CHP’nin Yol Haritası ve Direnişin Temel Noktası: Müzakere
SİYASETHer şeyi devletten bekledikçe aslında her şey gitgide daha çok siyasetin konusu haline gelirken tam aksine biz siyasette gitgide daha az şeyi tartışıyoruz. Bu tuhaf takas durumu makul değil. Bunu ancak müzakere ile tersine çevirebiliriz.
Düzen siyaseti, siyaseti (yani toplumun tüm kontrol ve disiplin mekanizmalarıyla, gelen görenek ve birey-kamu ilişkisindeki, doğal kaynaklar dahil tüm dinamiklerin şekillendirdiği ve şekillendiği büyük şemayı kastediyorum) yuttuğu bir ortamda varlığınız iktidarın istediği kadarla sınırlı kalacak.
Direnişin Ana Parçası: Müzakere
CHP’nin ve toplumun iktidara karşı direnmesi gereken bu günlerde halkın enerjisiyle CHP elitini iktidarı kısıtlayıcı olarak şekilde nasıl buluşturabiliriz diye düşünüyoruz. Müzakereyi ve siyasetin her zaman her yerde var olan giriftliğini kabul ettiğimiz, yaygın ve trend hâline getirdiğimiz bir kampanyaya ihtiyacımız var. Örneğin market fiyatlarını bugüne kadar kader değiştirici bir şekilde siyasileştiremedik, çünkü yapmaya çalıştığımız şey takas değeri olan bir şeyi sembolik hâle getirmekti.
Bir şeyi takas değerinden (örneğin, malın fiyatı) sembolik değere (yoksulluk ve adaletsizlik) yükseltmek onu yalnızca içerlenecek bir durum kıldı. Asıl yapmamız gereken ise sürekli bir aksiyon hâlinde olmak, toplumun kılcal damarlarında müzakereyi meşrulaştırmak. İnsanların bugün CHP’nin hakkını savunması için parti üyesi olmasına gerek var mı? Ya da bugün insanlar kentlerinden mutsuzsa neden kentsel yönetim süreçlerine katılmıyorlar?
Bunun için elitin halka yaklaşarak bir ilişki tarzı yaratması gerekiyor. Vatandaşın mahalle muhtarına, daire müdürüne,belediye başkanına baskı yapması, birbiriyle konuşup gördüğünü/duyduğunu paylaşmasının değerli bir şey olduğunu anlatması gerekiyor. Yani, CHP’nin siyaseti Erdoğan’ın tanımladığının tam aksi bir yerden tanımlaması, halka da bunu tüm araçlarıyla yayması gerekiyor. Aksi hâlde Sözcü TV’de, Halk TV’de insanların içerlemelerine yetecek kadar yayın yapılıyor. Bu, gözü kör bir korku ve öfke yayıyor, ancak CHP seçmeninden tam olarak ne yapmaları bekleniyor? Sandığın olmadığı bir düzlemde CHP kendi tabanından başlayarak, ideolojik olarak kendini vatanperver gören herkese müzakerenin önemini ve gerçek siyaset olduğunu anlatabilir.
Vatandaşın müzakereden alacağı, devletin aksiyonlarını teftiş etmekten duyacağı haz CHP’nin arkasına bir toplumsal hareket verecek, CHP’yi de iktidarın siyasi sahasından kurtarmış, CHP’ye yeni kısıtlayıcı araçlar yaratmış olacak. Türkiye’de kimse müzakere etmiyor mu? Ediyor. Toplumun bir kısmı unutmuyor, kaydediyor ve bunu göstermeye devam ediyor. Ancak şu an bunun bir inisiyatifle olması gerekiyor.
Müzakere nedir?
Müzakere; kendi küçük alanlarımızda aslında sürekli olarak, içinde bulunduğumuz tüm güç ilişkilerinde isteğimiz dışındaki tüm güç kullanımlarını kısıtlamak adına sergilediğimiz bir karşı-eylem. Müzakere, iktidar karşıtı olan, şiddetli ve şiddetsiz tüm eylemleri içerir. Halk esasında müzakereden kaçamaz, eğer kaçıyorsa, içerlemekten başka şansı olmayan, tamamen bastırılmış ve siyasal iktidar tarafından gözetlenen alanlara hapsolur. Siyasal iktidarlar hayatı kapalı alanlara, kurumlara, dört duvarlar arasına alarak bölerler ve sınıflandırırlar.
Bireyler ise bu kapalı alanlarda kendi hayatlarını yaşamak için sürekli müzakere etmek durumundalar. Bu yüzden müzakereyi parti elitleri arasına sıkıştırmak kesinlikle makul değil. Bu tip bir eylem hem siyaseti parti elitlerine hapseden hem de müzakereyi halktan koparan bir şey.
CHP eğer kendini direnişin bir merkezi olarak görüyorsa, yapması gereken kampanya kapı kapı dolaşıp müzakere esasını yaymak. Toplumu bir hadiseye karşı mobilize etmekten ziyade, toplumun olabilecek her köşesine bir kinetik enerji yayması gerekiyor. Güvenli alanlarımızda hiç enerjimizi harcamadan var olmaya çalışmak cansızların, güçsüzlerin işidir. Toplumsal güç, James Scott’ın aslında ifade etmeye çalıştığı gibi gündelik hayat direnişidir; ancak bu direniş Scott’ın ifade ettiğinin aksine siyaseten alakasız gözüken, müesses nizama içerleyen ve onu içten içe reddeden insanlarla değil, müzakere etmekle, aktif yaşama geçmekle (Arendt, ‘Viva Activa,’ 1958) olur. Müzakere estetik bir algı da taşır, CHP’nin üzerine vurup durması gereken estetik algı da burada yatıyor: Müzakere estetiği ve hazzı.
Hannah Arendt’e yakın bir şekilde söyleyecek olursak; hayat hâlihazırda ve her zaman bir müzakere alanıdır. Hayatımızda değişim gösteren şey bu müzakerenin konusudur. Müzakerenin muhatabı ise her zaman toplumsal/siyasal iktidardır. Güç ilişkilerinde olduğumuz diğer bireyler iktidarın sözlerini bize aktarırlar ya da üzerimizde kendi iktidarlarını kurmak isterler. Müzakere, kendi haysiyetimizle nefes alabileceğimiz, kendi toplumumuza anlamlı olarak bağlanabileceğimiz, kendimizi bir güç hâline getirebileceğimiz yegâne andır. Müzakere etmeliyiz.
Bugün trafik düzenlemesi adına her yeri gözetlemeye gelen devlete karşı çıkmazsak, bunu savunan insanlarla müzakere etmek adına söyleyecek iki argümanımız olmazsa, doğum politikalarına, göç politikalarına dair bir geri bildirimde bulunmazsak, ülkeyi terk etmek durumunda kalan insanlarla, muhtarla, sokak hayvanları için belediyeyle müzakere etmezsek toplumsal bir iz, bir kayıt, bir bilgi, bir tepki, bir direniş üretemeyiz. Toplumun siyasal iktidarı teftiş etmesi için önce bireylerin birbiriyle müzakere etmesi gerekir.
Her şeyi devletten bekledikçe aslında her şey gitgide daha çok siyasetin konusu haline gelirken tam aksine biz siyasette gitgide daha az şeyi tartışıyoruz. Bu tuhaf takas durumu makul değil. Bunu ancak müzakere ile tersine çevirebiliriz.
Detaylar
Elit siyaseti ve siyaset arasında bir fark var. Önceki yazılarımdan “Makulü Aramak”ta kamusal tartışmalarda makul noktasını nasıl bulabileceğimize dair bir çerçeve çizmiştim. Bu çerçeve benim için genel bir proje niteliğinde, çünkü insanlardan makul olmalarını onlara makulü nasıl bulacaklarını hiç anlatmadan istiyoruz. Makul olmayı bazen siyaseten sessiz olmakla karıştırıyoruz. Bunun tarihsel kökenleri var: “Siyaset yapma, siyasi olma, siyasete karışma, seni örgütlemeye çalışanlardan uzak dur” gibi 80 darbesi sonrası toplumda gittikçe yaygınlaşan, ideolojik kökenleri genellikle sekülerliği ve milliyetçiliği sünnî İslamla sentezlenmiş (Grigoriadis, 2014), devlet-perest bir noktaya dayanır.
