‘Çözüm sürecinde’ CHP neden kolay hedef?
SİYASETSüreçle birlikte CHP’nin kolay hedef haline gelmesini tüm bu parametrelerin ötesinde daha temel bir yerde aramamız gerekiyor.
Peki tren kaçtı mı? Hayır, kaçmadı. CHP katıldığı komisyonda kendisini kurucu bir aktör olarak konumlandırabilir, DEM ile yaratıcı işbirlikleri geliştirebilir, sürece dair geliştirdiği stratejik zafiyetleri ve hataları revize edebilir, CHP’ye dokunmanın süreç maliyetleri yaratacağı taktiği ve caydırıcılığını Kürt seçmeni kaybetmeden iyi kurgulayabilirse bu dokunuşu hala yapabilir.
Yaklaşık dokuz aydır yürürlükte olan PKK’nin silahsızlandırılması süreci, çelişkili bir denklem üzerinde ilerliyor. Erdoğan rejimi bir taraftan barışçıl bir çözüm süreci götürüyor, diğer taraftan da gözaltılar, kayyumlar, medya baskıları, seçilmiş belediye başkanlarının tutuklanmaları gibi uygulamalarla muhalefeti sistematik bir şekilde baskı altında tutuyor. Sürecin bu ikili karakterinden yola çıkarak şu soruları yüksek sesle sorabiliriz: Erdoğan, nasıl oluyor da ülkeyi demokratikleştirmesi, normalleştirmesi, yeni bir toplumsal sözleşmeye kavuşturması beklenen PKK’nin silahsızlandırılması sürecini muhalefeti –özellikle de CHP’yi– tasfiye etmek için bir fırsata dönüştürebiliyor, sürecin yarattığı iklimde sürece gölge düşürecek riskli adımlar atabiliyor? Buna rağmen CHP nasıl olabiliyor da yeni sürecin yarattığı iklimde sürecin kendisine yönelen olumsuz yansımalarını dengeleyecek etkili bir karşı strateji geliştiremiyor?
Empati çifte standardı
İlk akla gelen neden Erdoğan’ın çözüm sürecini daha fazla otoriterleşmek için araçsallaştırması, bir şeyleri göze alma riski ve cesareti göstermesi. Bu önemli bir faktör olabilir. Ancak tek başına belirleyici bir faktör değil. Çünkü Erdoğan’ın bu yönde bir tavır sergilemesinden daha önemli olan şey, CHP dışında ne muhalefet cephesinde, ne demokratik kamuoyunda ne de DEM ve Kandil nezdinde Erdoğan’ın bu ayıplı davranışına yeterince tepki ve kınamanın oluşmamış olması.
Muhalefet partileri anlaşılması zor bir şekilde CHP ile yeterince dayanışma sergilemiyor. Sürecin önemli aktörleri Kandil, özellikle de DEM, bir zamanlar Kürt siyasal hareketine yönelik operasyonlar yapılırken CHP’nin sessiz kalmasını öne çıkartarak her ne kadar meseleyi düşük profilli eleştiri konuş yapsa da meseleyi daha çok empati çifte standardı ve iyilik alışverişi eksikliği üzerinden okuyor, bu da Erdoğan’a hem süreci zehirleme cesareti ve otoriterleşme arzusu veriyor, hem de silahsızlandırma gündeminin yarattığı “normalleşme havası”nı kullanarak muhalefeti zayıflatıcı operasyonlar yapmasına imkan veriyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın çözüm süreci değerlerinin getirdiği bir “ayıplanma” ile karşılaşmamış olması bir şeyleri göze alabilme cesareti ve arzusundan daha belirleyici görünüyor.
Ancak süreçle birlikte CHP’nin kolay hedef haline gelmesini tüm bu parametrelerin ötesinde daha temel bir yerde aramamız gerekiyor. O yer de CHP’nin stratejik olarak doğru bir zeminden dahil olduğu sürece ilişkin stratejik taktik geliştirememesi, stratejik taktik zaafiyeti sergilemesidir.
Eleştirerek destekleme
CHP süreç başladığında “Eğer ortada cumhuriyetin kuruluş kodlarıyla çelişmeyen bir devlet stratejisi varsa destekleyelim” modundaydı. Bu tutumu takınmakla doğru olanı yaptı. Çünkü süreci doğrudan reddetmek, meselenin çözümünden uzak durarak statükocu bir pozisyona savrulmasına neden olurdu. Böyle bir durumda AK Parti Kürtlerle tek taraflı bir çözüm üretir, CHP ise yalnızlaşarak Kürt seçmenin gözünde olumsuz bir algıya mahkûm olurdu.
Ancak 19 Mart’tan itibaren, iktidarın hem muhalefeti etkisizleştirme çabası hem de Kürt meselesini araçsallaştırarak kendi gücünü tahkim etme stratejisi ortaya çıkınca, CHP bir süre nötr pozisyonda kaldı. Ardından “eleştirerek destekleme” (ne kör destek ne pasif ret) yaklaşımını benimsedi. Ancak bu yaklaşım da kolay uygulanabilir olmadı. Sürecin yolunda gitmeyen, aksayan yönlerine dikkat çektiğinde hem iktidarın saldırgan propaganda makinasının hem de Kürt milliyetçilerinin yıpratma saldırılarının hedefi oldu. Propaganda makinası “terörün bitmesini” istememekle, Kürt milliyetçileri de “inkarcı, Cumhuriyet kodları ile hareket etmekle” suçladı.
Hibrit strateji
CHP’nin “eleştirerek destekleme” tutumu, doğru bir stratejik çerçeveydi. Ancak CHP'nin eksik kaldığı nokta, bu stratejiyi “ayrıştırarak katılım” ilkesine dayalı bir hibrit stratejiye dönüştürememesi oldu. Bu iki yaklaşım arasındaki farkları ortaya koymak gerekirse eleştirerek destekleme tutumu CHP’nin süreç karşısındaki tutumunu tanımlıyordu. Ancak bu tutum yetersizdi çünkü CHP’yi sürecin değil iktidarın refakatçısı haline getirme riskleri ile doluydu. Oysa CHP’nin 19 Mart sürecinden sonra sürecin anti demokratik bir hegemonya inşası için araçsallaştırılmasına karşı çıkması ve bu karşı çıkışta başarılı olabilmesi için stratejisini revize ederek ayrıştırarak katılım stratejisine geçiş yapması gerekiyordu. Çünkü ayrıştırarak katılım, CHP’ye “PKK’nin silahsızlandırılması süreci halka ait bir süreçtir” temelinde, CHP’nin süreci desteklemesini; ancak iktidarın anti-demokratik uygulamalarına, barış sürecini otoriter rejim inşası için araçsallaştırmasına açık ve sert itirazlar yöneltmesini, caydırıcılık sağlamasını verecekti.
Hakkını yememek gerekir. CHP bu ayrıştırmayı başarmaya çalıştı, ama etkili bir biçimde uygulayamadı. Bunun en önemli nedeni, partinin karar mekanizmalarında Kürt hareketini içeriden tanıyan isimlerin bulunmaması; tanıdığı ileri sürülen isimlerin ise politika ve retorik üretmede yetersiz kalmasıydı. Oysa bu hibrit stratejiyle CHP hem Kürt sorununda yapıcı bir aktör haline gelebilir, hem de demokratikleşme hedefiyle Kürt seçmene daha güçlü mesajlar verebilirdi.
Komisyon krizi
CHP’nin “eleştirerek destekleme” stratejisi ile “ayrıştırarak katılım” stratejisi arasındaki fark, en güzel Meclis bünyesinde oluşturulan komisyona katılmasında açığa çıktı. CHP komisyona kayıtsız-şartsız katılacağını açıklamamış olmakla doğru tarafta durdu. Çünkü hiçbir şart ileri sürmeden komisyonda yer alırsa PKK’nin silahsızlandırılmasına katkı sunmuş, Kürt seçmenle yakınlaşmış, DEM ile seçim işbirliği zeminini korumuş olurdu ama CHP’li belediye başkanlarına adalet sağlamayan bir komisyonda figüran olmak suçlamalarıyla da karşı karşıya kalırdı.
Ancak CHP nasıl oldu, neden oldu tam bilemiyoruz son anda ileri sürdüğü şartları (operasyonların durması, tutuklu belediye başkanlarının serbest bırakılması, komisyonda demokratikleşmenin de ele alınması vs) bir tarafa bırakarak komisyona sadece eşit oy şartı yerine getirilirse destek vereceğini açıkladı, nitelikli çoğunluk şartı kabul edilince de büyük bir neşe ve coşkuyla komisyona dahil oldu.
CHP tam da altını çizdiğimiz taktik hatayı işte burada yaptı. Çünkü ayrıştırarak katılım perspektifini değil, eleştirerek sahip çıkma perspektifini esas alacağını gösterdi. Oysa ileri sürdüğü şartların yerine getirilmemesi halinde çok net bir şekilde komisyona dahil olmayacağını ifade ederek siyasi risk alabilirdi. Mevcut haliyle kendisini PKK yönetici ve üyelerine cezai af getiren, DEM’li siyasetçileri serbest bırakan ama kendi seçilmiş 13 belediye başkanı hakkında tek kelime etmeyen bir yapının edilgen parçası haline getirdi. Bu, Erdoğan’ın da en çok istediği şeydi. Çünkü Erdoğan CHP’ye karşı rahat hareket etmenin süreç maliyeti doğurabilme maliyetinden kurtulmuş oldu. Oysa CHP sunduğu şartlarla dışarıda kalmış olsaydı Erdoğan’ın zihniyeti hem daha iyi ifşa olurdu, hem de operasyonların süreç ile birlikte okunması sağlanmış olurdu.
Alternatif komisyon
CHP’nin Türkiye’nin yararına olan, DEM’in de itiraz edemeyeceği şartlar ileri sürerek komisyonun dışında kalması CHP’ye ağır bir siyasi fatura çıkarmaz mıydı? Veya Erdoğan’ın asıl istediği şey zaten bu değil miydi? İkinci sorudan başlayayım. Erdoğan her ne kadar istemiyor görünse de kesinlikle bu komisyonda CHP’nin yer almasını istiyordu. Çünkü CHP’nin olmadığı bir komisyonda Öcalan’a af öyle Türkiye kamuoyuna kolay kolay sunulacak ve kabul ettirilecek bir durum değil. İlk soruya gelirsek. Hayır, CHP bu tutumundan dolayı ağır bir siyasi fatura ödemez, Kürtleri de kaybetmezdi. Ama bu durum CHP rasyonel bir siyasi taktik geliştirebilir, taktik geliştirme zaafiyeti sergilemezse geçerli olabilecek bir şeydi.
CHP komisyona katılmayacağını açıkladıktan sonra kendi içinde hukukçular, akademisyenler, belediye başkanları, STK temsilcileri, şehit aileleri ve barış aktivistlerinden oluşan alternatif bir gölge Adalet ve Barış Komisyonu kurabilirdi. Adalet Komisyonu, meclis komisyonunun adaletsiz yapısını ve yetersizliğini kamuoyuna anlatabilir, iktidarın amacının hem PKK’yi silahsızlandırmak hem de CHP’yi sıkıştırmak, temel amaçlarından birinin de barış sürecini daha otoriter bir Türkiye için araçsallaştırmak olduğunu belirtebilir, Meclis komisyonunun faaliyetlerini izleyip raporlayabilir; sadece örgüt üyelerine değil, tutuklu belediye başkanlarına, gazetecilere ve siyasi tutuklulara yönelik de öneriler geliştirerek süreci demokratikleştirme yönünde katkı sunabilirdi. Aynı zamanda, Kürt sorununun siyasal çözümüne dair somut politikalar da üretebilirdi.
Demokratik cephe
CHP komisyon dışında kaldığı bu süreçte, “demokrasi olmadan barış olmaz” anlayışını merkeze alarak, DEM ile stratejik işbirliklerine gidebilirdi. Sürece ilişkin demokratikleşme temelli eleştiriler geliştirerek, DEM ile tabanı arasında bir gerilim ve tartışma zemini yaratabilirdi. DEM’e “demokratik cephe” çağrısı yaparak, Türkiye’nin tüm demokratik aktörlerini bir araya getirecek bir inisiyatifin parçası olabilirdi.
Dolayısıyla CHP
■ Süreci desteklediği ancak rejimin oyununa gelmediği
■ Barışı otoriterleşmenin değil, demokratikleşmenin aracı olarak gördüğü
■ Süreci toplumsallaştırıp iktidarın tekeline bırakmadığı için hem siyasi fayda elde eder hem sürecin kurucu aktörlerinden biri haline gelir, hem de Erdoğan’ın kendisine kolay kolay dokunamaması sonucu yaratırdı.
Fırsat kaçtı mı?
PKK’nin silahsızlandırılması ile ilgili hepimizi rahatsız etmesi gereken üç önemli tespit yapmamız gerekiyor.
1) Süreç artık bir taraftan örgütün silahsızlandırıldığı, örgüt yönetici ve üyelerinin Türkiye’ye entegre edildiği bir şekilde yürürken diğer taraftan muhalefetin özellikle de CHP’nin acımasız bir şekilde tasfiye edildiği bir denklemde yürüyemez.
2) 19 Mart’tan bu yana PKK’nin silahsızlandırılması sürecinin daha otoriter Türkiye için araçsallaştırılması ihtimali, sürecin sabote olması tehlikesinden daha büyüktür.
3) Yine 19 Mart tarihine kadar PKK’nin silahsızlandırılması süreci ayakları üzerinde iken bu tarihten sonra baş aşağı olacak şekilde ters dönmüştür. Süreci ayakları üzerine düzeltecek bir dokunuşa ihtiyacı vardır. Eğer CHP doğru bir stratejik taktik geliştirebilmiş olsaydı işte sürece bu dokunuşu yapabilecekti. Peki tren kaçtı mı? Hayır, kaçmadı. CHP katıldığı komisyonda kendisini kurucu bir aktör olarak konumlandırabilir, DEM ile yaratıcı işbirlikleri geliştirebilir, sürece dair geliştirdiği stratejik zafiyetleri ve hataları revize edebilir, CHP’ye dokunmanın süreç maliyetleri yaratacağı taktiği ve caydırıcılığını Kürt seçmeni kaybetmeden iyi kurgulayabilirse bu dokunuşu hala yapabilir.
İlginizi Çekebilir