© Yeni Arayış

İktidarın bekası mı, ülkenin bekası mı?

Erdoğan’ın Kürtleri kendi destekçi tabanına katmak konusunda gösterdiği bu heves, geçmişte HDP’li seçmenlere karşı kullandığı şiddetin bir benzerini, bugün CHP’ye karşı kullandığı için, Kürt seçmenlere de inandırıcı, güven verici gelmiyor.

Yıllarca beka söyleminin ekmeğini yemiş, yıllardır özlemle beklenen barış sürecini yine bir beka sorunu olarak çerçeveleyerek yeni bir formatta yeniden başlatmış ve bu yolda önemli bir mesafenin de kat edilmesine önayak olmuş Devlet Bahçeli’ye saygıyla arz ederim: Ülke de, barış süreci de Erdoğan iktidarının bekası ile ülkenin bekası arasında bir tercih yapmanızı gerektiren noktaya artık ulaşmış görünüyor.

Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart sabahı gözaltına alınmasından beri, çağımızın en iç görülü politik kuramcılarından biri, belki de birincisi olan Hannah Arendt’in politik güç ve şiddet arasında yaptığı kavramsal ayrım peşimi bırakmıyor. 

Arendt’e göre, politik güç ile şiddet aynı şey değil; hatta birbirlerinin zıttı. Politik güç, farklı itikadi, düşünsel, politik aidiyetlerden gelerek, ortak bir kanaatte buluşan insanların ortak eylemliliğinden doğar. Onu oluşturan insanların özgür akılları, vicdanları ve iradelerine dayandığından kendiliğinden meşrudur—hatta Arendt’e göre politik güç, politik meşruiyetin ta kendisidir.

Buna karşılık şiddet, politik gücün zayıfladığı ya da yitirildiği durumlarda bu zafiyeti telafi etmek amacıyla devreye girer. Araçsaldır, hiçbir zaman kendi başına bir amaç olarak çıkmaz karşımıza. Dolayısıyla meşruiyetini kendisinden değil, ancak onu kullanan politik aktörün sahip olduğu (ve giderek azalan) politik güçten türetebilir. Şiddet politik gücü yok edebilir, ama asla politik güç üretemez.

İşte Türkiye’de 19 Mart gününden beri yaşadığımız şeyi, ben geçen hafta Birikim Güncel’de yayınlanan “Türkiye’de Demokrasisizlik Artık Bir Beka Sorunu” başlıklı yazımda daha ayrıntılı bir şekilde tartıştığım üzere, şiddet ile politik güç arasında bir çekişme olarak görüyorum. 

Erdoğan güç kaybettikçe, kaybettiği gücü telafi etmek için, devletin meşru şiddet araçlarını gayri meşru bir şekilde kullanarak, en güçlü rakibi Ekrem İmamoğlu’nu ve onu Cumhurbaşkanı adayı olarak gösteren CHP’yi siyaset sahnesinin dışına itmeye çalışıyor. Buna mukabil, 19 Mart’tan beri “millet iradesine sahip çıkıyor” mitinglerinde meydanları dolduran milyonlar ve onların sözcülüğünü üstlenen CHP lideri Özgür Özel, bu şiddete direniyor, onun karşısında geri adım atmıyor.

Toplumsal muhalefetin ve onun taşıyıcılığını üstlenen Özel CHP’sinin bu direnci sürdükçe, Erdoğan iktidarının politik gücü azalıyor; azaldıkça kullandığı şiddetin dozu artıyor, çeşitleniyor, pervasızlaşıyor ve akıl dışı boyutlara ulaşıyor. Ama iktidarın kullandığı şiddetin dozu arttıkça, ona direnen toplumsal muhalefetin politik gücü azalmıyor, tam aksine daha da büyüyor, kararlılığı artıyor.

Bugün geldiğimiz noktada şiddet ile politik güç arasındaki bu çekişmede her iki taraf da bir tıkanıklık, bir yenişememezlik noktasına ulaşmış durumda: Ne iktidarın şiddeti toplumsal muhalefetin politik gücünü sindirebiliyor, ne de toplumsal muhalefetin politik gücü iktidarın şiddetini durdurabiliyor. Şiddet güç, yani meşruiyet üretemiyor; güç ise şiddetin kullanılmasını engelleyemiyor…

Ve bu tıkanıklık, geçtiğimiz günlerde PKK’nin silah bırakmasıyla Kürt meselesinde barış umutlarının nihayet ete kemiğe bürünmeye başladığı bir bağlamda yaşanıyor.

İktidar, bu tıkanıklığı aşmak için iki yönlü bir strateji kullanıyor. Bir yandan şiddeti daha da artırarak, CHP ve Özgür Özel üzerindeki baskıyı büyütüyor; CHP’nin kurumsal bütünlüğünü ve iç birlikteliğini parçalamaya, böylece toplumsal muhalefetin direncini kırmaya çalışıyor. Özgür Özel’e, İmamoğlu’ndan vazgeçmesi ve onun “betona gömülmesini” kabullenmesi karşılığında, partisinin başında kalabileceği yönünde, örtülü bir ittifak daveti yapıyor.

Diğer yandan ise yeni barış sürecini, Kürt siyasal hareketini toplumsal muhalefetten koparmanın bir aracı olarak kullanmayı; böylece bu hareketi kendi destekçi tabanına katmayı ve kendi politik gücünü büyütmeyi hedefliyor.

Bununla birlikte Erdoğan’ın Kürtleri kendi destekçi tabanına katmak konusunda gösterdiği bu heves, geçmişte HDP’li seçmenlere karşı kullandığı şiddetin bir benzerini, bugün CHP’ye karşı kullandığı için, Kürt seçmenlere de inandırıcı, güven verici gelmiyor.

Ancak her iki strateji de ters tepiyor: Görebildiğimiz kadarıyla CHP ve Özgür Özel üzerindeki baskıların artması, onların da, taşıyıcılığını ve sözcülüğünü üstlendikleri toplumsal muhalefetin de direncini kırmıyor. Şiddetin artması, hedef aldığı politik gücü küçültmüyor; tam aksine büyütüyor, kararlılığını artırıyor; buna mukabil Erdoğan iktidarının meşruiyeti, dolayısıyla politik gücü, her yeni operasyon dalgasıyla biraz daha azalıyor.

CHP’ye karşı kullanılan şiddetin artması, bugünkü barış sürecinin de altını oyuyor. Zira bugün CHP’yi ve CHP’li belediye başkanlarını hedef alan baskılar, 2013–2015 yılları arasında yürütülen ilk barış sürecinin çökmesinin ardından HDP’yi, HDP’li belediyeleri ve başta Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ olmak üzere parti yöneticilerini hedef alan devlet şiddetini hatırlatıyor. Bu nedenle bugün yaşananlar, devlet şiddetinin durmadığını; yalnızca HDP’li ve DEM’li seçmenlerin iradesinden, CHP’li seçmenlerin iradesine doğru yön değiştirdiğini gösteriyor.

Bu da geçmişte, Kemal Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde, Kürt seçmenlerin iradesine yönelik devlet şiddeti karşısında sessiz kalan—hatta milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek vererek bu şiddete ortak olan—CHP’nin toplumsal tabanında yeni soru işaretleri doğuruyor: ‘Sakın Kürtler, geçmişte Kılıçdaroğlu CHP’sinin Erdoğan iktidarının dümen suyuna girerek onlara attığı kazığın bir benzerini, bugün Özel CHP’sine atmasın’ kaygısı belki bu açıklıkta dile getirilmiyor ama muhalif tabanda çoğalıyor, yayılıyor, derinleşiyor.

Erdoğan’ın AKP, MHP ve DEM’in birlikte yol yürümeye karar verdiklerine ilişkin sözleri de CHP tabanındaki bu kaygıyı somutlaştırmak ve derinleştirmek dışında bir sonuç doğurmuyor; Özel ve İmamoğlu’nun başından beri desteklediği barış sürecinin, bu ikilinin sözcülüğünü yaptığı tabanda kök salması ihtimalini daha da riske atıyor.

Bununla birlikte Erdoğan’ın Kürtleri kendi destekçi tabanına katmak konusunda gösterdiği bu heves, geçmişte HDP’li seçmenlere karşı kullandığı şiddetin bir benzerini, bugün CHP’ye karşı kullandığı için, Kürt seçmenlere de inandırıcı, güven verici gelmiyor. DEM Parti’den Pervin Buldan, Ahmet Türk ve Tülay Hatimoğulları gibi ağır topların, Erdoğan’ın sözlerini, Erdoğan’a değil, sürece destek verdikleri mealindeki açıklamalarla tekzip etmeleri, yalnızca CHP tabanına değil, kendi tabanlarına da yönelik bir güven tazeleme çabası aslında.

Velhasıl, Erdoğan’ın iktidarının bekası için başvurduğu şiddet ile, şiddet yoluyla büyütemediği politik gücünü tahkim etmeye yönelik—DEM Parti’ye, Özgür Özel’e, Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelttiği—örtülü ya da açık her ittifak daveti, yalnızca kendi politik gücünü biraz daha aşındırmakla kalmıyor; aynı zamanda barış sürecinin, Türküyle Kürdüyle, toplumsal tabanda karşılık bulmasını ve inandırıcılık kazanmasını da zora sokuyor.

Yıllarca beka söyleminin ekmeğini yemiş, yıllardır özlemle beklenen barış sürecini yine bir beka sorunu olarak çerçeveleyerek yeni bir formatta yeniden başlatmış ve bu yolda önemli bir mesafenin de kat edilmesine önayak olmuş Devlet Bahçeli’ye saygıyla arz ederim: Ülke de, barış süreci de Erdoğan iktidarının bekası ile ülkenin bekası arasında bir tercih yapmanızı gerektiren noktaya artık ulaşmış görünüyor.

Doğrudur, dere geçerken at değiştirilmez. Ama dere boğulmakta olan bir atla geçiliyorsa, at değiştirmek, dereyi sağ salim geçmenin tek yolu olabilir!

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER