Cumhuriyetin kadın mimarisi: Görünürlük, mekân ve hafıza
SİYASETBelki de kadın mimarlığın en politik cümlesi tam burada başlar: “Ben yalnızca bina yapmıyorum, varoluşun mekânını çiziyorum.” Cumhuriyetin bize bıraktığı en değerli miras, işte bu varoluşun imkânıdır. Biz kadın mimarlar, o imkânı artık korkunun değil, özgürlüğün taşlarıyla örüyoruz. Cumhuriyet’in 102. yılında, taşın hafızasına, kentin kalbine ve kadın emeğinin sessiz güzelliğine bir not: görünür olmanın onuruna.
Cumhuriyet yalnızca bir rejim değişimi değildir; bir mekân tahayyülüdür.
Bir ulus kendini yeniden inşa ederken, önce mekânını dönüştürür. Yeni meydanlar, kamu yapıları, şehir planları… Hepsi yeni bir insan fikrinin, yeni bir toplum arayışının sahnesidir. Cumhuriyet, bu sahneye kadını da davet etti. Ama o sahnenin duvarlarını örenler, ışığını ayarlayanlar, dilini kuranlar hâlâ erkeklerdi. Cumhuriyet kadına bir alan açtı, fakat o alanın dilini biz hâlâ yeniden yazmak zorundayız.
Erken Cumhuriyet dönemi kadının kentle kurduğu ilk bilinçli temasın dönemiydi. Kadın figürü meydanlarda, üniversitelerde, sergilerde görünür hale geldi; ama o görünürlük, varlığın kendisi değildi. Kadınlar şehir planlarına özne olarak katılmadan, modernitenin vitrini haline getirildi. Cumhuriyet, kadını “kamusal” kıldı ama kamunun sınırlarını erkekler belirledi. Kadın bedeninin, kamusal temsildeki estetik objeye dönüşmesi, bir yanıyla ilerleme gibi görünse de, diğer yanıyla kentin planlamasında kadının deneyimini, korkusunu, zamanını hesaba katmayan bir körlük yarattı.
Bir kadın gece bir sokakta yürüdüğünde, bir parkta yalnız oturduğunda, bir durakta beklediğinde aslında mimarinin sessiz politikasıyla karşı karşıyadır. Aydınlatmanın azlığı, sokağın dar biçimi, gözetlenme hissi… Tüm bunlar kadını “kullanıcı” değil “misafir” olarak gören bir şehir dilinin sonucudur. Mekân hiçbir zaman nötr değildir. Mekân da tıpkı dil gibi, kimin iktidarda olduğuna göre konuşur. Ve bu ülkede şehir hâlâ erkekçe konuşuyor.
Bugünün kadın mimarları bu sessizliği fark ederek yeni bir şehir dili kuruyor. Kadın mimarlık artık estetik bir tercih değil, politik bir duruştur. Çünkü mekânın adaletini sezgiyle kurabilen yalnızca kadın bakışıdır. Kadın mimar mekânı bir biçim değil, bir duygu olarak tasarlar. Görünmeyen korkulara, söylenmeyen ihtiyaçlara, sessiz kalmış hikâyelere yer açar. Bir kaldırımın eğimi, bir park bankının konumu, bir merdivenin yüksekliği bile onun gözünde toplumsal bir adalet meselesine dönüşür.
Kadın mimar, mekânı hem inşa eder hem dönüştürür. Çünkü bilir ki, kentin içinde var olmak her kadın için başlı başına bir mücadeledir. Şehir planları hâlâ erkek deneyimi üzerine kurulu olduğu sürece, kadının kamusal alandaki varlığı hep “tedbirli” kalır. Kadın, özgürlük içinde değil, temkin içinde yaşar. Bu yüzden kadın mimarlık, sadece yeni yapılar üretmek değil, mevcut şehir dilini sorgulamak demektir. Mimarlığın en radikal hâli budur.
Cumhuriyetin kadın mimarları, bu ülkenin modernleşme hikâyesinin görünmeyen kahramanlarıydı. Mualla Eyüboğlu’nun taşla kurduğu o sert ama zarif ilişki, Leman Tomsu’nun çizgilerindeki kararlılık, Leyla Turgut’un kent ölçüsünde kurduğu insancıl denge… Hepsi Cumhuriyet’in mekânsal hafızasını taşıyan öncülerdi. Fakat tarih çoğu zaman erkek kalemlerle yazıldı. O yüzden o kadınların adları, şehirlerin tabelalarında değil, dipnotlarında kaldı. Oysa onların emeği bu ülkenin taşına, suyuna, merdivenine sinmişti.
Bugün yeni kuşak kadın mimarlar, sadece bina değil, hafıza inşa ediyor. Cumhuriyetin mekânsal mirasını yeniden yorumluyor, kadın deneyimini görünür kılıyorlar. Kadın eliyle yapılan bir meydan sadece bir alan değil, bir bakış açısıdır. Kadın eliyle düzenlenmiş bir sokak, bir güven duygusudur. Kadın eliyle yazılmış bir mimari metin, görünmeyenlerin manifestosudur. Çünkü kadın mimarlığın dili süs değil sezgidir; estetik değil adalettir.
Cumhuriyet kadına kamusal alana çıkma hakkı verdi ama o alanın güvenliğini, dilini, estetiğini erkekler belirledi. Bir kadın bugün kamusal alanda “özgür” olsa bile, hâlâ “tedbirli”dir. Bu, mimarinin sessiz bir politikasının sonucudur. Parkların oturma düzeninden, üniversite kampüslerinin koridorlarına kadar her detay, kimin görünür, kimin görünmez olacağını belirler. Kamusal alanın cinsiyeti vardır. Bir erkek için “açık alan” olan yer, bir kadın için “tehlikeli bölge” olabilir.
Cumhuriyetin 102. yılında kadın mimarların sesi, yeni bir şehir tahayyülünün temeli olmalı. Kadın eliyle yapılan her bina, yalnızca bir yapı değil; bir toplumsal bellektir. O bellek korkudan çok özgürlüğü, biçimden çok anlamı taşır. Kadın mimarlık bugün Cumhuriyet’in tamamlanmamış sözünü yeniden kuruyor: eşitliğin estetiğini. Şehir artık sadece taştan değil, sezgiden, hafızadan, cesaretten yapılmalı.
Kadın mimar için her tasarım bir itiraz biçimidir. Mekânın erkekçe kurulmuş diline, görünmezliğe, gözetlemeye, korkuya karşı sessiz bir devrimdir bu. Cumhuriyet bize kamusal alanın kapısını bıraktı. Şimdi o kapının eşiğini yeniden tasarlıyoruz. Korkmadan, görünmeden değil; görünür olarak. Çünkü artık biliyoruz: Cumhuriyet bizi görünür kıldı, ama şimdi o görünürlüğü anlamla doldurmak bizim mimarlığımızın görevi.
Ve belki de kadın mimarlığın en politik cümlesi tam burada başlar: “Ben yalnızca bina yapmıyorum, varoluşun mekânını çiziyorum.”
Cumhuriyetin bize bıraktığı en değerli miras, işte bu varoluşun imkânıdır.
Biz kadın mimarlar, o imkânı artık korkunun değil, özgürlüğün taşlarıyla örüyoruz.
Cumhuriyet’in 102. yılında, taşın hafızasına, kentin kalbine ve kadın emeğinin sessiz güzelliğine bir not: görünür olmanın onuruna.
İlginizi Çekebilir