© Yeni Arayış

6-7 Eylül Sergisi’ne yapılan saldırı kendisini nasıl deşifre etti?

6-7 Eylül Pogromu’nun 50. yılında (2005) düzenlenen sergiye gerçekleşen saldırı devlet-sivil toplum ilişkisini ifşa eden bir özellikteydi. Sergilenen vahşetin yanında sergileyenin de saldırıya uğraması ve tahribiyle kendisini bir ifşaya dönüştürmüştü.

6-7 Eylül Pogromu’nun 70. yılı ile ilgili geçen haftaki yazım bunca zaman içinde bir yüzleşmenin neden yapılmadığıyla ilgiliydi. Oysa 50. yılında, 2005’te düzenlenen sergi ve saldırı basında epey bir yankı bulmuştu.  Gazetelerde pogromu tanıtan yazı dizileri yapılmıştı.

50. yılda ortaya çıkan ruh hali neydi? Yalnızca o tarihlere kadar paylaşılmamış belgelerin ortaya çıkarılması ve araştırmacıların konu üzerinde yaptıkları çalışmaların kamuoyu ile paylaşılması mı?

Yalnızca bunlar değildi.  En önemli farklılık bu tür olayların, sistematik hale gelen şiddetin ve ayrımcılığın arkasındaki politikaların deşifre edilmeye çalışılmasıydı.

Üstelik bu karanlık yapıların çok güçlü ve ayakta oldukları bir zamanda.

Önemli bir değişiklik arşivlerdeki fotoğrafların ilk defa ortaya çıkarılmasıydı. O güne kadar bunların sergilenmesi mümkün olmamıştı.

Bu önemli bir kırılma noktasıydı.

Hem soruşturmayı yürüten Emekli Tümamiral Fahri Çoker’in Tarih Vakfı’na ölümünden sonra yayınlanmak üzere bağışladığı fotoğraflar, hem de Patrikhane fotoğrafçısı Dimitros Kalumenos’ın saldırılardan sonra kiliselerin, okulların durumunu gösteren fotoğrafları belli süre aralıklarıyla sergilendi.

Bütün bunlar 2005 yılında Türkiye’nin AB adaylığının gerçekleşmesi ile oluşan atmosferin içinde gerçekleşti.

Neydi, o tarihlerde hep birlikte sergilenen cesaret dolu olan ruh?  Belki bu ruhu AB adaylığının kesinleşmesi etkilemiş olabilir. Ama öncesi de, 90’lara uzanan kökleri de var. Köyler yakılırken, infazlar yaşanırken 96 Birleşmiş Milletler Zirvesi öncesinde ortaya çıkan enerji? 99 felaketinden sonra ortaya çıkan muazzam seferberlik? 97’de devlet içindeki çetelere karşı hukukçuların başı çektiği ışık kapatma eylemi ?

Bunun gibi daha bir dolu olağanüstü mücadele yaşandı.

Pogromun 50. yılında (2005) hazırlanan serginin de saldırıya uğraması felaketin nasıl örgütlendiğini aydınlatan bir işaret fişeği gibiydi. Sergilenen vahşetin yanında sergileyenin de saldırıya uğraması ve tahribiyle olayın kendisini bir ifşaya dönüştürmüştü.

Sergi hazırlık ekibinden kişilere gönderilen ölüm tehditleri ve sonrasında gerçekleşen

saldırı olayın arka planını deşifre etmiş oldu. Şiddetin kaynağını arayanlar, onun nasıl bir ilişki içinde gerçekleştiğini gözleriyle gördüler.

Gerçekleşen saldırı devlet-sivil toplum ilişkisini ifşa eden bir özellikteydi. Yani ideolojilerin, yapıların içindeki toplulukların kendi iradeleri ile yaptıklarının, söyledikleri ve niyetlendiklerinden farklı olanı, karanlıkta kalanı ortaya koyma hali.

Pogrom tekil bir olay değildi. Bu felaket yalnızca bir takım karanlık güçler tarafından planlanmadı. Saldırganlar söylendiği gibi bir takım nedenlerle infiale gelmiş halk kitleleri değildi. Bu olayın öncesinde ve sonrasında da tekrarlandığına göre.

Soru şuydu: Bu vahşeti, öfkeyi, hıncı örgütleyen neydi?

