Doğru duvar yıkılmaz
SİYASETYolsuzluğu kim yapıyor, rüşvet çarkını kim işletiyor ve kim görmezden geliyorsa karşısında durmak, boyun borcu olmakla birlikte ABB’ye yönelik bu operasyonun, adı olası Cumhurbaşkanı adayı olarak geçen ABB Başkanı Mansur Yavaş’ı “acaba” sorusuyla lekelemek amacı taşıyor olabilir mi?
İkiz kardeş gibidir rüşvet ve yolsuzluk; biri olmadan diğeri olmaz. İkisinin gerçekleşmesi için bürokrat ve tüccar ikilisinin işbirliğine ihtiyaç vardır. Siyaset de hem bu süreci kolaylaştıran bir işlev görür hem de eşitsiz bir rekabet sürecinde bu ikilide yararlanır. Hiç kuşkusuz bu tarz tutumlara tevessül etmediği için girdiği siyasetin dehlizlerinde kaybolup gidenleri tenzih edelim.
Bugünün işi değil, rüşvet ve yolsuzluk; her ikisi de, tarihte iz bırakmış birer toplumsal hastalık olarak kökü, neredeyse tarihin başlangıcına kadar iniyor. Bu özelliği nedeniyle de bir çeşit hegemonya kurma aracı olarak da görülüyor.
Anlamamız gereken o ki tarihin her aşamasında insanlığa bulaşan bir hastalık olarak biliniyor. Türkiye’de rüşvet üzerine yaptığı derinlikli araştırmasıyla bilinen Ahmet Mumcu, rüşveti, “en eski sosyal dert” olarak tanımlıyor. Devlet örgütünün kayda geçtiği ilk günden bu güne uzanan bir geçmişi var ve her seferinde yeni bir yöntemle karşımıza çıktığını görüyoruz.
BALIĞIN OLTASINDAKİ YEM GİBİDİR RÜŞVET…
Kısacası uzun süredir insanlığın henüz tam bir çözüm üretemediği bir hastalıkla aynı ortamı teneffüs ediyoruz. Hastalığa bulaşanların nasıl “göklere çıkartıldığını”, hastalığa karşı mücadele edenlerin ise nasıl kaybolup gittiklerine tanıklık ettiğini biliyoruz
Rüşvet ve yolsuzluğun ilk izlerine M.Ö. 4 bin yıllarında rastlıyoruz. Arkeolog, araştırmacı Veysel Donbaz, incelediği ve halen İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen bir Sümer tabletinde, okulunda başarısız öğrencilerinden birinin ailesi, çocuklarını başarılı göstermesi için öğretmeni evlerine davet edip yedirip içirdikleri ve türlü hediyeleri verdiklerini yazıyor.
Sonra ne mi olmuş?
Bu olaydan sonra sınıfın başarısız öğrencisinin, birdenbire sınıfın en başarılı öğrencisi haline gelmiş olmasına umarım şaşırmamışsınızdır; hatta sınıf başkanı olmasına da… Zira aradan geçen bunca zamandan sonra çok da “masumane” görünüyor bu olay.
Yıllar, hak edenin elendiği, hak etmeyenin elinin güçlendiği yolsuz ve rüşvet yöntemiyle tanıştırıyor bizi.
Yolsuzluklar ve rüşvet üzerine araştırmalarıyla tanınan Pierre Pean, insanlık tarihinde bilinen belgelenmiş ilk rüşvetin M.Ö. 2000 yılında gerçekleştiğine dikkat çekiyor.
Mesele, bir koyun sürüsünün kime ait olduğu meselesiymiş.
Konu yargıcın önüne gelmiş.
Yazılan o ki yargıç, haksız olan taraftan 15 koyun rüşvet alıp, sürüyü ona vermiş.
Gel de adalet ara…
Derler ki "rüşvet balık oltasındaki yem gibidir, onu yutan asla kurtulamaz."
Eski Yunan’da ise insan parayla tanımlanırmış; “insanı servet yapar” sözü onlara ait. Zaten bu yüzdendir ki ünlü Yunan hatip Demostenes, rüşvete karşı açtığı amansız savaşta yenik çıkıyor. Kendisine yöneltilen bir komplonun sonucu olsa gerek, sonunda kendisi de rüşvet almaktan suçlu bulunuyor.
Gelelim bize…
BELEDİYELERİ ELE GEÇİRME OPERASYONU
Biz, çoktandır, bir çeşit kara mizahlar ülkesine dönüşmüşüz.
Uzun süredir, “A4’e bakan” bir devlet modeli yaratmışız; kamu ihaleleri için belirlenen şekle uymayı yeterli sayan bir bürokratik mekanizmamız var. Kağıt üzerinde her şeyin mevzuata uygun olup olmadığı yeterli görülmüş.
Böyle olunca da hırsızlık ve yolsuzluk denilince adı akıllara gelenlerin ahkam kestiği bir ülke haline dönmüşüz.
Hepimiz biliyoruz; kamu, en yukarıdan başlamak üzere her görevlisine bir ücret ya da maaş belirlemiş. Söz konusu ücret ve maaşlar ile konut yahut araba sahibi olmak için onlarca yıl tutumlu harcama yapmak gerekiyor.
Fiilen böyle olmadığını biliyoruz. Örneğin Ankara’nın kalburüstü kabul edilen Çayyolu ve Yaşamkent gibi semtlerinde oturanların önemli bölümümün “devlet bürokrasisinde pozisyon tutanlar” olması, kimseyi kuşkulandırmıyor.
Varsayalım ki bunları bir kısmı eskiden avantajlı arsa edinme hakkı bulunan kooperatif yöntemiyle mülk edinmişler. Uzun süredir bu avantaj olmamasına karşın mülk edinmeler hala devam ettiğine göre nasıl oluyor da, üst sınırı belli ücret ve maaşlar ile mülk sahibi olunabiliyor?
Hadi oldular; normal koşullarda insan içine çıkmaması gerekenler bu tipler, nasıl oluyor da kendi yaptıklarını unutturdukları gibi başkalarına ahkâm keser hale gelebiliyorlar?
Günlerdir, “Sıra Ankara’da…” diye paylaşımlar yaparak, tarafsız olması gereken kurumları etki altına almaktan geri durmayan cesaretlerini nereden alıyorlar?
19 Mart’ta İmamoğlu ile başlayan ve giderek bir çeşit “belediyeleri ele geçirme” operasyonuna dönüşen bu sürecin Ankara’ya ulaşması nasıl açıklanabilir?
Daha önce soruşturulmuş; açılan soruşturma nedeniyle görevlerinden el çektirilmiş ve hatta emekli olmuş isimler üzerinden “ABB’ye operasyon” algısı oluşturma çabasının amacı nedir?
Acaba tam da Cumhurbaşkanının BM toplantısı nedeniyle ABD’de bulunduğu sırada yapılan bu operasyon, dikkatleri “içeride yoğunlaştırmak” ve böylece ABD’li yetkililerin rencide edici tutumlarının Türkiye kamuoyunda konuşulmasının önüne geçmeyi amaçlıyor olabilir mi?
Yan yana oturmayı, sandalyesini tutmayı bile yandaş medyanın manşetlerine servis ettiklerine göre Trump ile olmayı çok önemsediklerini anlamakla birlikte ABD Dışişleri Bakanı Marca Rubio’nun ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın haddini aşan sözlerinin görülmesini önlemek amaçlı bir operasyon olabilir mi?
Anlaşılan o ki ABB’ye yapıla operasyonun amacı, “çamur at, izi kalsın” şeklindedir. Bu tarz operasyonları boşa çıkartmak, evrensel olarak kabul etmemiz ve her daim hatırlamamız gereken ilkeleri yaşama geçirmekle mümkündür.
OPERASYONUN AMACI, “ÇAMUR AT, İZİ KALSIN” OLABİLİR Mİ?
Gelelim meselenin öte tarafına…
Yolsuzluğu kim yapıyor, rüşvet çarkını kim işletiyor ve kim görmezden geliyorsa karşısında durmak, boyun borcu olmakla birlikte ABB’ye yönelik bu operasyonun, adı olası Cumhurbaşkanı adayı olarak geçen ABB Başkanı Mansur Yavaş’ı “acaba” sorusuyla lekelemek amacı taşıyor olabilir mi?
Seçildiği günden beri bu tarz hastalıkları ortadan kaldırmak için açık, şeffaf ve katılımcı bir kamu yönetimini gerçekleştirme çabası içinde olan ve bu çabası nedeniyle halkın gönlünde yer edinen Yavaş’ı karalamak için adı her geçtiğinde insanların aklına “parsel parsel” sözleri gelen bir aileye öze bir görev verilmiş olabilir mi?
Edindikleri mülklerin kaynağını açıklamadan, ABB içinde buldukları kullanışlı aparatlar aracılığıyla Yavaş’ı lekeleme girişimleri beyhude bir çabadır. Zira önemli olan yapılan her harcamayı, her mecrada Ankaralılar ile paylaşan Mansur Yavaş’ın nasıl tutum takındığıdır.
Yavaş için kullanılan, “doğru duvar yıkılmaz” sözü ile birlikte hatırlanması gereken, “hırsız, hırsızdır. Aması, fakatı olmaz. Onun hırsız olduğunu unutturmamak, toplumsal bir vatandaşlık görevidir” sözüdür.
Anlaşılan o ki ABB’ye yapıla operasyonun amacı, “çamur at, izi kalsın” şeklindedir. Bu tarz operasyonları boşa çıkartmak, evrensel olarak kabul etmemiz ve her daim hatırlamamız gereken ilkeleri yaşama geçirmekle mümkündür.
Nedir o ilkeler?
Kamunun malını kendi malımızdan daha titizlikle koruyacak; halkın vergilerinden oluşan olanakların bir kuruşunu dahi israf etmeyecek; attığı her adımı, gerçekleştirdiği her projeyi bilimsel bilginin ışığında gerçekleştirecek bir kamusal yapı oluşturmaktır.
Liyakati, mevzuatta tanımlandığı üzere lisans eğitimi almış olmak ve beş yıllık kamu tecrübesine sahip bulunmakla sınırlamak, saflıktır. Bu saflıktan çıkabilmek, siyasi bir rehberliği zorunlu kılar.
Asıl liyakat, vicdanlı ve vatansever olmaktır.
O kadar da zor değildir, bu liyakati görmek; zira insanların kişisel hayatları, yeterince ortadadır. Vicdanlarını cüzdanlarından daha fazla önemseyen, vatanseverliğini ve halkın çıkarlarını her şeyin önüne koyan nice kamu görevlisi olduğunu unutmadan, şimdilik yerel yönetimlere, çok yakın zamanda merkezi yönetimde pozisyon tutacak kamu görevlilerine rehberlik edecek bir manifesto artık elzemdir.
Geleceği kurtarmanın yolu, yeni bir liyakat tanımı yapmak ve sahiplenmekten geçer.
İlginizi Çekebilir