia eden Osmanlı Sultanına karşı onu tanımayan ve bu sıfatın kendilerine ait olması gerektiğini savunan, en azından Türk halifenin otoritesini tanımayan MekkeEmiri Şerif Hüseyin önderliğinde bir Arap isyanı çıkmıştı. Şerif Hüseyin amacına ulaşmak için İngilizlerle işbirliği yapmakta da herhangi bir sakınca görmemişti. Fakat olay Türkiye hilafeti fesh edince daha da eğlenceli bir boyut kazandı. Öyle anlaşılıyor ki, Mısır kralı Faruk’tan tutun, Suudilere kadar uzanan bir gönlünde aslan yatanlar ordusu göreve talip oldu. Tahmin edeceğiniz gibi herhangi bir isim üzerinde anlaşma olmadı ve kurum sona erdi. Hemen ekleyelim, zaten Şii dünyası Hilafeti bir Sünni kurumu olarak gördüğü için tanımıyordu.   

İsterseniz olmayan İslam dünyasını bir yana bırakalım da,nüfusun çoğunluğu Müslüman olan ülkelere yönelelim. Önemli sorumuz şu: Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler, sadece bu nitelikleri dolayısıyla birlikte hareket etme, hiç olmazsa bazı konularda ortak tavırlar sergileme gereğini duyuyorlar mı? Öyle olması gerekir diyenler var ama görülebildiği kadarıyla bu ülkelerin her biri aynı zamanda ek bir etnik kimlik kazanmış ulus devletler. Uluslararası siyasette kendilerine ulusal çıkar kavramı yön veriyor. Nüfusun ortak bir dini paylaşması ülkelerin dış siyasetini yönlendirmekte önemli bir rol oynamıyor. Buna şaşıralım mı? Sanmıyorum. Dini bakımdan nispi birlik sergileyen fakat nüfusu Müslüman olmayan ülkelere baktığınız zaman da aynı olguyu görüyorsunuz. Ülkeyi yönetenlerin tanımladığı şekilde ulusal çıkar, dış siyaseti büyük ölçüde şekillendiriyor.

İsterseniz gelin şu anda cereyan eden bazı çatışmalara bakalım ki, ulusal çıkar kavramının yönlendiriciliğini daha iyi görelim. Örneğin, siz bu satırları okurken Sudan’da kan gövdeyi götürüyor. Çatışan taraflara baktığınız zaman iki taraf da Müslüman. Taraflardan birini, ki galiba en fazla ölümden sorumlu olan gaddar bir komutan, Birleşik Arap Emirlikleri Amerika’dan silah tedarik ederek destekliyor. Buna karşılık, merkezi hükümeti destekleyen Katar var. Savaş uzun süredir devam ediyor. Her ülke, kendine göre tanımladığı çıkarını güdüyor, Müslüman olduğu bilinen zevat hem birbirini hem de bir sürü günahsız insanı öldürüyor.

Benzer bir karışıklığın Libya’da yaşandığını daha yakından tanıyoruz. Ülkenin Doğusu Halife Hafter’in egemenliğinde, Batısında ise Dibeybe hükümeti hüküm sürüyor. Parlamento Doğu’da, Birleşmiş Milletlerin meşruiyetini tanıdığı hükümet ise Batıda. Türkiye önceleri tamamen Batı’daki hükümeti destekliyordu. Ancak Libya ile Akdeniz’de sınırı çizilen özgün iktisadi alanın sınırlarını belirleyen anlaşmanın Libya parlamentosunun onayından geçmesi gerektiği anlaşılınca, ülkemiz iki tarafla da anlaşma yollarını aramaya, hatta ikisinin arasını bulmaya yöneldi. Hala da buna gayret ediyor çünkü sınırları belirleyen anlaşma henüz parlamentodan geçmiş değil. Sizce acaba Hafter mi yoksa Dibeybe mi daha Müslüman diyesoracak olsam, “Hadi canım sen de!” dediğiniz duyar gibi oluyorum Haklısınız. Ben sadece dinin değil çıkarın belirleyici olduğunu göstermek istedim.

Din kardeşliğinin sonuç getirici olmadığını Türkiye muhtelif tecrübeler sonucu öğrenmiş olmalı. Hatırlatayım. 1973’te OPEC kuruldu ve dünyada akaryakıt fiyatları birdenbire yükseldi. Dış alem gelirleri zaten düşük olan buna karşılık giderek daha fazla enerji tüketen ülkemiz büyük sıkıntılara gark oldu. O sırada hükümete ortak olan dindar parti Milli Selamet Partisi’nin genel başkanı Erbakan Hocamız kendisinin çare bulacağını söyledi. Hocamıza göre Suudiler kendisini tanır ve severlerdi. Şayet Suudi Arabistan’a gider ve kraldan ülkemize ucuz petrol vermesi için ricada bulunursa, onu kırmazlardı. Dış ödemeleri kolaylaştırmak için her çareye başvurmayı benimseyen hükümet, Hocamızı kırmadı ve onu Suudi Arabistan’a yolcu etti.

Hocamız herhalde itibar gördü ama din kardeşimiz Suudi Arabistan petrol fiyatlarında herhangi bir indirim yapmadı, neticede hocamız eli boş döndü. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Suudiler OPEC’in kuruluşunda öncülük eden bir devletti. Üstelik, bir ülkeye indirim yapsalar, benzer durumda bulunan diğer ülkelerin de indirim isteyeceğini tahmin etmek için kahinolmaya gerek yoktu. Neticede Suudi ulusal siyaseti uygulandı. Belki baştan itibaren hocamıza yorulmanıza gerek yok denilebilir, böylece ülkenin namusu kurtarılabilirdi ama hocamız bu sefer “Ben indirim sağlayacaktım, engellendim” diyecek korkusu ile, aslında olmayan bir Müslüman dayanışması deneyi yapılmış oldu. 

Sözü Hocamızdan açmışken, bir girişimini daha hatırlatalım. Hocamız, nüfusu Müslüman olan ülkeler arasında daha fazla ticaret yapılsın, daha yüksek bir iktisadi dayanışma sergilensin diye bu amaca dönük bir örgüt kurulmasını tavsiye etti. Nüfusu nispeten  kalabalık ve Müslüman unsuru büyük olan sekiz ülkenin liderleriyle temas kuruldu, hepsi böyle bir girişimi destekleyeceklerini belirttiler. Türkiye’nin önderliğinde D-8 adı verilen bir örgüt kuruldu. Peki sonra ne oldu? Hiç. Bizim Dış İşleri girişim başarılı olsun diye belirli gayret gösterdiyse de,diğer ülkeler örgütü ciddiye almadılar. Türkiye’yi kırmak istemedikleri için öneriyi benimsemiş gözükmüşler, ama bu örgüte siyasetlerinde fazla yer vermemişlerdi. Şimdi hayatta olmayan fakat görevde iken D-8 ile ilgilenen dostum rahmetli bir büyükelçi, “Bu kuruluş pek bir işe yaramadı, amacını da gerçekleştiremedi ama üye ülkelerden bize çok miktarda istatistik geldi, neler yaptıklarını, ekonomilerinin nereye gittiğini, dış ticaretlerinin bileşimini filan gördük, o şekilde faydalandık,” dedi.

Görüyorsunuz, dinin uluslararası alanda birlikte hareket etmek için bir gerekçe oluşturduğunu ileri sürmek romantik bir özlem ama sonuç getirmiyor. Şu sıralarda çok yakından izlediğimiz Filistin konusunda Arap kardeşlerimizin her birinin kendine göre farklı bir siyaset izlediğini görüyoruz. Çoğunluk itibariyle, bir an önce Gazze çatışmalarının sona ermesini ve İsrail ile daha dostane ilişkiler kurulmasını arzuladıklarını muhtelif şekillerde gözlemek mümkün. Kaldı ki, uluslararası alanda faal olan Mahmut Abbas rejimi Doğu Akdeniz’de ülkemizi destekleyen bir tutum sergilememiş, Rum Kıbrıs ve Yunanistan’a daha yakın durmuştur. İsrail’in yaptığı insan hakları ihlalleri karşısında isyan etmemiz ve Gazze ahalisi başta olmak üzere Filistinlilere destek çıkmamız doğrudur. Ancak bunu İslam dayanışmasından ziyade insan hakları temeline oturtursak, daha sağlam bir savunma hattı kurmuş oluruz. Yoksa Gazze’de insan haklarından bahseden Müslüman nüfusu yüksek ülkelerin kendilerinin insan haklarına saygı göstermek konusunda pek başarılı olmadıkları sır değildir. 

Sonuç: İslam Dünyası ve Müslüman Ülkelerden söz edebiliriz ama bunların birlikte hareket etme kabiliyetini haiz bir grup oluşturduğu zehabına kapılmayalım, dış siyasetimizi de bu ülkelerin ulus devletler olduğu gerçeği üzerine kuralım.  İslam Dünyası ve Müslüman Ülkeler deyimleri herhangi bir ampirik gerçeğe tekabül etmiyor.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER