© Yeni Arayış

Doğu-Batı ekseninde algılar ve kimlikler

Her ülkenin, her etnik grubun, dini cemaatin, ideolojik grubun, kısacası her “grubun” gerçeği farklıdır. Her biri kendi gerçeğini “asıl gerçek” olarak yaşar, katılmadığı görüşlere de hatalı görüşler veya mitoslardır der.

Batı’da Rönesans ve Endüstri Devrimi gibi gelişmeler yaşanırken, “Doğu” neden yerinde saymıştır? Başka nedenlerin Osmanlı düzenini tehditlere karşı yeterince yetenekli kılmamış olmalı. Yani nedenlerin nedenini aramak gerekiyor! Örneğin, Magna Carta antlaşması 1215 yılında imzalanırken Bizans’ta buna benzer bir ihtiyaç neden duyulmamıştır? Soruyu böyle sorunca cevapları da “eskilerde” aramak kaçınılmaz oluyor.

Türkiye neden “çağdaşlaşma”, “batılılaşma”, “gelişme”, “demokratikleşme” gibi alanlarda istenilen bir düzeye gelemedi, örneğin, neden bir İngiltere, bir Hollanda olamadı konusunda bugüne kadar Türkiye’de, geçmişe farklı açılardan bakarak çeşitli tezler savunuldu. Öylesine ki, sonunda bu sorunun cevabı anlamsızlığa vardı;   pek çok “neden” söz konusu olunca “temel nedenin veya nedenlerin” ne olduğu konusunda bir konsensüs sağlanamıyor. Kısacası, “neden?” havada kalıyor. 

Büyük resme bakınca bu konudaki görüşlerin iki gruba ayrıldığını söyleyebiliriz. Birinci grup, ilgili sorunları ve nedenlerini yakın tarihte, örneğin 17. veya 18. yüzyıllarda görenlerden oluşuyor. Genel bir izlenim olarak şu söylenebilir. Bu birinci gruptakiler ekonomik gelişmelere öncelik tanıyorlar. Bu bağlamda, ticaret yollarının Osmanlılar aleyhine değişmesini Amerika’dan Avrupa’ya akmış olan altını ve gümüşü, sömürgeciliği ve emperyalizmi, ülke dışından gelen siyasi müdahaleleri ve kapitülasyonları, ülke içindeki ilgili başarısız yönetimi, Osmanlı Devleti’nin belli bir tarihten sonra savaşlarda başarısız olmasını ve dolayısıyla devlet gelirlerinin azalmasını, Batı ile ekonomik alanda rekabet edecek teknolojiyi ve üretimi sağlanmamasını, ülkenin kendi burjuva sınıfını oluşturamamış olmasını sorunların nedeni olarak gösteriliyor. 

İkinci grubu, sorunları ve nedenlerini çok daha eski tarihî dönemlerde görenler oluşturuyor. Bu görüşe göre  “Doğudaki” toplumlar ve özel olarak Osmanlı ve Türk toplumları tarihi mirasları yüzünden Batı Avrupa’da yaşananları yaşamadı veya yaşayamadı.  Bu bağlamda, kimi zaman Asya Türü Üretim Tarzı yüzünden feodalizmin Doğu’da gelişmemiş olduğu, kimi zaman Türklerin göçebe geçmişi veya İslam etkisi sorunların temel nedeni sayıldı. Bu gruptakiler Batı ile kıyaslamalar yapmak ve Rönesans, Aydınlanma, Reform gibi hareketleri hatırlatarak, ekonomiden çok “kültürel” diyebileceğimiz nedenlerde söz etme eğilimindedirler. 

Bu iki grubu siyasi ve ideolojik açıdan değerlendirmek kolay değil. Önce birinci gruba daha yakından bakalım. Solda olanların ekonomiye ağırlık vermeleri “normal” sayılmalı, çünkü sola göre ekonomi “alt yapıdır”, yani toplumsal gelişmelerin temelidir. Ancak solda olmayanlar da, örneğin milliyetçiler de ekonomiye ve yakın tarihe odaklanma eğilimini sergiliyorlar; söylemleri de “anti-sömürgeci” ve “antiemperyalist” olabiliyor. Sağ, sol veya liberal olanlar siyasi ve ideolojik karşıtlık yaşamalarına karşın Batı ve etkileri konusunda uyum sergilemeleri “yaşanan dönem” temelinde açıklanabilir. Türkiye’nin son yüzyılı, millilik dönemidir: milli savaşlar kritikti, milli bir devlet kuruluyordu ve sorun olarak “batılı güçler” ön saftaydı. Toplumsal algıda “sorun”, tehdit oluşturan Batı ve Batı ile ilişkilendirilen sömürgecilik, emperyalizm, işgal, sömürü gibi kavramlardı. Algılar ve yorumlar millilik temelinde birleştirici olmuş; hatta içselleştirilmiş görüş olmuştur diyebiliriz. 

Kapitalizmin neden olduğu toplumsal gerilimler, karışıklıklar ve hele ilk dönemindeki sefalet Osmanlı toplumu içinde  “Batı’dan” farklı algılandı. Batı’da yaşananlar toplumun bir iç sorunu olarak algılandı; oysa Osmanlı toplumu içinde – ve emperyalizmin etkisinde kalmış pek çok toplumda – kapitalizm ve etkileri “dış müdahale” olarak yaşandı. Bu doğaldı, çünkü bu yeni ekonomik düzen yurt dışından gelmişti, ister özenerek ithal edilmiş olsun, ister zorla dayattırılmış. Bunun doğal bir sonucu olarak Batı’da tepkiler ülke içine dönük oldu ve arayışlar oraya yönlendirildi; Osmanlı toplumu içinde ise tepkiler “Batı’ya” yönlendirildi. Belki bu şemayı biraz zorlayarak şu da söylenebilir: Batı’da sınıf mücadelesi ve sosyalizm gibi hareketler öne çıktıkça, Doğu’da “antiemperyalist” söylem ve milliyetçi tepkiler “çare” olarak daha belirgin oldu. Tabii birinci şıkta “yeni bir düzen” için arayışlara girişildikçe, ikinci şıkta “ötekine” karşı tepkisel ve savunmacı bir karşı çıkma ve tutuculuk beslendi. Tabii içe dönük ve güvensiz bir milliyetçilik de. 

Böyle bir yorumla “Batı” pek çok sorunun ve geri kalmışlığın da nedeni sayıldığında durumun bir de milli kimlik boyutu oluşuyor demektir: Batı ötekileştiriliyor, kimi zaman günah keçisine de dönüştürülüyor. Bu algıya oksidentalizm denebilir; yani oryantalizmin karşıtı. Geçmiş, milli paradigmanın temelinde ele alınıyor; yorumlar savunmacı oluyor.  Tarihî geçmiş bu yeni ideolojiye göre yeniden yapılandırılıyor. Gerçeklerle hayali geçmiş harmanlanıp tarihin “son versiyonu” yazılıyor. Sonunda, Batı geri kalmışlığın bir nedeninden de öte, bugün de “karşı olduğumuz” bir simgeye dönüşüyor.  Doğu-Batı ekseninde bir gerilim dünyası ve simgesel bir Batı algısı doğmuş oluyor. 

Her ülkenin, her etnik grubun, dini cemaatin, ideolojik grubun, kısacası her “grubun” gerçeği farklıdır. Her biri kendi gerçeğini “asıl gerçek” olarak yaşar, katılmadığı görüşlere de hatalı görüşler veya mitoslardır der.

Yani Doğu-Batı kavramı ve gerilimi ve bunlarla ilişkili kültürel, siyasi ve ideolojik tartışmalar, gerçekliğinin ötesinde, milli kimlikle ilgili hayali bir boyutu da var.  Bu algı, bu alanın duygusal yanıdır. Sonunda “Batı’ya karşı olmak” gibi genel bir anlayış, taraf seçmek gibi bir işlevi oluyor; ve biz-öteki anlayışının temelini oluşturup özet olarak “Batı karşıtlığı” biçiminde ortaya çıkıyor. Olaya bu duyguyu yaşayanlar açısından baktığımızda bir “milli bilinç” söz konusudur; bu duyguları paylaşmayanlar ise bu “bilinçten” yoksun kimseler olarak anlaşılıyor. 

Bu “genel” algı sayılarla da ifade edilmiştir. Örneğin, 2014 yılındaki Pew Research Center’in, dünya çapındaki ABD “karşıtlığı” konusundaki araştırması şu ülkeleri öne çıkarmıştı: Mısır (85%), Ürdün (85%), Türkiye (73%), Rusya (%71), Filistin (66%) ve Yunanistan (63%). Devamında Pakistan ve Lübnan var. 

İlginç olan, Batı’nın amiral gemisi ABD’ye karşı olan ilk altı ülkenin Müslüman ve Ortodoks Hristiyan ülkeler olmasıdır. ABD’ye karşı olmayan ve en büyük sempatiyi besleyen sekiz ülke ise sırasıyla şunlar: Filipinler, Güney Kore, Kenya, El Salvador, İtalya, Gana ve Vietnam. Yani aralarında Müslüman veya Ortodoks Hristiyan bulunmuyor. Bu sempati ve antipatilerin geçmişle, sömürgeleşmeyle, emperyalizmle, sömürüyle açıklanması olanaklı değil. ABD’ye ve Batı’ya sempati duyanların çoğu bu “kötü geçmişi” fazlasıyla yaşadı! Ayrıca ABD’ye karşı olan Türkiye ve Yunanistan seksen yıldır ABD’nin müttefiki! “Tercihlerin” nedenlerini tarihte değil, tarihin yorumunda, yani her ülkenin milli “hikâyesinde”, geçmişin kurgusunda ve ideolojik bakışında aranması daha doğru olsa gerektir.