Kimileri yaşanan vahşeti belli bir etnisitenin ya da dinsel inancın özellikleri olarak yorumlamaya yatkın olabilirler.  Ancak görüntüyü okumak yeterli değil.

Saldırı karanlıkta kalanı nasıl deşifre etti?

Mutlaka eksik hatırlıyorumdur. Ama gene de hatırladıklarım ve kişisel tanıklarımla bu süreci yorumlamak istiyorum.

Önce sergi hazırlıklarını gerçekleştiren girişim grubu adına, Cengiz Çandar ile temas kuruldu.

Kendisi yakında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretine katılmak üzereydi ve birlikte uçak seyahati yapacaktı. Teklif onun aracılığıyla hükümete iletildi “Devlet adına bir şeyler yapılsın, 50. yıl bir yüzleşme vesilesi olsun.” Çandar gitti ve geldi, tekrar buluştuk. Haber olumlu değildi. Teklif olumsuz karşılanmıştı. “Şimdi bu işin zamanı değil”di, cevap. Madem öyle dedik, sivil taraf bir şeyler yapmalı. Her sene bir açıklama yayınlıyorduk.

Yer bulamayan Ermeni Kartpostalları sergisini gerçekleştiren Karşı Sanat’a gittik. Feyyaz Yaman, tıpkı diğerinde olduğu gibi büyük bir özveriyle sergiyi üstlendi. Karşı Sanat’ın o zamanki yeri Saint Antoine’ın tam karşısındaki görkemli Elhamra Pasajı’nın 3. katındaydı.

Tarih Vakfı işbirliğiyle düzenleniyordu, sergi. Vakfın binasında toplantılar yapıldı. Ayhan Aktar’ın yönettiği bir tez çalışmasında Dilek Güven’in gerçekleştirdiği araştırma esas alınıyordu.  Dönemin askeri soruşturma savcısı Emekli Tümamiral Fahri Çoker’in vefatından sonra yayınlanma koşuluyla vakfa bağışlamış olduğu fotoğraflarıyla yapılan sergi hazırlığı -saldırganları çekecek ölçüde- ilgi görmüştü. Ölüm tehdidi mektupları almıştık. Tarih Vakfı’ndaki arşiv tam hazırlık aşamasında kaybolmuştu. Ancak önceden dijitalize edildikleri için sorun olmamıştı.

Tehdit mektuplarını alarak Mete Tunçay ile Vali’yi ziyarete gittik. UNESCO toplantılarından tanıdığımız Vali Yardımcısı bizi çok iyi karşılamıştı. “Size dokunamazlar, merak etmeyin. Her türlü önlemi alacağız” diyerek bize güvence verilmiş, ayrıca Vali ile birlikte (Muammer Güler) açılışa katılacağı söylenmişti.

Açılış günü sergi salonu hınca hınç dolmuştu. Katılanlar arasında hatırladığım kadarıyla yaşlı Rumlar, bir büyükelçi, birkaç başkonsolos da bulunuyordu. Elhamra Pasajı’nın önüne sanki bir toplumsal olay varmış gibi kalkanlarıyla çok sayıda kalkanlı, kıyafet korumalı “Çevik Kuvvet” polisleri yığılmıştı. Sergi salonunda da sivil polis olduğunu tahmin ettiğimiz kişiler bulunuyordu. Pasajın girişindeki çaycının önündeki merdivenlere bakan sandalyeye de elindeki telsiziyle bir emniyet amiri oturmuştu.

Güvenlik görünüşte üst düzeydeydi. Valilik gerekli önlemleri almıştı. Ama öyle olmadı. Sergiyi basmaya gelen birinci grup ellerinde Türk bayraklarıyla salona girdiler. Bazılarının başlarında ay yıldızlı kalpaklar vardı gibi hatırlıyorum. “Siz Türklüğe hakaret edemezsiniz, hainlerle işbirliği yapamazsınız” gibi bir takım sloganlar attılar. Marşlar okudular. Bağırdılar, çağırdılar ve gittiler. Kimse onlara karşı çıkmadı. Bu arada aşağıdaki emniyet amiri “siz biraz sonra görürsünüz” gibilerinden bir şey söyledi. Biraz sonra siyah giyimli, bakışları ile sanki cinayet işleyecekmiş gibi bakan bir takım insanlar girdi içeri. Bunların silahlarını çıkarıp, ateş edecekmiş gibi bir halleri vardı. Ama öyle bir şey yapmadılar. Yalnızca sergiyi parçaladılar, pencerelerden panoları caddeye fırlattılar. Hiçbir şey söylemeden çekip gittiler. İki grubun haberleşme içinde oldukları belli oluyordu. Onlardan sonra saldırı haberini alan birilerinin yardım için geldiklerini hatırlıyorum. Ertesi gün Bilgi Üniversitesinin 500 kişilik konferans salonu hınca hınç dolmuştu. Bütün medya organları olaya yer verdiler. Hürriyet Gazetesi bir hafta boyunca sayfalar dolusu yayın yaptı.