Aslında hayatın pek çok alanını depolitize etmiş, tartışma konusu olmaktan çıkarmış, ucu açık bir şekilde her şeyi devletten bekleyen dolayısıyla devlete hem bağımlı olan hem de devleti olduğundan otoriter bir hâle getiren bir düzen ortaya çıktı. 90’larda bu düzen MGK tarafından siyasetin gayri-sivilleşmesiyle, yani askerin gölgesinde geçmesine yol açtı. Bir diğer yandan da 2000’ler ve 2010’lar Türkiye’sinde sivil siyaset tarafından baskılanan devletin bu kez hayatın her alanına müdahil olduğunu gördük. Her şeyi devletten bekledikçe aslında her şey gitgide daha çok siyasetin konusu haline gelirken tam aksine biz siyasette gitgide daha az şeyi tartışıyoruz. Bu tuhaf takas durumu makul değil. Bunu ancak müzakere ile tersine çevirebiliriz.
Kendi başımıza kendimiz ve başkaları için müzakere edebildiğimiz sürece hayatımız iyi olarak addettiğimiz bir hâle gelir. İyi hayat müzakere etme enerjisini içinde bulunduran, bunu kullanabilen bireylere mahsus bir şeydir. İster yurt içinde yaşayın ister yurtdışında iyi okullarda okuyun, hayat önünüze müzakere etmeniz gereken anlar getirecektir. Müzakere etmenin sizin benliğinizi kendi haysiyetinizle şekillendirme şansınızdır. Muhalif olmak ya da olmamaktan çok daha temel ve çok daha fazlasıdır. Dışlandığınızda müzakereci olmak, konuşma kanalları yaratmak ve bulmak, sonrasında mantığınızı ve hislerinizi aktarmak, alternatif makul bir öneri sunmak…
Gittiğimiz hiçbir ülke, şehir, kurum, okul bize sesimizi çıkarmıyoruz diye bir şeyleri altın tepside sunmayacak. Müzakere etme enerjimiz ve kapasitemiz sorunlarımızı, çözüm önerilerimizi, varlığımızı ve kısıtlayıcılığımızı görünür kılacak. Bizler kendimizi dışarıdan göremediğimiz için hep varız, ayaktayız, kısıtlayıcıyız sanıp iktidarın otoriter hamlelerine “bunu da yapamazlar” diyoruz. İçerliyoruz aslında, ancak varlık göstermiyoruz. Görünür olmuyoruz. Müzakeremizi görünür kılmıyoruz. Ya temsil bekliyoruz ya da olduğumuz yerde sayıklıyoruz. Bu makul değil.
“İyi” hayat trend olanı yapmakla değil, kabul edemeyeceğimiz şeyleri değiştirmek için hatırlamakla, kaydetmekle, iktidarı teftiş etmekle, kabul etmediklerimizi başkalarına göstermekle mümkündür. Türkiye’nin pek çok eğitimli insanı iyi hayatı “trend” aksiyonları takip etmekte buluyor, kimse durumu fark etmiyor, sonra 20’li yaşlarının başlarındaki gençleri üniversite kampüslerinde ve şehir meydanlarında polisle karşı karşıya buluyoruz.
Bu yazıyla hepimize bir not düşmek istiyorum: “Kurtuluş yok tek başına” sloganları attığımız gün hayatımızın her ânının iktidara karşı bir müzakere ânı ve alanı olduğunu fark etmedik. Bize elitlerimiz bu fikri yaymadılar, üniversitelerde bunu konuşmadık. Burak Bilgehan Hoca’nın KaiLindemann’ın kitabından yaptığı bir alıntıyı hatırlıyorum: “Yoksunluktan dolayı muhalif olan insanlarla haysiyeti, onuru,varlıklı olsa bile iktidarın yapıp ettikleri içine sinmediği için muhalif olan insanlar var. Türkiye’nin Rusya olmayacak olmasının sebebi 1923’ten oluşan bu tip bir benlikti.” Aslında bu tip bir benlik, bana bu müzakerenin estetiğini ve tarihsel kökenini gösteriyor. Bu yüzden protestocular alanlarda Türk bayrağı gösterdiğinde polis panik atak reaksiyonlar veriyordu ya da bazı illerde halkın yürümesine izin veriyordu.
Tutarsızlıkları tetikleyebilen, karşısına aldıklarını ve protestocuların kendi içlerinde alanda ve anında bazı pankartları ve flamaları indirtip, protestocuların çeşitlik kimliklerdeki protestocularla da müzakere etmesini sağlayan böyle bir estetik, görsel kaygı da vardı. Bu görsel ve estetik kaygıyı, rasyonel bir stratejiden ve haysiyet mücadelesinden ayrı düşünemiyorum. Bu bir müzakere trendiydi.
Burada içerleme toplumu, reaktif toplum ve direniş toplumu arasında bir ayrım yapmayı uygun görüyorum. Bu ayrımdan sonra müzakereden ne kast ettiğim daha iyi anlaşılacak.
İçerleme toplumu, olduğu yerde sayan, kinetik enerjisini soğuran ve üretken bir aksiyon alamayan toplum kesimidir. İçerleme toplumu, CHP’nin 2010’lardaki sokağı siyasetten ayıran, AKP’nin istediği makbul muhaliflerdi. Muhalif TV kanallarıyla yandaş TV kanallarının varlıkları da aynı içerleme toplumuna hizmet etti.
Reaktif toplum, şampiyonluk kaybettiğinde tribün yakıp yönetimi istifaya davet eden taraftar gibidir. Yoksunluk ya da ihlaller karşısında ani öfke patlamasıyla belli süreliğine kısıtlayıcı olur.
Direniş toplumu ise her an müzakere eden, reaksiyon için hadise beklemeyen, iktidarın baskısının arttığı hadiseleri önlemek için proaktif olan, iktidarı teftiş eden, kendini taleplerini tekrar eden, görünmediği yerlerde görünür olan, devamlı müzakere eden, hatırlayan bir toplumdur. Hafıza, müzakere ve bunları görünür kılmak bu topluluğu iktidarını kısıtlayan ve iktidarını düzenleyen bir toplum hâline getirir.
Ben Türkiye’de üç toplumun da bir arada olduğunu düşünüyorum. Eğer fazla reaktif kalırsak döneceğimiz yerin içerleme toplumu olduğunu düşünüyorum. Eğer müzakereyi trend yaparsak, bu kez 19 Mart’ta verdiğimiz reaksiyonu sürdürülebilir kılacağımızı düşünüyorum. Bir “müzakere” kampanyasına ihtiyacımız var.
Ancak daha yakından bakarsak, siyasetin devamlı mikro müzakereler bütünü olduğu ve bu müzakerelerin aslında kişisel ve toplumsal varlığımız adına yapıldığını görürüz.
Elit siyaseti
Elit siyaseti, siyasi partilerin oynadığı, kaynak dağıtımını hedef alan ve pazarlıkları, kendi çıkarını tanımlayan ve güden aktörleri içeren bir oyundur. Ancak siyasetin tanımı bu değildir. Siyaset, iletişimle, kendimiz, kendiliklerimiz, bedenlerimiz, psikolojimizle, bilincimizle toplumsal bilinç, kurallar, devlet, normlar, diğer kurumlar, diğer insanlar arasında her zaman kişinin varlığını konu edinen bir müzakere alanıdır. Kısacası, toplumsal olarak görünen aktörlerin, toplumla kaçınılmaz olarak ilişkilenen herkesin, yani hepimizin kendi küçük alanlarından başlayıp oluşturduğumuz çeşitli toplulukların ilişkilendiği soyut alan siyasettir. Siyaset, dolayısıyla güç ilişkilerini, iktidarı ilgilendiren her şeyi içerir.
Siyasetin olduğu her alanda, güç ilişkilerini gördüğümüz her alanda müzakere ederiz. Kendi küçük çemberlerimizde vücudumuzla müzakere ederiz, müzakereyi sivil-kurumlar çerçevesinden ele almak devletin iktidarının kilomuza, eşimize, doğum yapma yöntemimize kadar sirayet ettiği bir ortamda savunabileceğimiz bir şey değil. Müzakere, hepimizin, herkesin içinde bulunduğu ilişkilerinde kısıtlayıcı bir güç olma potansiyeli ve sürecidir. Anne babanızla, sevgilinizle, öğretmenlerinizle, arkadaşlarınızla aslında düzenli olarak müzakere içerisindesiniz. Bu tip bir siyaset tanımı, pekâlâ Erdoğan’ın Türkiye’ye kabul ettirdiği siyaset tanımının dışında ve onun tam zıddında.
Ancak daha yakından bakarsak, siyasetin devamlı mikro müzakereler bütünü olduğu ve bu müzakerelerin aslında kişisel ve toplumsal varlığımız adına yapıldığını görürüz. Var olabilmek, var olduğumuzu hissedebilmek için doğal kaynakları da tartışabiliriz, etrafımızdakilerin nasıl davrandığını da mahallemizdeki sorunları da tartışabiliriz; hatta uzun süre etrafımızdakilerle müzakere etmeyi çok normal bir şeymiş gibi algılamazsak en nihayetinde biber gazından nasıl korunacağımızı öğrenip, demokratik oy hakkımızı elitlerin değil, doğrudan Z kuşağı denip hor görülen çocukların koruduğu bir senaryoyla karşılaşırız.
Yani müzakerenin hayatın her alanından bağımsız olduğu düşüncesi bizi amaçsızlaştırdığı ve bireysel varlığımızı görmezden gelmemize yol açtığı gibi, Türkiye’de gördüğümüz baskıyı yurt dışında hissetmeyeceğimiz yanılgısını da bizlere hissettirir. Müzakere etmediğimiz sürece içeride ya da dışarıda yığılı bedenler olmaktan bir farkımız kalmayacak.
Siyaset bilimi, müzakereyi genellikle sivil toplum kuruluşları ve vatandaş ilişkisine, civic participation dediğimiz, vatandaşın kentsel yürütme süreçlerinde, kendi iyiliğini ve temsil edilme hissini gözeterek katılımını ifade eder. Müzakere, kentsel katılımı içereceği gibi, bunun ötesinde, iktidarın ulaştığı ve bulaştığı her alanda yapmamız gereken, kendi hayatımızı içkin bir pratik ve norm. Müzakereyi elit siyasetine bırakmak vatandaşın siyaseti içselleştirmesini değil, elit siyasetinin vatandaş üzerindeki kontrolünü normalleştirir. Zaten zaman ve mekân yönetimi istihdam ve eğitim tarafından belirlenen biz vatandaşları her gün sokağa çıkarmak ne kadar manasızsa, vatandaşla hayat arasına dünyayı iyi anlayıp anlamadığı belli olmayan siyasi parti yöneticilerini sokmak da o kadar anlamsız.
Müzakere mantığını kurumsallaştırarak, tıpkı boykotu yayar gibi yayarak, cool kılarak sağlayabiliriz. Tıpkı Saraçhane önünde gençlerin Özgür Çelik ve Özgür Özel’le müzakere etmesi gibi, tıpkı ODTÜ’lü gençlerin polis tarafından kampüste sıkıştırıldıklarında, plan yaparken milletvekilleriyle ortak hareket etmek istemelerindeki gibi; müzakere büyük harflerle yazılan belagatlerde değil, iktidarın sızdığı ve bedenlerin hedef alındığı her anda yapılabilecek, fikir beyan edecek, iktidarın kılcal damarlara inmesinin önünde kısıtlayıcı güç olunmasını talep edecek bir norm, bir pratik, yeni bir motto olmalı. Aksi takdirde, iktidara dönüşen siyasal yönetim, toplumun müzakere süreçlerini yutacak, toplumun kontrol ve disiplin mekanizmalarını tek elinde tutacak, demokratik araçların ve cumhuriyetin kurumlarını da bunun için bir araca dönüştürecektir.
Hapse atılan sıra arkadaşlarımızı ve öğrencilerimizi içeriden yalnızca elitlerin diğer elitlerle müzakeresi çıkaramaz, bugün onlar çıkar, yarın bir diğerimizi daha uydurma bir bahaneyle içeri alırlar. Halkın kinetik enerjisini, burada kast ettiğim sürekli ve mikro müzakere inisiyatifiyle sağlayabiliriz. Bu durum CHP yönetimi için daha kârlı; aksi halde siyasi parti değil, Tayyip Erdoğan siyaseti partisi olduğunuzu unutmamak gerekir. Düzen siyaseti, siyaseti (yani toplumun tüm kontrol ve disiplin mekanizmalarıyla, gelen görenek ve birey-kamu ilişkisindeki, doğal kaynaklar dahil tüm dinamiklerin şekillendirdiği ve şekillendiği büyük şemayı kastediyorum) yuttuğu bir ortamda varlığınız iktidarın istediği kadarla sınırlı kalacak.
Müzakere yoksa, mutlak butlanı ya kayyumu ne engelleyecek ki?
Kaynakça
Arendt, H. (1958 [2019]). The human condition. University of Chicago press. Grigoriadis, I. N. (2014). Kutsal sentez: Yunan ve Türk milliyetçiliğine dini aşılamak. Koç Üniversitesi Yayınları.İlginizi Çekebilir