Görünüşün gücü ve hakikatin çürüme ile imtihanı
SİYASETEkrem İmamoğlu davası, bir kişiyi susturma girişimi değil; hakikati boğma operasyonudur. Bu dava, adaletin mezar taşı dikilmek istenen bir sürecin adıdır.
Hakikat karanlıkta beklerse çürür; ışığa çıkarılırsa güçlenir. Bugün vatandaş olarak görevimiz, gerçeğin üzerindeki tüm gölgeleri dağıtmak ve onu herkesin gözünün içine sokacak kadar parlak kılmaktır. Çünkü adaletin olmadığı yerde güven, güvenin olmadığı yerde demokrasi yaşayamaz.
Siyasette “gerçek” ile “sahte” arasındaki fark çoğu zaman keskin değildir; aksine, bulanık, esnek ve manipülasyona açık bir alandır. Machiavelli, yüzyıllar önce “İnsanlar gözleriyle yargılar, elleriyle dokunmazlar” derken tam da bu gerçeği anlatıyordu. İnsan, hakikati kendi elleriyle yoklayıp doğrulamaz; ona sunulan, sahnelenen, servis edilen görüntüye inanır.
Gerçeğin kendisi çoğu zaman karmaşık, zahmetli ve detaylıdır; oysa görünüş basit, çarpıcı ve akılda kalıcıdır. Bu yüzden otoriter rejimler ve siyasi iktidarlar, halkın gerçeğe dokunmasını engeller; onun yerine, dikkatle hazırlanmış görüntülerle kitleleri yönetir. Böylece hakikatin yerine algı, adaletin yerine ise propaganda geçer.
Bugün Türkiye, bu tespitin en güncel ve en tehlikeli örneklerinden birini yaşıyor.
Son haftalarda ortaya saçılan sahte diploma skandalı, liyakatten uzaklaşmış, denetim mekanizmaları çökmüş, etik duvarları yıkılmış çürümüş bir sistemin rezilce bir sonucudur. Burada ortada hiç olmayan belgeler üretilmiş, imza ve mühürlerle sisteme sokulmuş, kamu görevi ve makamlar böyle bir yalanın sırtından elde edilmiştir.
Ekrem İmamoğlu’nun davası ise bu çürümüş düzenin başka bir yüzünü gösteriyor. Çürüyen sistemin bir aracı. YÖK kayıtlarında bulunan, üniversite onaylı gerçek bir diploma var. Ama iktidar bloğu, bunu “sahte” diye damgalayıp yok saymak istiyor. Burada iki tablo var: birinde olmayanı varmış gibi gösterme yalanı; diğerinde ise gerçeği yokmuş gibi gösterme çarpıtması. İlki, çürüyen sistemin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkıyor; ikincisi ise o çürüyen sistemin, halk nezdinde meşruiyetini kurtarmak için utanmazca kullandığı bir araç hâline getiriliyor.
Üstelik konu sadece bir belge tartışması değildir; bu ülkenin en çalışkan, en umut dolu gençlerinin ve onlara ömrünü adamış ailelerin hakkına da doğrudan bir saldırıdır. Yıllarca dershane sıralarında, kütüphane köşelerinde, uykusuz gecelerde alın teri döken, sınavlara girip ter döken gençlerin emeğini değersizleştiren bir zihniyettir bu. Sahte diploma üretmek, bu emeğe açık bir ihanettir. Gerçek bir diplomayı “sahte” diye damgalamak ise sadece bir kişiyi değil, o diplomaya giden tüm meşru yolları ve çabaları kirletmektir.
Bu artık basit bir hukuk meselesi değil; tam anlamıyla bir algı operasyonu. Sahte diploma skandalı birkaç gün manşetlerde tutulur, sonra üzeri örtülür. İmamoğlu’nun diploması ise haftalarca ekranlardan düşmez. Gerçek yolsuzluklar, gerçek sahtekârlıklar unutturulur; sahte bir tartışma zihinlere kazınır. Amaç, halkın dikkatini çalmak, gerçeği gölgelemek ve kafalarda kalıcı bir kuşku yaratmaktır.
Bu davayı karartan bir diğer unsur ise yargıya doğrudan müdahale. Dosyayı başından beri takip eden hâkimlerin görevden alınması, hukukun “süreklilik ilkesi”ni yerle bir eder. Bu sadece bir atama değil, adaletin bağrına saplanan bir bıçaktır. Karar ne olursa olsun, artık “müdahale edildi” şüphesi vicdanlardan silinmez. Bu, otokratik yönetimlerin en sık başvurduğu taktiktir: kritik davaların seyrini, masa başında değiştirilen hâkim-savcı listeleriyle belirlemek.
Türkiye, yargının siyasallaşması, medyanın tek sesli hale gelmesi ve muhalefetin sürekli hedef gösterilmesi sarmalına sıkışmış durumda. Bu tablo tesadüf değil, bilinçli bir stratejidir. Hukuk, basın ve devlet gücü aynı hizaya sokulup tek bir hedefe yöneltildiğinde, ortaya demokrasi değil, korku rejimi çıkar.
Ekrem İmamoğlu davası, bir kişiyi susturma girişimi değil; hakikati boğma operasyonudur. Bu dava, adaletin mezar taşı dikilmek istenen bir sürecin adıdır.
Hakikat karanlıkta beklerse çürür; ışığa çıkarılırsa güçlenir. Bugün vatandaş olarak görevimiz, gerçeğin üzerindeki tüm gölgeleri dağıtmak ve onu herkesin gözünün içine sokacak kadar parlak kılmaktır. Çünkü adaletin olmadığı yerde güven, güvenin olmadığı yerde demokrasi yaşayamaz.
İlginizi Çekebilir