Disiplin, ölüm ve sessizlik
SİYASETAskerî disiplin, modern ordular için vazgeçilmezdir. Ancak bu disiplinin sınırları hukukla, askerlik mesleğinin değerleriyle, insan onuruna saygıyla ve kamusal denetimle çizilmiştir.
Yeni Türkiye’nin bürokratik mimarisi, demokratik denetimden ziyade merkezi güç birikmesini önceleyen, yukarıdan aşağıya işleyen ve hesap verilebilirliği asgariye indiren ve ehemmiyetsizleştiren bir model yaratmış görünmektedir. Kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğu da giderek içe kapanmış ve krizi yönetme biçimi olarak sessizlik ve muğlaklık egemen hale gelmiştir. “Su kaybı” gibi steril bir ifade ile geçiştirilen bu olayda ve “metan gazı” ile geçiştirilen önceki olayda olduğu gibi.
İskenderun’da iki denizci Mehmetçiğin “su kaybı” nedeniyle şehit olduğunun açıklanması hem Türk Silahlı Kuvvetleri'nin disiplin anlayışını hem de Milli Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı'nın olay karşısındaki tutumunu yeniden tartışmaya açtı. Daha doğrusu, açmış olması gerekir.
Emekli Tümamiral ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu’nun bu olayla ilgili açıklamaları, yalnızca bireysel bir trajediyi değil, aynı zamanda bir kurumun iç disiplin mekanizmalarının sınırlarını ve sorumluluklarını da gözler önüne seriyor. Bağcıoğlu’nun paylaştığı bilgiye göre, birlikten firar eden askerler sebebiyle bir astsubay, İskenderun’daki Deniz Er Eğitim Tugayının bir taburun tamamına yönelik cezalandırıcı bir uygulamaya girişmiş: Askerleri saatlerce güneş altında bekletmiş, su içmelerini kısıtlamış ve bu uygulama bayılmalarla sonuçlanmış. Sonrasında ambulans çağrılmış, ancak çok geç.
MSB yaptığı kısa açıklamada sadece "iki personelin su kaybı nedeniyle şehit olduğu"nu belirtmiş, söz konusu su kaybının İskenderun gibi bir büyük kentin orta yerinde nasıl gerçekleştiğini açıklamaktan günlerdir imtina etmiş; Genelkurmay ise bu konuda tümüyle sessiz kalmıştı.
Peki hem bu olay hem de olay sonrası MSB’nin tutumu bize neler söylüyor?
Askerî disiplin, modern ordular için vazgeçilmezdir. Ancak bu disiplinin sınırları hukukla, askerlik mesleğinin değerleriyle, insan onuruna saygıyla ve kamusal denetimle çizilmiştir. Rütbeli bir personelin fiilen bir “toplu cezalandırma” yöntemi uygulayarak tüm birliği sonu ölüme çıkabilecek biçimde güneş altında bekletmesi ve su içilmesini engellemesi ne TSK İç Hizmet Kanunu’yla ne de temel insan haklarıyla bağdaşır. Bu tür uygulamalarI disiplin değil; keyfilik ve güç istismarı, görevi kötüye kullanma ve Türk Ceza Kanunu’nda tanımlandığı şekliyle işkence olarak değerlendirmek gerekir. Her ne kadar askeri hiyerarşi içinde belirli yetkiler alt kademe komutanlara verilmiş olsa da, fiziksel ve psikolojik sınırları zorlayan, ölümle sonuçlanan uygulamalar meşru görülemez.
Burada tartışılması gereken önemli hususlardan biri ise bu uygulamanın kurumsal kültürün parçası olarak ne ölçüde tolere edildiğidir.
Olayı daha da vahim kılan ise, bu ciddi iddialara rağmen Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı'nın kamuoyunu yalnızca teknik bir açıklamayla geçiştirmesidir. İki askerin "su kaybı nedeniyle şehit olduğu" belirtilmiş, ancak bu durumun ardındaki disiplin uygulaması, komuta sorumluluğu veya herhangi bir ihmalden hiç söz edilmemiştir.
Sivil siyasetin sessizliği de ayrıca dikkat çekicidir.
Oysa çağdaş demokrasilerde askerî yapılar, yalnızca kapalı, hiyerarşik ve otoriter bir disiplin mekanizmasıyla değil, aynı zamanda sivil denetim mekanizmalarıyla da denetlenir/denetlenmelidir. Son on yılda Türkiye'de sivil-asker ilişkilerindeki değişen dengeler bağlamında, ordunun demokratik kurumlar karşısındaki konumu yeniden tanımlanmıştır/tanımlanmaktadır. Bu dönüşüm, görünüşte askerî vesayetin gerilemesini sağlarken, başka bir sorunu beraberinde getirmiştir: Sivil denetimin niteliği ve derinliği. Yeni Türkiye'nin bürokratik mimarisi, pek çok alanda olduğu gibi güvenlik alanında da demokratik denetimden ziyade merkezi güç birikmesini önceleyen, yukarıdan aşağıya işleyen ve hesap verilebilirliği asgariye indiren ve ehemmiyetsizleştiren bir model yaratmış görünmektedir.
Bu yapıda kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğu da giderek içe kapanmış ve krizi yönetme biçimi olarak sessizlik ve muğlaklık egemen hale gelmiştir. “Su kaybı” gibi steril bir ifade ile geçiştirilen bu olayda ve “metan gazı” ile geçiştirilen önceki olayda olduğu gibi.
Bu noktada yalnızca cezayı uygulayan astsubaya odaklanmak da eksik ve yanlış olur. Deniz Er Eğitim Tugay Komutanı dahil birlikteki diğer rütbeli personelin ve onları denetlemekle yükümlü olanların da sorumluluğunun altını çizmek gerekir: Emirler zincirle aşağıya doğru indiği gibi, sorumluluk da zincirle yukarıya doğru çıkar.
Hayatını kaybeden askerler, Anayasamızda adına “vatan hizmeti” denilen ve bir hak ve görev olduğu belirtilen askerlik ödevi için silah altına alınmış ve her şeyleriyle askerlik ocağına emanet edilmiş yurttaşladır. Ailelerinin, “çocuğum neden öldü?” ve toplumun “bu çocuklar neden, nasıl öldü?” sorusuna tatmin edici ve dürüst bir yanıt alması demokratik hukuk devleti ilkesinin en doğal gereklerinden biridir. Bu gereğin yerine getirilmemesi ve bilgi alma hakkının engellenmesi, hem devletin temel görevi olan yaşam hakkını koruma yükümlülüğüyle çelişir hem de ordu gibi bir kurumun yöneticilerinin o kurumda olan biten şeylere yönelik ne türden bir sorumluluk hissi taşıdığı konusunda endişeye düşmemize yol açar.
Bu tür olayların üzeri örtüldüğünde, mesele yalnızca bireysel bir hatadan ibaret kalmaz; askerlik ocağının derinlerine işlemiş bir bozulmanın işareti, bir leke hâline gelir. Bu lekeler çoğaldığında, kötülüğe sistem içinde giderek kalıcılaşan bir yer açılır.
İlginizi Çekebilir