Açıkça söylemek gerekirse, serginin kuruluşunun tamamlandığı gece Karşı Sanat’ın bu işi üstlenmesini sağlayan Feyyaz Yaman’la konuşmuştuk, yerlere birkaç cam kırığı, eşya falan koysak mı acaba diye. Saldırganlar da “yaptık gene yaparız” diyerek serginin daha çok duyulmasını, etkili olmasını sağladılar.

Bu olay bir sonraki sene gerçekleştirdiğimiz anma sergisinin ana fikrini oluşturdu.

Hazırlanan serginin saldırıya uğraması felaketin nasıl örgütlendiğini aydınlatan bir işaret fişeği gibiydi. İdeolojilerin, yapıların içindeki toplulukların kendi iradeleri ile yaptıklarının, söyledikleri ve niyetlendiklerinden farklı olanı, karanlıkta kalanı ortaya koyma hali.

Şiddetle yüzleşmek için karanlıkta kalanı sorgulama sorumluluğu

Osmanlı modernleşme sürecinde milletlerin seküler olmayan kamusal alanlarını birbirine eklemleme (demetleme) yöntemi konusunda sultanlar ve saray bürokrasisi daha deneyimliydi. Bu yönetici sınıf içine milletlerin seçkinlerini de alarak farklı topluluklar ile eşitlikçi ilişkiler kurabiliyordu.

İstanbul ayrıca 20 yüzyıl başında, bağımsız bir Yunanistan devleti olduğu halde bütün Ege adalarından göç aldı. Bu nüfus hareketleri şehrin ekonomik hayatına büyük bir dinamizm kazandırdı, modernleşme sürecinde eğitim kurumları, kültürel çeşitliliği geliştirecek, entelektüel hayatın zenginleştirecek yapılar gibi önemli kurumsallaşmalara yol açtı.

Ancak kompartımanlaşmış kamusal alanın devletle örtüşmesi ayrımcı şiddet politikalarının yeniden üretiminde motor bir güç halini aldı. Böylece geniş sembolik bir sınıf halklar savaşlarla kırılırken devlet gücüyle imtiyazlara kavuştu. Osmanlı imparatorluğu bu perspektif kaybıyla çöktü.

Binlerce yıldır bu topraklarda farklılıkların, özellikle de Hıristiyanların yaşayabildiklerini düşünürsek, bu kamusal alanda bir kırılma noktasıydı. Güçle örtüşen kültürel kamusal alanın, üretimin şiddet rejiminin temeli olduğunu söylemek mümkün.

Şiddet altındaki toplulukların tipik durumu. Sistematik şiddet karşılığını sivil toplumda buluyor. Entelektüel alanın güdümlü olması, şiddeti dalga dalga yayıyor.

Şiddetin kaynağında kültürel alanın araçsal ve bağımlı bir biçimde işleyişinin olduğu söylenebilir. Kültürel alan iktidara bağımlı olduğunda tıpkı silahlar, toplar-tüfekler gibi iş görüyor. Hani 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı cezalandırmak için kültür bakanlığının kurulma yasağının getirilmesi gibi. BM Eğitim ve Kültür Örgütü UNESCO’nun kuruluşuna yol açan nedenlerin başında da zannedersem bu mesele geliyor.

Sonuç olarak: Hatırlamak, unutmamak, bilmezden gelmemek önemli. Felaketlerin temsili -ne kadar çabalansa da- imkansız. Ancak şiddetle yüzleşmek için görünenin arkasındaki yapıyı, karanlıkta kalanı sorgulama sorumluluğu var.

Gandhi’nin o meşhur sözünü tersinden okursak,  “bağımız bir ruh gücünün olmadığı yerde fiziksel şiddete, kaba kuvvete o kadar alan açılıyor”.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER