Bir özür anatomisi: Caligula'dan Oidipus'a, sahneden inmeyen iktidar
KÜLTÜR SANATCaligula’yı, Sinekler’i, Kral Oidipus’u rafın önünde yan yana koyduğumda, soru hep aynı yere dönüyor: Suçu kimin hanesine yazdığımızdan çok, bedeli kime ödettiğimiz belirliyor bu çağın ahlakını. Ve en alttakilerden özür dilemeden, hiçbir iktidar sahneden gerçekten inmiş sayılmıyor.
Bu yazıya başlarken kendime şunu söyledim: “Lütfen bugün iktidar eleştirisi yazma.”
Politika yazmayacağım dediğim gibi, konuştuğum kitaplarımı da yazmayacağım demiştim aslında. Ama hayatım boyunca sahip olduğum, almadan veren tek varlık oydu. Devlet Parasız Yatılı Bursluluk Sınavını kazanmış ve ilk bursuyla Yurt Yayınları'nın İlyada, Odysseia, Alamut Kalesi vb. bir sürü kitabının olduğu seti almış bir çocuktum. Yurt kütüphanesinde ki (kütüphane dediysem etüt odasında üç beş raftan oluşuyordu) Kemalettin Tuğcu kitaplarını tekrar tekrar okumaktan bıktığımı anlarsınız. Harika bir sahiplik duygusu ve tarif edilemez bir coşkuydu benim için onlara sahip olduğum gün. O ilk geceyi hiç unutamam mesela... Saat 21.00’de tüm ışıklar kapatılıp yat saati geldiğinde ranzanın alt katındaki yatağımda, yorgan içinde fenerle okumaya çalışmıştım. O günden sonraki tüm gecelerde de...
Sonrası...
Sonrasında daha çok kitap ve artık zaruri olan gözlüğe harcadım burslarımı...
(Her zaman yaptığım gibi olayın özünü anlatmak isterken tekrar yaşadım o günleri, iyi mi? Yaşadıkça da uzattım, affola.
Nerde kalmıştık; belki de bu yüzden en iyi dostlarım kitaplar olduğu için hayatı onlarla yorumluyor, onlara dair yazıyorum.
Sonda yazmayayım, şimdiden yazayım: Bu kısım yazar notu. ;))
Sonra fark ettim ki bu ülkede iktidar eleştirisi yazmamak, trafikte kırmızı ışıkta durmamak kadar imkânsız bir şey.
Her haber bülteni, her “kriz yönetiyoruz” cümlesi, her “hepimiz aynı gemideyiz” tiradı, insanın içinden şu tepkiyi yükseltiyor:
Kim, ne için, kimden,ne zaman özür dileyecek?
Bir süre bu sorudan kaçmaya çalıştım; sonra yine rafın önünde buldum kendimi.
Yan yana durması gerekmeyen üç kitap birbirine sokulmuştu: Albert Camus’nün Caligula’sı, Jean-Paul Sartre’ın Sinekler’i, Sophokles’in Kral Oidipus’u. Biri Roma’da delirmiş bir imparatoru, biri Argos’ta suçlulukla uyutulan bir halkı, öteki Thebai’de vebayla boğuşan bir kralı anlatıyor.
Bunları normalde farklı raflara yerleştirip unuturduk.(Unutmuştum hatta) Yine de bu coğrafyada yaşayıp her gün aynı klişeleri dinleyen biri olarak içimden şu geçti:
Belki de özür borcumuzu kime yönelteceğimizi anlamak için önce bu üç kitaba dönmemiz gerekiyor.
Caligula’yı yıllarca “deli imparator” anekdotunun edebi versiyonu gibi okuttular bize. Oysa burada çizilen şey, tek bir adamın psikolojisinden çok daha sert:
İktidar, saçmalık duygusunu bahane ederse neye dönüşür?
Caligula, o meşhur fark edişine varıyor: “İnsanlar ölüyor ve mutlu değiller.”
Aslında bu cümle, başka bir elde,başka bir akılda adalet arayışına açılabilirdi.
Onun elinde şöyle işliyor:
Madem dünya anlamsız, madem tanrılar yok, madem ölüm kaçınılmaz, o hâlde her şey mübah.
Bu, bireysel bir cinnet değil; siyasal bir program.
Absürd duyguyu, sınırsız deney hakkına çevirmek.
Devleti, bir kişinin metafizik krizinin laboratuvarı; insanları, bu laboratuvarın kobayları hâline getirmek.
Absürd denen şey, aslında insanın anlam arayışıyla dünyanın kayıtsızlığı arasındaki çarpışma. Fakat absürdü sezmek ile onu bahane etmek arasında ince bir çizgi var.
Biri, sorumluluğu artıran bir uyanışa dönüşebilir; diğeri, her tür iktidar keyfini meşrulaştıran bir mazerete.
Caligula’nın yaptığı tam da bu: özgürlüğü, başkalarının üzerinde sınırsız tasarruf hakkına çeviriyor. Varoluş dediğimiz şey, etikle buluşacağı yerde, çıplak bir tahakküm tekniğine dönüşüyor.
Televizyonda “yeni model”, “yeni reform”, “yeni program” cümlelerini dinlerken, kafamın bir köşesinde hep bu laboratuvar beliriyor.
İki çocuğu olan bir anneyim; ekranda her “model” dendiğinde evimizin havası değişiyor: ödevlerin ritmi, kaygının sesi, geleceğin takvimi.
Özellikle de çocuklar söz konusu olduğunda…
Sınav sistemleri değişiyor, müfredat değişiyor, okul türleri değişiyor; her yeni yönetmelik “çağa uyum” diye paketleniyor. Ama sınıftaki çocuk, her defasında yeni bir deneye tabi tutuluyor.
Son yıllarda bu deney daha da çıplaklaştı: MESEM tabelalarının arkasına saklanmış, kâğıt üzerinde “öğrenci”, fiiliyatta ucuz işçi olan çocuklar.
On dört, on beş yaşında; “meslek öğreniyor” diye atölyelere, fabrikalara gönderilen, sonra da iş cinayetinde ölen çocuklar.
Resmî dilde bunlar “kaza”.
Fiiliyatta, Caligula’nın laboratuvarında kırılan cam tüpler.
Hiçbir çocuk o protokollere imza atmadı.
Hiçbiri “haftanın beş günü ağır işte çalışmak, sonra da bir sunumda ‘başarı hikâyesi’ diye anlatılmak istiyorum” demedi!
Kararı onlar adına verenler ise “istihdam”, “piyasa ile entegrasyon”, “genç işgücü” cümlelerini rahatlıkla kurabiliyor.
Çocuğun kısacık yaşamıysa çoğu zaman bir haber alt satırından ibaret kalıyor.
İki çocuğumun yüzüne bakıp bu haberleri okuduğumda, Caligula’nın “İnsanlar ölüyor ve mutlu değiller” cümlesi, bugün bende şöyle yankılanıyor: İnsanlar ölüyor ve birileri hâlâ bunun üzerinden kâr edebiliyor.
Saçmalık duygusu felsefi bir problem olmaktan çıkıp, ekonomik modelin fon müziği hâline geliyor.
Sartre’ın Sinekler’ine geçtiğimde, şiddetin tonu değişiyor.
Caligula’daki o çıplak, yüksek sesli zulüm çekiliyor; yerini, içe çöken bir suçluluk atmosferi alıyor.
Argos’ta, Caligula gibi bağıran, krizini sahneye taşıyan bir tiran yok.
Orada iktidar, çok daha tanıdık bir yerden işliyor: suçluluk üreterek.
Şehir, eski bir cinayetin (Agamemnon’un öldürülmesinin) gölgesinde tutuluyor.
Her yıl “yas günleri” var; meydanlar matem törenleriyle doluyor, kara giysiler, ağıtlar, diz döven kalabalıklar…
Kâğıt üzerinde bu bir yüzleşme ritüeli.
Gerçekte ise, halkın başını hep geçmişe eğik tutmanın sofistike bir yöntemi.
Zeus burada sadece “tanrı” değil, suçluluk rejiminin baş mimarı.
Halka sürekli aynı cümleyi değişik kılıklarda tekrar ediyor: “Günahkârsınız, o yüzden acınız haklı. Bu kaderi siz çağırdınız.”
Bir noktadan sonra o şehrin insanları yalnızca suçluluk duymuyor; suçluluğu kimliklerinin parçası hâline getiriyor.
Kendi acılarına sahip çıkmak yerine, acılarının “hak edilmiş” olduğuna inanmaya başlıyorlar.
Suçluluk, neredeyse itaatin konforlu bir biçimine dönüşüyor.
Sinekler tam burada sahnenin anlamını değiştiriyor.
O küçük, vızıldayan, rahatsız edici böcekler sadece dekor değil; kentin üzerine çökmüş suç duygusunun, çürümüş hafızanın bedene bürünmüş hâli.
Cesetlerin kokusuna gelen sinekler, kaldırılmayan suçun kokusuna da geliyor.
Şehrin havası, aslında tek bir cümleyle zehirlenmiş durumda:
“Böylesiniz ve başka türlüsü mümkün değil.”
Bugün bize de yabancı değil bu ses.
MESEM’de ölen bir çocuk haberi çıktığında, ilk sorgulanan kim oluyor mesela?
Protokole imza atanlar, teşvikleri yazanlar, o modeli kuranlar değil hiçbir zaman:
“Çocuğu niye göndermiş ailesi?”
“Eskiden de çıraklık vardı, kimse şikâyet etmiyordu.”
Kadın cinayetlerinde, yine aynı refleks:
“Neden ayrılmamış?”
“Neden şikâyet etmemiş?”
“Neden yanlış adama güvenmiş?”
Hayvanlara dönük şiddette de benzer cümleler devreye giriyor:
“İnsan öncelikli.”
“Ekonomik zorunluluklar.”
“Gelenekler.”
Suç, hep aşağıya doğru akıyor.
En zayıf, en az söz hakkı olanların üstüne.
En tepedeki karar vericiler ise, “hepimiz biraz suçluyuz” sisinin içinde kayboluyor.
Modern iktidarın en ustaca hamlesi, yalnızca bedenleri değil, vicdanları da hizaya sokmasında saklı.
Artık kimse bize açıkça “itaat et” demek zorunda değil; bunun yerine içimize yerleşmiş bir ses, “yetersizsin, suçlusun, borçlusun” diye fısıldıyor.
Böyle olunca iktidar sadece dışarıdan değil, içeriden de çalışıyor.
Suçun gerçek dağılımıyla suçluluk duygusunun dağılımı arasında devasa bir uçurum var:
Güç yukarıda yoğunlaşıyor, suçluluk aşağıda birikiyor.
Sinekler, tam da bu ters orantıyı sahneye çıkarıyor.
Orestes’in Argos’a gelişi, bu yüzden bir “kahraman giriş sahnesi” değil; rahatsız edici bir uyanış anı aslında.
O, şehre gelip sadece intikam peşine düşmüyor; halkın sırtına yapıştırılmış o yapay suçluluğu hedef alıyor.
Şehre şu cümleyi haykırıyor: “Suçluysam, bu suç bana ait olsun.”
Tanrılara karşı bir meydan okuma olduğu kadar, suçluluğu politikanın elinden kurtarma girişimi.
“Benim adıma suç icat edip bununla beni yönetemezsin,” demek.
Geçmişle yüzleşmek başka, geçmişte yazılmış suç senaryolarıyla bugünü yönetmeye razı olmak bambaşka.
Bugün kadın hareketinin “suçluluk iadesi” tam da burada duruyor: Utancı, suçu, günahı “bize ait değil” diyerek geri gönderiyor.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi aynı çizgide: “Zorunluluk” diye dayatılan şeyin çoğu zaman kâr ve alışkanlık olduğunu gösteriyor.
Çocukların “geleceğimizi çaldınız” sözleri, Orestes’in cümlesini güncelliyor: “Bu suç, bizim hanemize yazılamaz.”
İki çocuğum için kurduğum her cümlede bu suçluluk rejiminin ince sızıntısını hissediyorum:
Başarısızlıklarının, korkularının, kaygılarının sorumluluğunu hızla kendilerine yüklemelerini; sistemin kusurunu kendi karakterlerine yazmalarını izlemek, Argos Meydanı’nda dikilmek gibi.
Ve sonra Sophokles giriyor sahneye; Kral Oidipus’la.
Thebai’de veba var.
Veba, istatistik değil; sokakta kokusunu aldığın, önce çocuklara, yaşlılara, hayvanlara dokunan, sonra yavaş yavaş herkesi saran bir çürüme.
Şehir, çözüm için krala bakıyor.
Bu da tanıdık: kriz anında gözler hep “yukarıya” çevriliyor.
Oidipus, sorun çözücü lider gibi davranıyor.
Kahinlere danışıyor, geçmişi soruşturuyor, önceki kuşakların hatalarını didikliyor.
Bugünün siyasetçilerine çok benzeyen bir hâli var: Sorun, hep “bizden önceki dönemde”, hep “geçmişten miras”.
Sonra tragedyanın yumruğu geliyor: Şehrin felaketinin kaynağı, bizzat Oidipus’un kendisi.
Kendi bilmeden işlediği suç, kentin damarlarına veba olarak yazılmış.
Ve Oidipus, hakikatle yüzleştiğinde, sadece “hata yaptım” demiyor.
Gözlerini oyarak sahneden çekiliyor.
Bu jest, tragedyanın kalbinde duran çıplak bir soruyu hâlâ diri tutuyor:
Hakikat ortaya çıktığında, bedeli kim ödüyor?
Şunu unutmamak gerekiyor: sorumluluk her zaman bireysel, sonuçları ise kamusal. Oidipus’un trajedisi, “kötü niyetli” olması değil; kendi bilmeden de olsa, bütün bir şehirde veba olarak dolaşan bir suça kaynaklık etmesi. Bu yüzden sıradan bir özürle yetinmez; kendi varlığını sahneden çekmeye razı olur. Niyetin temiz olması, sonucu hafifletmez; zarar ortadaysa, sorumluluk bir yerde ete kemiğe bürünmek zorundadır. Körleşme jesti tam da bu yüzden etik bir eşiği işaret eder: iktidar, kendisi için değil, başkalarının maruz kaldığı zarar adına geri çekilmelidir.
Bugün büyük krizlerden sonra neler olduğuna baktığımızda, bu sorunun cevabı iç burkucu oluyor.
Çoğu zaman, yukarıdan aşağıya uzun cümleler iniyor – “üzüntü”, “taziye”, “soruşturma talimatı” – ama gerçek anlamda sahneden inen pek kimse yok.
Koltuklar yerinde, kâr modelleri yerinde, protokoller yerinde.
Bir anne olarak, dünyayı iki çocuk için yaşanabilir kılmaya çalışırken, bu sahneden inmeyen iktidar figürlerinin gölgesi hep üzerlerinde:
Karne notlarından çok daha ağır olan, üzerlerine yazılmış bu “bedel defteri”.
Başta sorduğum soruya geri dönüyorum: Kim, ne için, kimden, ne zaman özür dileyecek?
Caligula, Sinekler ve Kral Oidipus’u bugün, burada, bu zamanda yeniden okuduğumda, artık onları sadece “iktidar eleştirisi” olarak görmüyorum. Bir tür özür anatomisi gibi duruyorlar önümde: Caligula, “ben bunalımdayım” diyerek başkalarının hayatını deney malzemesine çeviren gücü gösteriyor.
Sinekler, suçu en kırılganların sırtına boca eden kültürel mekanizmaları.
Kral Oidipus, hakikatin ortaya çıktığı anda sahneden inmeyi reddeden her figürü görünür kılıyor – tersinden, yani inerken.
Ve bütün bunların ortasında, en çok kimlerin adının geçmediğini fark ediyorum:
Çocukların, kadınların, hayvanların.
Çocuklar, “yeterince çalışmadım” diye kendini suçlarken; kadınlar, “ben yanlış yaptım” diye şiddeti içselleştirirken;
hayvanlar hiçbir şey diyemezken; özür borcunun asıl adresi hep havada kalıyor.
Belki de toplu bir özür mektubu yazılacaksa ki yazışmalı,
o mektup şöyle başlamalı:
“Sevgili çocuklar;
sizi eğitim adı altında sınavlara, kaygıya, MESEM protokollerine, ağır işlere sürükleyen tercihlerimiz hasebiyle biz olduk.
Sizin üzerinizden kâr eden patronlardan, sizi rakama indirgeyen politikalardan hesap sormadığımız için size borçluyuz.
Kendi iki çocuğumun gözlerine bakarken, bu borcu daha çıplak görüyorum.”
“Sevgili kadınlar;
yüzyıllardır suçluluğu, utancı, fedakârlığı omzunuza yıkan sistemleri yeterince sorgulamadığımız için, şiddet gördüğünüzde bile önce sizi sorgulayanları yerinde bıraktığımız için, özür borçluyuz.”
“Sevgili hayvanlar;
sizi kaynak, mal, risk, ‘hijyen sorunu’ diye kodlayan, yaşam hakkınızı lüks sayan bütün düzenekleri değiştirmekte bu kadar geç kaldığımız için, özür borçluyuz.”
Bu mektubun altına bugün kim imza atar, emin değilim.
Belki de önce kendi adımızı küçük harflerle, çekinerek yazmak gerekiyor:
Bu düzenin seyircisi, bazen de sessiz ortağı olmuş yetişkinler olarak;
iki çocuğu için endişelenen, ama onların yaşayacağı dünyayı dönüştürmekte geciken anneler, babalar, yurttaşlar olarak.
Ama şunu biliyorum:
Caligula’yı, Sinekler’i, Kral Oidipus’u rafın önünde yan yana koyduğumda, soru hep aynı yere dönüyor:
Suçu kimin hanesine yazdığımızdan çok, bedeli kime ödettiğimiz belirliyor bu çağın ahlakını.
Ve en alttakilerden özür dilemeden, hiçbir iktidar sahneden gerçekten inmiş sayılmıyor.
İlginizi Çekebilir