Doğu-Batı sorununu geçmişte yaşanmış olanlara dayanarak açıklamak yerine, bu yaşananların ne tür bir ideoloji temelinde yorumlandıklarına bakmamın nedeni, bu alanda karşılaşılan çelişkilerin ancak böyle açıklanabildiği içindir. 2021 yılındaki bir yazımda Türkiye gibi Yunanistan’da da yaşanan bu “Doğu-Batı gerilimini” bir paradoks olarak ele almıştım. Bu alanda alışılagelen söylem, anlamsızlığa varan çelişkiler içermekte. Örneğin, Batı karşıtlığını dile getirenler, kendilerinin Doğu ülkesi olduklarını da kabul etmemekte, yerlerinin Avrupa’da, yani Batı’da olduğunu iddia etmektedirler. Kimi zaman Batı’da dile getirilen ve ırkçılık içeren  “siz bizden farklısınız” biçimindeki iddialara karşı çıkılmakta, ama aynı zamanda “farklılığımız” da hep vurgulanmaktadır. Batı hem müttefikimizdir hem “bize karşıdır”. Türkiye’ye göre Batı “ikiyüzlüdür” ve bize karşı çıkmaktadır; Yunanistan’a göre de Batı “ikiyüzlüdür” çünkü Türkiye’den yanadır. “Batı” kavramı ayrıştırmalar içermeyen bir bütünlük olarak algılanmaktadır, yani bir kod adı gibidir. Batı’nın sınırları belirsizdir; örneğin, Balkanlar Batı mıdır? Batı ile ilgili tarihî veya güncel olumsuz yargılar ve suçlamalar bir mağduriyet, sitem ve talepler paketi aracına dönüşmektedir.

Yani Doğu-Batı ilişkileri ve Türkiye’nin neden “çağdaşlaşmadığı” konusunun, görünenlerden öte başka boyutları da var. Konular geçmiş dönemlerle ilgili olduğu durumlarda bile, kıstaslar, kaygılar, beklentiler ve bunların yorumları günceldir. Geçmiş bugünün insanları tarafından bugünün anlayışı ile ele alınıyor. Ve bugünün insanları bunu milli kimliklerinin anlayışıyla yapıyorlar. Kaçınılmaz olan bu durum tabii ki “normaldir” ve zamanımızda alışılagelen yaklaşımdır. Olumsuz yanı bunun bilincinde olmadan Batı’nın tarafsız bir biçimde tarif edildiğine inananların çoğunlukta olması. 

Bu çoğunluğun karşısında azınlıkta kalanlar kimlerdir? Var mı böyleleri? Bu soruların cevapları konuyu farklı bir alana taşır: Milli kimlik, uluslararası ilişkilerle ilgili konularda ne tür bir rol oynar, etkileri nedir? Bu “rol ve etkiler” çevremizde öylesine yaygın ki bunları doğal sayıp sorgulamayız bile. Her ülkenin, her etnik grubun, dini cemaatin, ideolojik grubun, kısacası her “grubun” gerçeği farklıdır. Her biri kendi gerçeğini “asıl gerçek” olarak yaşar, katılmadığı görüşlere de hatalı görüşler veya mitoslardır der.

Ülkelerin gelişme/gelişmeme konusu böylesine dal budak salmışken biraz felsefi diyebileceğimiz başka bir parametreyi de hatırlatayım. Τürkiye’nin gelişememe nedenlerini yakın tarihte ve özünde ekonomide görenler hatalı değiller; yeter ki ne dedikleri doğru anlaşılsın ve çözümler yanlış alanlarda aranmasın. Yukarıda sıraladığım emperyalizm, kazanılmayan savaşlar, kötü yönetim, kapitülasyonlar gibi sıkıntılar geri kalmayı hızlandırmış olabilir; ama bir soru cevaplandırılmamış oluyor: Batı’da Rönesans ve Endüstri Devrimi gibi gelişmeler yaşanırken, “Doğu” neden yerinde saymıştır? Başka nedenlerin Osmanlı düzenini tehditlere karşı yeterince yetenekli kılmamış olmalı. Yani nedenlerin nedenini aramak gerekiyor! Örneğin, Magna Carta antlaşması 1215 yılında imzalanırken Bizans’ta buna benzer bir ihtiyaç neden duyulmamıştır? Soruyu böyle sorunca cevapları da “eskilerde” aramak kaçınılmaz oluyor.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER