Aşırı sağın gölgesinde Alman yargısı
DIŞ POLİTİKAAşırı sağ, yalnızca mevcut kamusal yapıya sızmakla kalmıyor; aynı zamanda geleceği şekillendirmeye çalışıyor.
"Aşırı sağın yargının zayıflığı nedeniyle güçlendiği ya da etkili göründüğü" savunusu yerinde bir yaklaşım olarak değerlendirilmeli. Alman yargısının aşırı sağ karşısında "başarısız" görünmesinin nedeni elbette yalnızca bireysel sempati ya da ihmalle açıklanamaz. Yargının ideolojik homojenliği, devlet içi aşırı sağ yapılanmalara karşı yeterli refleksin olmaması, yargı reformlarının eksikliği ve yetersizliği, AfD'nin stratejik kadrolaşma hamleleri ve toplumun adalet talebi ile yargı sisteminin biçimsel yaklaşımları arasındaki kopukluk…
Almanya’da son yıllarda yargı kararlarının giderek daha fazla siyasi tartışmalara konu olması, hukuk sisteminin tarafsızlığına dair soru işaretlerini artırıyor. Özellikle aşırı sağcı çevrelerin lehine sonuçlanan bazı önemli davalar, kamuoyunda "Alman yargısı aşırı sağa göz yumuyor ya da direnemiyor" şüphelerini gündeme taşıyor.
Aşırı sağ ve Alman yargısı açısından meseleye kuş bakışı göz atıldığında ilginç bir tablo çıkıyor karşımıza. Aşırı sağ ile ilgili birçok davada kamuoyunun beklentisinin tersine çıkan mahkeme kararları çok konuşuluyor. Hatta davaların ardından, "Almanlar yine öfkeli ve aynı zamanda sevimli buldukları neonazilerine kıyamamış" şeklinde yorumlar yapılıyor. Çok örnek var bu konuda. Neonazi partisi Almanya için Alternatif'in (AfD) seçimlere katılmasının engellenmesi girişimlerinin mahkemelerce iptali, sosyal medya üzerinden ırkçı söylemler yayan polislerin görevlerine iade edilmesi, neonazi terör örgütü NSU davasında bazı sanıkların hafif cezalarla kurtulması ile Halle ve Hanau saldırılarında istihbarat zaaflarına rağmen devletin sorumluluğunun hukuken tespit edilmesinin engellenmesi örnek olarak gösterilebilir. Bu kararlar, ait oldukları döneme ilişkin teknik olarak "hukuki gerekçeler"e dayansa da toplumsal adalet duygusunu ciddi biçimde zedelediğinden bahsedilebilir.
Esas olarak, Alman yargı sisteminin" biçimsel" olarak tarafsız olduğu varsayılır. "Varsayılır" ifadesi burada yerinde kullanılmıştır. Zaten mahkemelerden çıkan kararlara bakıldığında bu tarafsızlık meselesinin salt bir varsayım olarak kaldığı az çok anlaşılıyor. İlk etapta unutulmaması gereken şu ki, yargıçlar da birey olarak toplumsal ideolojilerden etkilenebilir, etkileniyorlar ama bu etkilendikleri ideoloji aşırılık içeriyorsa sorun var demektir. Meselâ Birgit Malsack-Winkemann... Bu kadın, eski bir yargıç ve neonazi partisi AfD'den ulusal parlamentoda bir süre milletvekilliği yaptı. AfD, aşırı sağcı ve neonazi unsurların toplamından oluşsa da parlamentoda yer aldığı sürece yasal bir parti olarak değerlendirilmesi gerekiyor maalesef. Ancak Winkemann şu anda hapiste. Neden? Kendisinin darbe yapma hazırlığında olan, demokrasiyi yıkıp monarşiyi getirmeyi amaçlayan azılı neonazi terör örgütü İmparatorluk Vatandaşları'nın tepe yöneticilerinden biri olduğu ortaya çıktı. Örgüt, Winkemann ve ekibi tarafından yapılan darbe planlarını uygulamaya koymaya hazırlanırken bir polis baskınıyla darmadağın edildi. Mahkemede bu nefret dolu faşist kadının eline düşen yabancıların neler çektiğini düşünebiliyor musunuz? Yargıçlar da elbette insan ama Almanya gibi kültürel kodlarında aşırı sağ idelerin baskın olduğu ülkelerde daha dikkatli olunmalı elbette.
Diğer yandan, 2020 yılında WZB (Wissenschaftszentrum Berlin für Sozialforschung) tarafından yapılan bir araştırmada, yargı mensuplarının büyük çoğunluğunun siyasi yelpazenin merkez-sağında (muhafazakâr) konumlandığı, özellikle üst mahkemelerde muhafazakâr eğilimlerin baskın olduğu tespit edildi. Alman muhafazakârların, aşırı sağ ile platonik bir aşk yaşadıkları herkesin malûmu. Muhafazakâr Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ve AfD'nin tabanları ideolojik olarak birbirine çok yakın. Bu iki parti arasında yüksek miktarlarda oy geçişleri oluyor. Bu durumu engellemek isteyen muhafazakârların, AfD'nin politika ve söylemlerini kopyaladığı bir süreç yaşanıyor. Bu süreç, AfD'nin ırkçı/faşist söylemlerinin bizzat muhafazakârlar tarafından siyasetin merkezine taşınması sonucunu doğuruyor. Bu, Alman demokrasisine gelecekte bir bedel ödetecektir elbette. Hele hele ülkede aşırı sağcı radikalleşmenin 12-14 yaş aralığına kadar indiğini üzerine koyarsak...
Ayrıca yargı organlarının çalışan kompozisyonu da epeyce tek tip. Büyük çoğunluğu, Batı Almanya kökenli, yaşça ileri, erkek, orta-üst sınıf ve ideolojik olarak "status quo" yanlısı yargıçlardan oluşuyor. Bu tablo, yargıdaki karar alma süreçlerinde göçmen karşıtı, göçmen veya sistem eleştirisi getiren aktörlere karşı mesafeli; statükoyu savunan ve "devleti tehdit etmeyen" aktörlere ise daha hoşgörülü bir yaklaşımı beraberinde getirebilir doğal olarak.
Aşırı sağ, yalnızca mevcut kamusal yapıya sızmakla kalmıyor; aynı zamanda geleceği şekillendirmeye çalışıyor. AfD’ye yakın sözde düşünce kuruluşu, özde neofaşist propaganda makinesi "Institut für Staatspolitik" gibi kuruluşlar hukuk öğrencileri arasında ideolojik kadrolar yetiştirme çabası içinde. Bu tür gruplar, üniversite kulüpleri ve burs programları üzerinden yargı sistemine uzun vadeli etkide bulunmayı amaçlıyor. Tehlikeler saymakla bitmiyor.
Devlet yapısına sızma tehlikesi
Öte yandan, en büyük sorun neonazi kliklerin devlet kadrolarına sızma çabalarının önlenemiyor olması. Ülkede aşırı sağın yalnızca sokakta değil devletin kritik kurumlarında da örgütlenmeye çalıştığı zaman zaman bizzat kamu yöneticileri tarafından açıklanıyor. Bu durum yargıyı doğrudan olmasa da dolaylı yoldan etkiliyor. Bununla ilgili uzun uzun konuşulması gereken örnekler var. 2000-2007 yılları arasında 10 kişiyi katleden Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) davasında, yalnızca Beate Zschäpe’nin ağırlaştırılmış cezaya çarptırılması ve güvenlik birimlerinin sorumluluğunun hukuken sorgulanmaması, büyük tepkilere neden olmuştu. Özellikle Bavyera Eyalet Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın bir ajanının cinayet mahallinde bulunması ve buna rağmen hiçbir işlem yapılmaması, yargıya olan güveni ciddi biçimde sarsmıştı. Başka bir örnek: 2017'de ifşa edilen "Nordkreuz" adlı paramiliter grubun üyeleri arasında askerler, polis memurları ve hatta adli personel de bulunuyordu. Grup, "X günü" (devletin çöküşü günü) için silah depoluyor ve hedef listeleri hazırlıyordu. Almanya Savunma Bakanlığı 2020’de KSK (Kommando Spezialkräfte) içinde aşırı sağcı yapılanmanın varlığını kabul ederek birliğin "kısmen" dağıtılacağını açıkladı. Bak yine "kıyamama" olayı. Kısmen ne demek? Demek ki Alman devleti neonazileri, "az Nazi" ya da "çok Nazi" olarak sınıflandırıyor ve ona göre "kısmen" operasyon çekiyor. Bu şekilde mi anlamak gerekiyor? Almanlar, yıllardır neonazileri görmezden gelerek pasifize ettiklerini düşünürken, onlar bu görmezden gelme eylemi sırasında açılan geniş hareket alanlarında rahatça örgütlenip, hızla üye sayılarını artırdılar.
Bununla birlikte, neonazi partisi AfD’nin bazı eyaletlerde yargı kurullarına üye sokmaya başlaması, yargının parti etkisine açık hale geldiğini gösteriyor. Ancak yargı mensuplarının görevden alınması veya denetlenmesiyle ilgili kurallar oldukça katı. Bir hâkimin siyasi görüşleri, görevden alınması için yeterli sayılmıyor. Sosyal medya üzerinden yapılan ırkçı veya aşırı sağcı paylaşımlar bile basit bir disiplin soruşturmasına konu ediliyor o kadar. Bu durum, aşırı sağ eğilimli bir yargıcın pratikte korunmasına neden oluyor. Hatta AfD gibi özünde faşist front örgütlenmeler içerisinde siyasi kariyer yapmalarına olanak sağlanıyor. Bakınız: Birgit Malsack-Winkemann olayı.
Aşırı sağ, yalnızca mevcut kamusal yapıya sızmakla kalmıyor; aynı zamanda geleceği şekillendirmeye çalışıyor. AfD’ye yakın sözde düşünce kuruluşu, özde neofaşist propaganda makinesi "Institut für Staatspolitik" gibi kuruluşlar hukuk öğrencileri arasında ideolojik kadrolar yetiştirme çabası içinde. Bu tür gruplar, üniversite kulüpleri ve burs programları üzerinden yargı sistemine uzun vadeli etkide bulunmayı amaçlıyor. Tehlikeler saymakla bitmiyor.
Bu arada, yargı kararlarının medya tarafından çoğu zaman teknik detaylara sıkıştırılması ve sistemsel eleştirilerin "hukuka saldırı" olarak görülmesi de bu tablonun devam etmesini sağlıyor. Medya, bazen daha fazla reyting uğruna bazen de gönüllü olarak destek amaçlı neofaşist siyasetçileri ağırlıyor ve bunların ekranlar aracılığıyla ideolojilerini milyonlara ulaştırmasına yardımcı oluyor. Almanya'da neonazi AfD'nin bu derece legalize olması ve ırkçı söylemlerinin toplumda karşılık bulmasının en güçlü payandalarından biri medyadır. Oysa medyanın denetleyici rolü, özellikle sistematik sapmaların görünür kılınmasında hayati önemdedir.
Sonuç olarak, "aşırı sağın yargının zayıflığı nedeniyle güçlendiği ya da etkili göründüğü" savunusu yerinde bir yaklaşım olarak değerlendirilmeli. Alman yargısının aşırı sağ karşısında "başarısız" görünmesinin nedeni elbette yalnızca bireysel sempati ya da ihmalle açıklanamaz. Yargının ideolojik homojenliği, devlet içi aşırı sağ yapılanmalara karşı yeterli refleksin olmaması, yargı reformlarının eksikliği ve yetersizliği, AfD'nin stratejik kadrolaşma hamleleri ve toplumun adalet talebi ile yargı sisteminin biçimsel yaklaşımları arasındaki kopukluk... Bu unsurların birleşiminden oluşan sistem, aynı zamanda büyük bir krize işaret ediyor. Eğer bu dinamikler olduğu gibi kalırsa, "Almanya bir hukuk devletidir" ifadesi yalnızca "biçimsel" bir iddiaya dönüşecektir. Bu durumu sadece göçmenler ya da sol görüşlü vatandaşlar için değil demokrasinin tamamı için bir tehdit olarak değerlendirmek ve çok geç olmadan ciddiye almak gerekiyor.
İlginizi Çekebilir