Aynı nehrin kuyusu: Sonsuz döngüler
SİYASET‘Ouroboros, kendini yiyen yılan. Biz, kendini izleyen insan.’
Belki de mesele şu: Tarih kendini tekrar etmiyor. Biz, tekrarlarımızdan yeni bir tarih kurmayı bilmiyoruz. Ouroboros'un sırrıdır bu: Döngüyü kırmak için önce onu kucaklamak gerek. Her sabah aynı suyla yüzümüzü yıkayıp aynı aynaya bakıyoruz. Aynı aynaya, farklı yüzlerle.
‘Ouroboros, kendini yiyen yılan. Biz, kendini izleyen insan.’
İçine doğduğum bu topraklarda yazmak…
Bazen bir lanet gibi, bazen kırık bir dualar kitabı gibi.
Bazen de yırtılmış bir haritanın rüzgârla uçup giden köşesinde tek başına kalmış bir kelime gibi hissediyorum kendimi.
Ruhum, bugün yazdıklarım kadar karmaşık.
Çünkü bu toprak hiçbir şeyi tek katmanda saklamıyor.
Acı da burada, su da.
Küf de burada, buğday da.
Ölüm de burada, yeniden doğuş da.
Bir Ouroboros halkasıdır bu: Kuyruğunu yiyen yılanın kusursuz döngüsünde,
her son bir başlangıç, her çöküş bir tohum saklar.
Ama biz, bu halkanın hangi noktasında durduğumuzu asla bilemeyiz.
Bir cümlenin gövdesine bütün bunları sığdırmaya çalışmak, suya taş atmadan balık avlamaya benziyor biraz.
Bir nehir var içimde.
Her sabah kalktığımda onu düşünüyorum.
Aynı yerden akıyor, aynı taşlara çarpıyor, aynı yosunları sallıyor.
Ama suyu berrak değil artık.
Kimse, bu suyun neden temizlenmediğini sormuyor.
Ouroboros'un suretidir bu nehir:
Kendi kuyruğunu kemiren zaman, kendi küllerinden doğmayı unutmuş.
Bizse o halkanın içinde, dönüp durduğumuzu fark etmeden, aynı anı yaşayıp duruyoruz.
Herakleitos, "Aynı nehre iki kez girilmez," dediğinde belki de değişimi kutsuyordu.
Bizim nehrimiz akmıyor.
Toprak taşı tutmuş, taş suyu, su çamuru...
Zamanın içinden akacağı bir kanal kalmamış gibi.
Durgun su, akıntıdan daha tehlikelidir aslında. Kokusu geç fark edilir, öldürmesi uzun sürer.
Ve biz, o suyun hâlâ bizi temizleyeceğine inanıyoruz.
Kendi karanlığımızı kutsayarak yaşıyoruz.
Krallar devrilir, yeni krallar tahta çıkar.
Taç değişir, ama baş eğen omuzlar hep aynı kalır.
Firavunlar ölür, piramitler kalır.
Taşların gölgesinde başka köle pazarları kurulur.
Bir Ouroboros oyunudur bu:
Tarih denen yılan, hep aynı yerden ısırıyor kuyruğunu.
İnsan, itaat etmemenin de bir seçenek olduğunu unutur her defasında.
Süleyman oğluna bilgelik bırakmak istedi, Kudüs ikiye bölündü.
Barış, hiçbir zaman miras olamadı bu dünyada.
Her sabah yeniden örülmesi gereken bir ağdı o.
Ve insan, her sabah o ağı söktü.
Spartaküs zincirleri kırdı, Roma yıkılmadı.
Köle pazarlarının kapıları büyüdü sadece.
Sisifos taşı tepeye yuvarladı, taş geri düştü.
Belki de taşın zirveye varacağına inanmak en büyük cezaydı.
Ouroboros'un bilgeliğidir bu: Döngüyü kırmak için önce onu görmek gerek.
Yine de insan taşını kaldırmaktan vazgeçmedi hiçbir zaman.
Çünkü vazgeçmek, taşın altında kalmaktı.
Ya asıl isyan, taşı yuvarlamayı bırakıp, taşla konuşmaya başlamaksa?
Ağırlığı anlamaya çalışmak...
Taşı anlamaya başlayıp, onu yük olmaktan çıkarmak...
Camus'nün Veba'sı bittiğinde bile bakteriler toprağın altında uyuyordu.
Harari, insanın tanrılaşmaya çalışırken kendini dijital zincirlere vurduğunu yazdı.
Ouroboros'un modern yüzüdür bu: Artık kuyruğumuzu yemek için yeni teknolojik dişlerimiz var.
Her icat, eski korkuların yeni maskesi gibiydi belki de.
Her ilerleme, geçmişin gölgesini biraz daha uzağa düşürdü.
Gölgeler, ışığın olduğu her yerde var.
İnsana yalnızca biçim değiştiriyorlar.
Ve o biçimlerin anlamı, bakmayı bilenler için.
Biz de aynıyız.
Aynı kelimeleri farklı ağızlardan duyduk, aynı sokaklarda farklı ayakkabılarla yürüdük,
aynı insanlara farklı isimler verdik.
Bu bir mahkûmiyet değil, insan olmanın çıplak hâli.
Kim olduğumuzu, hangi suyla yüzümüzü yıkadığımız belirler.
Ouroboros'un aynasıdır bu: Kendine bakarken sadece kendini gören ve bu yüzden asla değişmeyen.
Ve o su her sabah aynıysa, yüzümüz de gerçekten değişmez.
Ancak suyu değiştiren, kendi yüzünü de değiştirir.
Yangınlar, yitip giden canlar, mutsuz, yorgun, kimsesiz bir ülke...
Söylenmesi gereken her şey söylendi aslında.
Söyleniyor da, birilerince.
Ama yapılması gerekenler?
İşte o, kimsenin diline yakışmıyor.
Çünkü eylem, kelimelerden daha ağır.
Ve belki de asıl korktuğumuz şey, bir gün o nehir akmaya başlarsa, suyun en çok bizi götüreceğini bilmek.
Taşlar yerinde kaldıkça, su hep ölü...
Bir devrim mi başlatmalı, önce kendi içimizin en sessiz yerinde, kendi karanlığımızı yıkarak?
Belki de mesele şu: Tarih kendini tekrar etmiyor.
Biz, tekrarlarımızdan yeni bir tarih kurmayı bilmiyoruz.
Ouroboros'un sırrıdır bu: Döngüyü kırmak için önce onu kucaklamak gerek.
Her sabah aynı suyla yüzümüzü yıkayıp aynı aynaya bakıyoruz.
Aynı aynaya, farklı yüzlerle.
Peki…
Her şeyi baştan yazmak mümkün mü, yoksa yazdığımız her cümle, Ouroboros'un halkasında yeni bir illüzyondan ibaret mi?
İlginizi Çekebilir