Barış, hatırlamaktan vazgeçmeyenler içindir
SİYASETHalkın iradesi gasp edilirken, sokakları şiddetle dizayn edilmiş bir ülkede hangi barış mümkün?
Ve belki bir gün, bu kitap bitecek. Beden iyileşecek. İçimizdeki savaş da yavaş yavaş dinecek. Ama şimdi değil. Çünkü biz barışı, bir iktidarın ömrünü uzatan bir kelime olarak değil; halklar arasında vicdana, eşitliğe ve adalete yaslanan bir ahlak biçimi olarak düşlüyoruz. O düş, henüz uyanmadığımız bir sabaha ait.
Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ına dipnotla…
Ağrıyan yerlerden başlayan cümleler
Ameliyattan çıktım. Evdeyim. Bedenim ağır, zihnim daha da ağır. Uykuya dalmak kolay, uyanmak zor. Ama en zoru, “barış” kelimesini tekrar tekrar duymak ve içime sinmeyen bir sessizliğe gömülmek.
Elime bir kitap alayım dedim, biraz uzaklaşmak için. Tolstoy’a uzandı elim. Savaş ve Barış.
Hani şu kalın ciltli, çoğumuzun kitaplığa koyup da okumaya cesaret edemediği roman. Daha önce okumuştum elbette; ama bugünün ruh haliyle sanki ilk kez okuyormuşum gibi geldi.
İçinden geçilen bu süreçte barışı bir de ondan dinleyeyim istedim.
Ve Tolstoy’un sayfaları açıldıkça, gördüm ki: Barış, konuşuldukça değil, hatırlandıkça büyüyen bir kelimeymiş.
Barış mı Dediniz?
Bugün barış yeniden konuşuluyor. Ama nedense herkes susmuş gibi.
Barış, bir “süreç”, bir “strateji”, bir “uzlaşma masası” olarak tarif ediliyor.
Ama o masada kimlerin sesi kısıldı, kimler dışarıda bırakıldı, kimler sıraya alındı bunu konuşan yok.
Yıllarca kenarda tutulan bir halk, şimdi merkeze alındı.
Ama bu merkez, başkalarının dışarıda bırakılması pahasına kuruluyorsa; barış, yalnızca yer değiştiren bir adaletsizlik olur.
Laiklik, kadın hakları, emek mücadelesi… hepsi yeni barış tablosunda ertelenmiş, belirsiz bir geleceğe havale edilmiş.
Ve biz bu sıralamayı sorguladığımız için “barış düşmanı” ilan ediliyoruz.
Barışa şüpheyle bakanlar yaftalanıyor.
Tıpkı bir zamanlar “yetmez ama evet” diyenlerin yapay özgürlüklerinde olduğu gibi.
Oysa gerçek barış, kimin susup kimin konuştuğuna bakarak değil, herkesin konuşabileceği bir zemin kurarak başlar.
Laikliği görmezden gelen, kadınlara sessizliği dayatan, emekçiye susmayı öneren bir barışın adı barış değildir.
Bu, yalnızca yeni rejimin yumuşak geçişidir.
Tolstoy’un Tanıkları: Andrey, Pierre ve Nataşa
Savaş ve Barış’ta Prens Andrey, savaşın ortasında gökyüzüne bakar. Sonsuzluğu görür.
Ve savaşın ne kadar anlamsız, hayatın ne kadar kırılgan olduğunu fark eder.
Bugün biz de barış konuşulurken, sırtımızı dönüp gökyüzüne bakmak zorundayız.
Çünkü yerde kurulan masalarda eksik olan temsil değil –artık temsilin neye ve kime hizmet ettiği.
Eksik olan şey, hakikat, adalet ve geçmişle sahici bir hesaplaşma.
Pierre, idealleri olan bir adamdır. Devrimden yanadır.
Ama zamanla temsilin ne kadar yozlaştırıcı olduğunu fark eder.
Yapması gerekenin halkla birlikte yaşamak, daha az konuşmak, daha çok görmek olduğunu anlar.
Bugün temsilciler neyi temsil ediyor, kim adına konuşuyor bilmiyoruz.
Çünkü çoktan halktan uzaklaştılar.
Ve Nataşa… Süsün, gösterinin, hayran olunmanın içinden geçip bir sadeleşme haline varır.
Onun için sevgi artık törensel bir şey değil, gündelik bir sadakat.
Barış da böyle olmalıydı: Yüksek laflarla değil, sessiz ama sahici bir eşitlikle kurulmalıydı.
Hatırlamanın Barışı
Barış, hafıza gerektirir.
Kimin öldüğü, kimin sustuğu, kimin kaybolduğu…
Bunları hatırlamadan barış olmaz.
Ama şimdi bize unutmamız söyleniyor. Unutur gibi yapmamız.
Bir masa kurulduysa, artık her şey yolundaymış gibi davranmamız.
Hayır. Barış, adaletsizlik unutulduğunda değil, adil bir hafıza kurulduğunda başlar.
Peki kimle bu barış?
Kayyum atanan belediyelerle mi?
Hâlâ cezaevinde tutulan siyasetçilerle mi?
Şiddete uğrayan kadınlarla, susturulan gazetecilerle, işten atılan kamu emekçileriyle mi?
Yoksa sadece belirli bir çevreye tanınan bir hak olarak mı düşünülüyor barış?
“Ümmet” lafı bolca dolaşıyor ortalıkta.
Ama bu “ümmet”, halkların eşitliğine değil, yeni bir itaat düzenine işaret ediyor.
Halklar, haklarını değil; rollerini oynasın istiyorlar.
Peki bu neyin barışı? Ne karşılığı?
Halkın iradesi gasp edilirken, sokakları şiddetle dizayn edilmiş bir ülkede hangi barış mümkün?
Ben bu yüzden o kelimeyi kolayca söyleyemiyorum.
Çünkü içime sinmeyen bir barışa “evet” demek, yalnızca bugünü değil, yarının suskunluğunu da onaylamak olur.
Barışın Gerçek Adı
‘İnsan, içinde taşıdığı çelişkiye rağmen dürüst kalabilirse, gerçek barışa yaklaşır.’
Ben de çelişkilerimle dürüst kalmak istiyorum.
Barışa evet demek isterim elbet.
Ama neye evet dediğimi bilmeden...
???
İçimde bir boşluk var, adı belirsizlik.
Gelenin ne olduğu söylenmiyor, sadece “geliyor” deniyor.
Barış buysa, neden bu kadar çok kişi sessiz?
Neden bu kadar az kişi huzurlu?
‘Barış istiyorsan, açık yüreklilikle konuşmalısın; çünkü sessizlik, çoğu kez yalanın kardeşidir.’
O yalanın biçim değiştirdiğini biliyoruz belki de.
Suskunluk değil sadece; fazlasıyla konuşulmuş ama hiç yaşanmamış olanlar var artık karşımızda.
Ve belki bir gün, bu kitap bitecek.
Beden iyileşecek.
İçimizdeki savaş da yavaş yavaş dinecek.
Ama şimdi değil.
Çünkü biz barışı, bir iktidarın ömrünü uzatan bir kelime olarak değil;
halklar arasında vicdana, eşitliğe ve adalete yaslanan bir ahlak biçimi olarak düşlüyoruz.
O düş, henüz uyanmadığımız bir sabaha ait.
İlginizi Çekebilir