Devlet dini bir kez daha tekeline alıyor
SİYASETDİB, 3 Mart 1924’de kuruldu ve kurulduğu dönemden bu yana konuya, din ve vicdan özgürlüğü, laiklik bağlamında bakan herkes için de dönem dönem tartışılan kurum oldu.
DİB kanununda yapılan değişiklikle devlet dini tekeline almak için bir adım daha atmıştır. Oysa olması gereken devletin, bir dini yorumu sahiplenip, toplumu ona uydurması değil, toplumda var olan dini grup, cemaat, tarikat ve ladini gruplara eşit mesafede durmasıdır.
Son dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) yeniden gündemde. Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'da bazı değişiklikler yapıldı. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilen yetkiler.
Yapılan değişikliğe göre resmi kurumlarca incelenmesi talep edilen dini yayınları inceleyecek ve hakkında mütalaa verecek. Aynı kurul, Kur’an-ı Kerim meali veya tercümesi adıyla yapılan yayınları Başkanlık ile diğer kamu kurumları, özel kişi ve kuruluşların talebi üzerine veya resen inceleyecek ya da incelettirecek.
Yapılacak inceleme sonunda İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu Kurul tarafından tespit edilen yayınların, Başkanlığın yetkili ve görevli yargı merciine müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplatılmasına ve imha edilmesine karar verilecek.
Başka değişiklikler de var ama bu karar pek çok açıdan önemli. Sonuç olarak bu karar, dini yorum üzerinden dinin devlet tekeline alınmasıdır.
İtiraf edelim ki bu, bildik bir uygulamadır.
Biraz geriye gidelim.
DİB, 3 Mart 1924’de kuruldu ve kurulduğu dönemden bu yana konuya, din ve vicdan özgürlüğü, laiklik bağlamında bakan herkes için de dönem dönem tartışılan kurum oldu.
Kuruluşunu takip eden dönemde devlet, DİB üzerinden tercih ettiği bir din yorumunu “biricikleştirip”, bunu tek İslami yorum kabul etti ve bu yorumu topluma empoze etti. Kamusal alanı da bu yoruma göre dizayn etti. Bu yorum, “makbul vatandaşlığın” temel nosyonlarından birisi oldu. Gerekçesi, koşulları ne olursa olsun devletin dini tekeline alması yanlıştı.
Ve bugün yine aynı devlet bu kez siyasi iktidar bloku üzerinen aynı şeyi tekrar ediyor.
İNANÇ ÖZÜ GEREĞİ ÇOĞULCUDUR
Oysa dini inanç ve pratikleri -sadece İslam değil tüm dinler- esas olarak kutsal kabul edilen kitabın birer yorumudur. Farklı dönemlerde, farklı kişiler, farklı yorumlar yaparak kendi dini anlayışlarını ortaya koyar ve bunun pratiklerini ifa etmeye çalışırlar.
Bu açıdan dinler, yorum ve pratik açısından çoğul yani heterojendir. Bu yüzden dinlerde farklı yorumları ifade eden farklı dini grup, cemaat ve tarikatlar vardır.
Olmaya da devam edecektir.
Onları bir güç adına denetlemek, sınırlamak ya da yok saymak sosyolojik gerçekle kavga etmekten başka bir şey değildir.
Dahası Türkiye pratiği bunun en somut örneğidir. DİB üzerinden devletin bir dini yorumu sahiplenip, diğerlerini ikincilleştirmesi hatta onlara baskı uygulaması, farklı dini yorum ve buna bağlı cemaat ve tarikatları yok etmedi.
Tam tersine bunlar varlıklarını korumaya, devam ettiler.
Esas olarak AKP ve öncüleri uzun yıllar bu siyasi baskıya maruz kaldı.
Ve devletin baskısına maruz kalan farklı dini grup, cemaat ve tarikatlar zaman içinde siyasetle “korunma sağlama” temelinde ilişki kurdular. Dini cemaatlerin bu kaygısının en önemli sonucu, önceliğin ilahi olan inanca değil dünyevi olan var olmaya, iktidar olma hevesine kapılması oldu. O noktadan sonra devlet, sahip olduğu imkanlar açısından siyaset aracılığıyla içine girilmesi, fethedilmesi gereken bir kaleye dönüşmesine dönüştü.
Dini grup, cemaat ve tarikatların, inançlarından bağımsız olarak siyasete yakın durmalarının temel nedeni budur.
Siyasetle ilişki kuran dini grup, cemaat ve tarikatların önceliği ise o noktadan sonra ilahi olan imandan çok dünyevi olan ticaret olmuştur.
Bugün irili ufaklı her dini grup, cemaat ve tarikat yöneticileri birer ilahi rehber olmanın ötesinde ticari holdingin CEO’na dönüşmüşlerdi.
Bu noktada hemen şu soruya cevap arayalım; dini grup, cemaat ve tarikatların devlet/siyaset ile kurdukları ilişkinin hedefi bu kadar açıkken; devlet/siyaset bu yapılarla nasıl bir ilişki kurmuştur?
Bu esas olarak “kazan-kazan” ilişkisidir. Ve bu ilişkide, çoğunlukla belirleyici olan devlet/siyaset olmuştur. Yani bu “kazan/kazan” ilişkisinde “daha çok” kazanan devlet/siyaset olmuştur.
Ve devlet/siyaset eklemlenmesinin “öteki/hain” ise konjonktürel olarak sürekli değişmektedir. Bir zamanlar makbul olanın, başka bir konjonktürde “öteki/hain” ilan edilmesinin başka bir açıklaması olamaz.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’da temsilini bulan, resmi olarak DİB, gayriresmi olarak bir ilahiyat hocasının yorumlarında vücut bulan “dini
yorum” devlet için tek yorum olarak kabul edilerek, makbul vatandaşlığınnosyonuna dönüştürmek istenmektedir. İşte DİB’in son kararı tam da noktada işlevseldir. Ve dini yorum, devlet tekeline alınmaktadır.
YENİ DEVLET, YENİ MAKBUL VATANDAŞ, YENİ KİMLİK
İktidara eleştirel bakanların büyük çoğunluğunun kabul etmesi gereken nokta; siyasi olarak 2015 ortasında, hukuki olarak 2018’den sonra yeni bir dönemin başladığını kabul etmek zorunluluğudur.
Bu dönemin en temel özelliği devlet-AKP eklemlenmesinin tamamlanmış olmasıdır. Bu eklemlenme yeni bir “makbul vatandaşlık” tanımlıyor. Ve bu
vatandaşlığın önemli bir nosyonu yine dini bir yorum olarak karşımıza çıkıyor. Ve bunun için yine DİB kullanılıyor.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’da temsilini bulan, resmi olarak DİB, gayriresmi olarak bir ilahiyat hocasının yorumlarında vücut bulan “dini yorum” devlet için tek yorum olarak kabul edilerek, makbul vatandaşlığın nosyonuna dönüştürmek istenmektedir.
İşte DİB’in son kararı tam da noktada işlevseldir. Ve dini yorum, devlet tekeline alınmaktadır.
Devlet/siyasetin tercih ettiği devletin “meşru” kabul ettiği dini yorumun dışında kalan farklı dini grup, cemaat ve tarikatların kamusal alanda varlığını sürdürebilmelerinin yolu devletin belirlediği yoruma tabi olmasına bağlıdır.
Devlet/siyasetin beklentisi budur.
Bu beklentiye uymayanların bundan önce olduğu gibi bundan sonra da kriminalize edilip, etkisizleştirilebilmesi beklenecektir.
DEMOKRAT BİR LAİKLİĞE İHTİYAÇ VAR
Kabul edilmesi gereken ilk durum, karşı karşıya olunan durumun doğrudan “laiklik” tartışması olduğudur.
Laiklik dendiğinde, en genel geçer tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak lafız bir tanım yapılıp işin içinden çıkılıyor.
Oysa laiklik aynı zamanda devletin, toplumda var olan tüm dini ve din dışı kurumlara karşı eşit mesafede durması hiç birine yakın olmamasını da zorunlu kılar.
Ve Türkiye uzun yıllar “laik” bir ülke olarak anıldı.
1980 ve 1990’larda İslami siyasi hareketler yükselmeye başlamasıyla “laiklik elden gidiyor”, bu hareketlerin iktidar olması ile birlikte “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganlarını çok duyduk.
Sonuç?
Hiç.
Çünkü bu sloganlar, hamasi ama bize gerçeğe dair bir şey söylemiyordu. Bunun için bu sloganlarla da, gerçekle yüzleşmek gerekiyor.
Sonuç olarak şunu açık biçimde kabul etmek gerekiyor; Türkiye 90 yıllık tarihinde hiçbir zaman evrensel ölçülerde laik bir ülke olmadı. Son değişikliklerle kabul etmeliyiz ki DİB, varlığı ve üstlendiği fonksiyonu itibariyle laikliğin bir teminatı değil devletin tercih ettiği dini yorumun topluma
taşınmasının temel ideolojik aracıdır.
Bugün DİB, kuruluşuyla tanımlanan kurumsal işlevini daha güçlü savunur hale gelmiş, görünürlük ve etkisini daha da attırmıştır. Oysa olması gereken devletin, bir dini yorumu sahiplenip, toplumu ona uydurması değil, toplumda var olan dini grup, cemaat, tarikat ve ladini gruplara eşit mesafede durmasıdır.
Demokrat zihniyet içinden tanımlanan bir laikliktir. Yani devletin tüm inanç ve inançsızlıkları eşit mesafede durmasına.
İlginizi Çekebilir