6/7 Eylül Pogromu’nu 70. yılında unutmadık, unutmuyoruz
SİYASETBu felaket bilmezden geliniyorsa, söz edilmesine, hatırlanmasına bile tahammül edilemiyorsa, ya da “şimdi sırası değil” deniyorsa, bu şiddetin, mağduriyetin, tedirginliğin devam ettiğini gösteriyor. Olayın arkasında kötü niyetli karanlık güçlerin olduğu doğru. Ancak kötülüklerinden vaz geçmediklerine ve devam ettiklerine göre ne onların varlığını engelleyebiliyoruz, ne onları teşhis edebiliyoruz, ne de kötülüklerin nedenlerini anlamayı sağlayabiliyoruz.
70. yıl. Bir şeyler yapmalı. Bir kere daha unutmadık diyoruz. Yaşanan felaketi hatırlamak önemli.
Ancak bir tuhaflık var. Kimsenin bir şey yapası gelmiyor. Acaba depresyonda mı, herkes? Sanki bir bezgin düşme hali. Belli ki bu yalnızca kapanmayan bir yara değil. Kangrene dönüşme hali.
Hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair. Atina’daki o çaresiz yaşlıların suskunluklarını ve küskünlüklerini hatırladım. Şimdi aynı hali yaşadığımı fark ettim. Başlarına gelenleri anlatmalarını beklerdiniz değil mi? Hayır yalnızca öyle susuyorlardı. Artık kızgınlıklarını dile getirme motivasyonunu bile kaybetmişlerdi.
Burada bir avuç insan, ırkçılığın, ayrımcılığın farkına vardığımız zamanlardan beri her 6/7 Eylül’de seslenmeye çalışıyoruz:
“Suçlular ortaya çıkarılsın” diyoruz.
Suçlular hala ortaya çıkarılmadı.
“Bu utanç verici olayla yüzleşilsin, bu bir organize suçtu, özür dilensin” diyoruz.
Ama hala hakikatle yüzleşilmedi.
“Hiçbir zaman mümkün olması da, telafi etmek için bir şeyler yapılmaya çabalansın” diyoruz.
Ama hala felaketin mağdurlarına, zorla yerinden edilen insanlara yönelik çalışmalar yapılmadı.
“Bir daha olmasın, insanlar tedirginlik içinde yaşamasınlar” diyoruz.
Ama hala insanlar tedirginlik içinde yaşamaya devam ediyorlar.
Bu felaket bilmezden geliniyorsa ve eğer bunların hiçbiri yapılmıyorsa, söz edilmesine, hatırlanmasına bile tahammül edilemiyorsa, ya da “şimdi sırası değil” deniyorsa, bu şiddetin, mağduriyetin, tedirginliğin devam ettiğini gösteriyor.
Olayın arkasında kötü niyetli karanlık güçlerin olduğu doğru. Ancak kötülüklerinden vaz geçmediklerine ve devam ettiklerine göre ne onların varlığını engelleyebiliyoruz, ne onları teşhis edebiliyoruz, ne de kötülüklerin nedenlerini anlamayı sağlayabiliyoruz.
Irkçılık şekil ve yer değiştirerek, görünmez olarak devam ediyor. Marc Nichanian’ın dediği gibi ırkçılıktan önce inkar var. Irkçılık çoğu zaman ideolojilerin içinden bakıldığında görülmüyor. Üzeri örtülerek devam ediyor, yeniden üretiliyor.
Bir En fazla yapabildiğimiz şu: Devletin Rumları göçe zorlamak için planladığı ve uyguladığı bu sistemli şiddetin faillerini arıyoruz. Sorgularken de bu suçu işleyen ve karanlıkta kalan failleri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Ama bu çabalar yeterli olmuyor.
Ayrıca bir suçu yalnızca failler üzerinden okumanın şöyle bir mahzuru olduğunu düşünüyorum: “Devletin bekası için şiddet gerekliydi” deyişinde olduğu gibi sorunun yalnızca siyasal bir tercih olduğu söylenmiş oluyor. Yalnızca faillerin niyetleri, kötülükleri ya da idealleri üzerinden yaşananları okumak da beni şüpheye düşürüyor.
Modernleşme sürecinde din ve etnisite üzerine kompartımanlaştırılmış ulusdevlet fikri her ne kadar kendi değerlerine sahip çıkmayı içeriyor gibi gözükse de, hiç mi hiç geleneksel bir durum değildi, Osmanlı modernleşmesinin bir ürünüdüydü. Benzerlikler tıpkı bir fabrikada işlenir gibi, okullar, dini ve kültürel sanatsal kurumlar aracılığıyla “prototipik” kimliklere dönüştürülüyordu.
Bu kimliğin hem en güçlü olduğu hem de en kırılganlaştığı bir durumdu. Çünkü bir taraftan bir topluluğa katılma, aidiyet duygusunu geliştiriyordu ama diğer taraftan da farklılıkları yok ediyordu. Hatta hayatın kendisini askıya alarak, cansız, yukarıdan tasarlanan bir kalıba sokuyordu. Osmanlı modernleşmesinin milletler sisteminde kamu modeli sekülerleşmemiş, tam tersine din ve etnisite ile kimlik inşasını gerçekleştiren kurumların ve seçkinlerin patronajı altına alınmıştı. Bu millet modelinin Cumhuriyet’e de intikal ettiğini düşünüyorum.
Travmayla doğrudan yüzleşmek mümkün mü? Travma insanların kafasına inen kalın bir sopadan güçlü. Ne kadar güçlüyse, o kadar uyuşturuyor. Ama travmaların etkileri görünmeyen şekillerde gerçekleşiyor.
Bu coğrafyadaki yok edilenler, Hıristiyanlar, Müslümanlar -ve elbette ki Rum kimliği- modern Müslüman kimliğine yapışıp kaldı.
Hıristiyanların, Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların yalnızca dini yöneticiler tarafından temsil edilmeleri mümkün mü? Bu durumda onlar özel alana tıkıştırılıyor. Kamusal alanı tanımlamak yalnızca şiddet tekelini eline geçirenlere, iktidarın imtiyazlı zümrelerine kalıyor.
Modern bir Cumhuriyet böyle bir durumda nasıl kapsayıcı olabilir?
O takdirde yalnızca Lozan Anlaşması ile güya bir takım kültürel haklar tanınmış topluluklar değil, Türkler, Kürtler, Aleviler, Boşnaklar, Çerkesler, hiç biri sekülerleşemiyor. Neoklasik ve eklektik kamu modeli sivil alanın, fikir ve sanat üretiminin iktidarlara bağımlı olması demek. Bu da topluluklara dış olduğu kadar iç baskılar demek. Yalnızca azınlıklaştırılan toplulukların değil, Müslümanlar da dahil, bütün vatandaşların eklektik temsili ayrımcı politikaları güçlendiriyor.
Bu nedenle eğer bir yüzleşme olacaksa, önce bu eklektik kamusal alan kavramını hep birlikte sorgulamanın zamanın geldiğini söyleyebilirim.
İlginizi Çekebilir