İmamoğlu’nun X hesabının kapatılmasının ardından: Özgürlük veya denetim alanı olarak Sosyal Medya
SİYASET8 Mayıs’ta İmamoğlu’nun X (eski Twitter) hesaplarının kapatılması ise, Türkiye’de dijital alanların devlet kontrolüne açılması yönündeki endişeleri yeniden gündeme taşıdı.
İmamoğlu’nun hesabına neden erişim engeli getirildi? İmamoğlu’nun hesabının kapatılması sadece teknik bir sansür değil, aynı zamanda siyasal gündemin kontrolüne dair bir müdahaledir. Tutuklu olmasına rağmen sosyal medya aracılığıyla görünürlüğünü sürdürebilmesi, kamuoyu ilgisini üzerinde tutması iktidar açısından ciddi bir risk olarak görülmüş olmalı.
Bir zamanlar özgürlüğün simgesi olan dijital platformlar, şimdi siyasi gücün gölgesinde şekilleniyor. İmamoğlu’nun dijital varlığına müdahale, bu dönüşümün çarpıcı bir göstergesi.
19 Mart 2025’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp daha sonra tutuklanması Türkiye’yi yeni bir siyasi kriz dönemine sürükledi. Bu gelişme, 2013 Gezi Parkı protestolarını anımsatacak ölçüde geniş çaplı bir halk tepkisini tetikledi. Sokaklardaki gösterilerin yanı sıra dijital mecralar da bu tepkilerin örgütlenmesi ve yayılmasında belirleyici bir rol oynadı. 8 Mayıs’ta İmamoğlu’nun X (eski Twitter) hesaplarının kapatılması ise, Türkiye’de dijital alanların devlet kontrolüne açılması yönündeki endişeleri yeniden gündeme taşıdı. İletişim Başkanlığı'na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, bu erişim engelini 24 Nisan’da yapılan bir paylaşımın “suç işlemeye alenen tahrik” oluşturabileceği gerekçesiyle savundu.
Bu son gelişmeden sonra şöyle bir geriye dönüp Türkiye ve dünyadaki sosyal hareketlerde sosyal medyanın nasıl bir rol oynadığını hatırlamakta fayda var. Nitekim, bu sosyal hareketler ve geniş çaplı protestolar sadece sokaklarda değil aynı zamanda dijital mecralarda hayat buluyor. Bu nedenle internet sansürü, dezenformasyon kampanyaları ve hükümetlerin dijital platformlar üzerindeki artan denetimi, protesto hareketlerinin doğasını ve sınırlarını yeniden tanımlayan temel dinamikler haline geldi.
İnternetin demokrasiyle ilişkisi 1990’ların sonlarından itibaren yoğun biçimde tartışılmaya başlandı. O dönemde iki zıt görüş hâkimdi. Bir görüş, internet üzerinden kendini ifade edebilen ve daha aktif bir şekilde siyasete katılan yurttaşlar sayesinde bir Atina demokrasisinin artık mümkün olacağını savunuyordu. Diğerleri ise bu yeni teknolojinin devletler tarafından yurttaşları kontrol etmek ve gözetlemek için kullanılacağını ve George Orwell’in 1984 (1) kitabında tasvir ettiğine benzer baskıcı totaliter rejimlerin doğabileceğini öne sürüyordu. Bu ütopik ve distopik iki uç yaklaşımı reddedenler ise teknolojinin her iki şekilde de kullanılabileceğinden bahsediyordu. 1995’te yayınlanan “Orwell in Athens: a Perspective on Informatization and Democracy”(2) başlıklı kitap aslında bu iki senaryonun nasıl iç içe geçebileceği konusunda bizlere erken bir değerlendirme sunmuştu.
Geçtiğimiz on yıl içinde bu yasal düzenlemeler, sosyal medyanın muhalifler için güvenli bir alan olma niteliğini giderek zayıflattı. Platformların hükümet taleplerine boyun eğmesi, içerik kaldırma ve hesap kapatma uygulamaları, dijital mecralarda muhalefeti zorlaştırdı.
Arap Baharı, Occupy Wall Street ve Gezi
Türkiye’de sosyal medyanın demokratik katılım aracı olarak ilk kez güçlü biçimde devreye girmesi Gezi Parkı protestolarıyla oldu. Tıpkı Arap Baharı ve Occupy Wall Street hareketlerinde olduğu gibi, geleneksel medyanın suskunluğu karşısında insanlar haber alma, örgütlenme ve kendini ifade etme ihtiyacını sosyal medyada giderdi. Sosyal medyanın bu özgürleştirici potansiyeli akademik dünyayı o kadar heyecanlandırdı ki, örneğin, demokrasinin önde gelen kuramcılarından Larry Diamond, Liberation Technology(3) başlıklı kitabında dijital medyanın otoriterliğe karşı güçlü bir direnç alanı sunduğunu savundu. Akademik çevrelerde geniş yankı uyandıran bu çalışma, internetin özgürlükle özdeşleştirildiği dönemin en çarpıcı örneklerinden biri denebilir. Arap Baharı’nda sosyal medyanın rolünü inceleyen bir BBC belgeselinin başlığı ise Facebook Revolution(Facebook Devrimi) idi. Ancak bölgede ve dünyada daha sonra olanlar bu değerlendirmelerin ne kadar abartılı ve prematüre olduğunu gösterdi.
Gezi sürecinde Twitter ve Facebook gibi platformlar, protestocular için yalnızca bir iletişim kanalı değil; aynı zamanda birer medya, arşiv ve tanıklık mecrası işlevi gördü. CNN International ile CNNTürk yayınlarının yan yana koyulduğu o meşhur ekran görüntüsü, sosyal medyanın nasıl bir boşluğu doldurduğunun simgesiydi. Twitter kullanıcı sayısının sadece iki hafta içinde 1,8 milyondan 9,5 milyona fırlaması, bu yönelimi açıkça ortaya koyuyordu. Aynı dönemde yurttaşlar VPN ile tanıştı; çünkü erişim yavaşlatmaları ve kapatmalar da başlamıştı.
Bu dönemde devletler henüz dijital muhalefete karşı nasıl bir strateji geliştireceklerini bilmiyordu. Her teknolojide olduğu gibi devletler regülasyon konusunda geriden geldi. İşte o boşluk döneminde İnternetin demokratik potansiyelini gözlemleme şansımız oldu. Ancak zamanla internetin regülasyonu konusunda önemli adımlar atıldı. Türkiye ve Rusya gibi ülkelerde bu kontrol çabaları yasalarla sistematik hâle getirildi.
Örneğin Türkiye’de 2014'te yapılan değişikliklerle, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na (TİB) mahkeme kararı olmaksızın 4 saat içinde erişim engelleme yetkisi verildi; internet servis sağlayıcılarına kullanıcı verilerini 2 yıl boyunca saklama zorunluluğu getirildi. 2019’da yapılan bir düzenleme İnternet üzerinden yayın yapan medya hizmet sağlayıcılarına RTÜK'ten lisans alma zorunluluğu getirerek yeni bir denetim mekanizması oluşturdu. 2020’de getirilen Sosyal Medya Yasası ile yabancı sosyal medya platformlarına Türkiye'de temsilci bulundurma ve kullanıcı verilerini Türkiye'de barındırma zorunluluğu getirildi. Son olarak, 2022’deki Dezenformasyon Yasası ile "halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçu tanımlanarak 1 ila 3 yıl arasında hapis cezası öngörüldü.
Bilgi Teknolojileri Kurumu’nun (BTK) yetkilerini geliştirmek üzere halihazırda gündemde olan taslak ise “milli güvenlik ve kamu yararı” gerekçesiyle mahkeme kararı olmadan herhangi bir içerik veya platformu sansürlemeyi mümkün kılıyor. “Kamu yararı” ifadesinin muğlaklığı hukukçuların ve hak savunucularının tüylerini ürpertiyor olsa gerek. Bunlar dışında son yıllarda hepimizin artık alıştığı İnternet yavaşlatma ve platform kısıtlamaları ise üstü örtük bir sansür mekanizması haline geldi. Geçtiğimiz on yıl içinde bu yasal düzenlemeler, sosyal medyanın muhalifler için güvenli bir alan olma niteliğini giderek zayıflattı. Platformların hükümet taleplerine boyun eğmesi, içerik kaldırma ve hesap kapatma uygulamaları, dijital mecralarda muhalefeti zorlaştırdı.
Manuel Castells’in işaret ettiği gibi, kalıcı ve etkili bir toplumsal dönüşüm için dijital mekânların fiziksel alanlarla birleşmesi gerekir. Türkiye’de baskılar her iki alanda da yaşanırken, bu iki alanı birlikte kullanan bir mücadele her zamankinden daha çok gerekli.
Türkiye’deki gelişmeleri değerlendirirken sosyal medya platformlarının kendi evrimlerini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. 2022 yılında Twitter’ın Elon Musk tarafından satın alınması önemli bir dönüm noktası oldu. Mutlak ifade özgürlüğü savunucusu olduğunu iddia eden Elon Musk, bu gerekçeyle Almanya’daki aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ı (AFD) bile savunmaktan çekinmedi. Anaakım medya kanalları bu partiye boykot uygularken Elon Musk,Almanya genel seçimi öncesinde partinin genel başkanı ile X üzerinden canlı sohbet yaptı. İfade özgürlüğünün sınırlarını bu kadar geniş tutan birisinin Ekrem İmamoğlu’nun hesabının kapatılması konusunda aceleci ve Türkiye hükümeti ile tam uyumlu davranışı oldukça tutarsız ve dikkat çekici.
Peki İmamoğlu’nun hesabına neden erişim engeli getirildi? İktidar kullanımı, insanların algılarını, tercihlerini ve arzularını şekillendirmeyi de içerir. Gündem belirleme yoluyla, güçlü aktörler hangi konuların tartışılacağını ve daha da önemlisi hangi konuların kamusal tartışmalardan dışlanacağını etkiler. İmamoğlu’nun hesabının kapatılması sadece teknik bir sansür değil, aynı zamanda siyasal gündemin kontrolüne dair bir müdahaledir. Tutuklu olmasına rağmen sosyal medya aracılığıyla görünürlüğünü sürdürebilmesi, kamuoyu ilgisini üzerinde tutması iktidar açısından ciddi bir risk olarak görülmüş olmalı.
Ancak dijital alanlar ne kadar önemli olursa olsun, sosyal hareketler ve ağ toplumu konusunda öncü bir akademisyen olan Manuel Castells’in işaret ettiği gibi, kalıcı ve etkili bir toplumsal dönüşüm için dijital mekânların fiziksel alanlarla birleşmesi gerekir.(4) Castells’in hybrid spaces (melez mekanlar) olarak tanımladığı bu kesişim hem dijital alanda hem de sokaklarda var olmanın önemini vurguluyor. Türkiye’de baskılar her iki alanda da yaşanırken, bu iki alanı birlikte kullanan bir mücadele her zamankinden daha çok gerekli.
[1] Orwell, G. (1949). 1984. Secker and Warburg.
[2] van de Donk, W. B. H. J., Snellen, I. T. M., & Tops, P. W. (Eds.). (1995). Orwell in Athens: A perspective on informatization and democracy. IOS Press.
[3] Diamond, L., & Plattner, M. F. (Eds.). (2012). Liberation technology: Social media and the struggle for democracy. Johns Hopkins University Press.
[4] Castells, M. (2012). Networks of outrage and hope: Social movements in the Internet age. Polity Press.
İlginizi Çekebilir