27 Mayıs 1960 Darbesine Yeni Bakışlar (3)
SİYASET27 Mayıs Darbesi’nin en önemli özellikleri 27 Mayıs’ın hemen ertesinde başlar. O dönem demokrasi-ordu ilişkileri, ordu-aydınlar ilişkisi bakımından son derecede önemlidir.
Siyaset Bilimci Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, 27 Mayıs Darbesi’ni yeniden değerlendiği dizinin son yazısında; 27 Mayıs geleneğinin 1980 askeri darbesiyle birlikte tarihe karıştığı savını ileri sürüyor.
27 Mayıs Darbesi’nin en önemli özellikleri 27 Mayıs’ın hemen ertesinde başlar. O dönem demokrasi-ordu ilişkileri, ordu-aydınlar ilişkisi bakımından son derecede önemlidir. Yine 1960’ın hemen ertesinde başlayan sol aydın hareketleri ve sol açılımlar da gerek 27 Mayıs’ı, gerek cunta girişimlerini, gerekse 9 Mart-12 Mart 1971 darbelerini, nihayet 12 Eylül darbesini doğrudan etkiler. Fakat her şeye yol açan girişim cunta arayışlarıdır ve onların başını da ordunun iş başında kalmasından ve kendi iktidarından öte ne istediği belirsiz Albay Talat Aydemir çeker.
Albaylar Cuntasının başı olarak bilinen Talat Aydemir başkanlığında sürdürülen, Harp Okulu öğrencilerinin ayaklandırılarak iktidarın ve genel kurmayın teslim alınmasını öngören, fakat hava kuvvetlerinin ve merkez komuta konseyinin katılmadığı bir darbenin başarılamayacağını düşünmekten aciz, iki hareket (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963) açıkça İsmet İnönü’nün demokrasiden yana tavır alınmasıyla aşılmış ama geriye darbecilik/ilericilik/devrimcilik geleneğini bırakmıştır. Bu bakımdan İsmet İnönü’nün tutumu hayati derecede önemli ve değerlidir.
Kemalizmin devletçi bir kalkınma modeli olarak görülmesi kurgunun odak noktasıdır. O arada Kemalizmin diğer kapasitelerine de atıfta bulunulmaktadır ve Kemalizm ‘tamamlanmamış devrim’ olarak nitelendirilmektedir.
1.
Geleneğin çeşitli darbe girişimlerinde bulunan Talat Aydemir nezdinde vücud bulmuş hali ‘Kemalizm Doktrini’ adını verdikleri eklektik açıklamalardır. İlk darbeden sonra zorla ve zorlanarak (Aydemir’in çevresindekiler darbe girişimlerinin bir düşünce zeminine oturmasını istemektedir) kaleme alınan bu ‘doktrinde’ (!) önce Kemalizm kişinin değil halkın hakimiyeti şeklinde tanımlanır sonra milli irade kavramının halka yutturulmuş bir afyon olduğu belirtilir. Plan, sosyal ve politik görüşler olarak iki bölüm halinde hazırlanmıştır. Sosyal bölümde o günlerde ve hemen izleyen dönemde herkesin dile getirdiği planlı ekonomi, toprak reformu, kaynakların devlet tarafından düzenlenmesi, kontrol edilmesi ve dağıtılması, kısacası devletçi kalkınma ama özel teşebbüsün de yer aldığı bir düzen önerilmiştir ki, bu paketin tamamı, Türkiye’de 1960’larda sürdürülen hem devletçi hem özel girişimci karma/karışık ekonomik yapının ta kendisidir. Doktrin asla yeni bir şey söylemediği gibi, tüm bu önermeleri çok basit, metne hâkim olmayan, ürkek bir şekilde, profesyonellikten uzak bir yaklaşımla dile getirir.
Politik yapı daha da ilginçti. Çünkü, Aydemir, tıpkı daha sonra 9 Mart 1971 muhayyel darbe girişiminde olduğu üzere 26 kişilik bir yönetim konseyi önermekteydi. Bu konsey öngörülen ‘reformları’ yapacaktı. 1961 Anayasası’nın getirdiği senato yapısından esinlenen ikinci bir yönetim organı ‘okumuşlar konseyi’ adı altında örgütlenecekti. O konseyde de tahmin edileceği gibi eğitimli kesim/aydınlar yer alacaktı. Hepsinden önemlisi doktrinin düzen değişikliği için öngördüğü yöntemdi.
Bu yöntem sandık demokrasisi değildi, olamazdı, o düzen değişikliğine ancak ihtilalle ulaşılabilirdi. (Bu görüşler Aydemir’in Hatıralar isimli kitabında mevcuttur. Aynı şekilde Aydemir’in yakın arkadaşı ve doktrinin herhalde büyük ölçüde yazan Osman Deniz’in Harbiyeli Aldanmaz adlı anılarında ve yine metne katkıda bulunan Bahtiyar Yalta’nın Bir Darbeci Subayın Hatıraları başlıklı kitabında mevcuttur. (Yalta’nın kendisini o dönemde egemen olan deyimle ‘ihtilalci’ değil de ‘darbeci’ olarak nitelendirmesi ilginçtir.)
Tekrarlayarak belirteyim bu dağınık, çok yetersiz, genel geçer düşüncelerle örülü basit ve sıradan metnin öngörüleri, belki daha sistematik bir şekilde, 9 Mart 1971 mutasavver darbesinde de mevcuttur. Yine devleti bir konsey yönetecek, toprak reformu, planlı kalkınma, karma ekonomi, devletçilik, laiklik öngörülecek, Kemalizm tek doğru yol olarak benimsenecektir. Kısacası, 1960 ve 1970’lere hâkim olan 27 Mayıs zihniyeti bu kurgularla somutlaşmaktadır.
Kemalizmin devletçi bir kalkınma modeli olarak görülmesi kurgunun odak noktasıdır. O arada Kemalizmin diğer kapasitelerine de atıfta bulunulmaktadır ve Kemalizm ‘tamamlanmamış devrim’ olarak nitelendirilmektedir. Modelin ikinci faktörü yani devrimi tamamlamak ordunun ve ordu yönetimleri anlamına gelen konseylerin vazgeçilmez işlevidir. Askerlere göre onlar olmaksızın kalkınma sağlanamayacaktır. Üçüncüsü, seçim, seçimli demokrasi, halk egemenliği, halk iradesi kesinlikle kabul edilmemekte, daha da önemlisi bu unsurların öngörülen düzeni bozduğu varsayılmaktadır.
Ecevit, TİP ve Aybar tarafından savunulan sosyalizm anlayışının da etkisi altındadır ve onların getirdiği CHP eleştirilerini kabullenerek partisini o doğrultuda dönüştürmeye gayret edecektir. CHP’yi katı bir sosyalizmin karşısına seçenek olarak çıkaracaktır.
2.
Zamanla bu görüş ayıklanmış, demokrasi bu ölçüde kınanan bir rejim olmaktan çıkarılmış, şekil düzeyinde bile olsa benimsenmiş, ama modelin özü korunmuştur. 20 Aralık 1961 günü yayın hayatına bir aydınlar bildirisiyle başlayan YÖN dergisi aynı görüşleri ‘sosyal adalet’ gibi kavramlarla bütünleştirerek savunur ki, Aydemir cuntasının temel esin kaynağıdır. İkincisi, CHP içinde kalarak CHP’den (ve CHP’ye) yeni bir çıkış yolu arayan Bülent Ecevit’in Ortanın Solu ideolojisi, Mihri Belli’nin 1960’ların ortasında devreye giren ve çok etkili olan Milli Demokratik Devrim modelinden muhtemelen hayli etkilenmiştir. Fakat ‘devrim’ kavramını Belli ve Avcıoğlu kadrolarından çok farklı bir şekilde, Atatürkçülük bağlamında benimser. Sürekli şekilde bu model etrafında dolaşacaktır ve demokrasi, seçim, halk iradesi, halk öncülüğü gibi kavramlardan ödün vermeyecektir. Ecevit daha sonra TİP ve Aybar tarafından savunulan sosyalizm anlayışının da etkisi altındadır ve onların getirdiği CHP eleştirilerini kabullenerek partisini o doğrultuda dönüştürmeye gayret edecektir. CHP’yi katı bir sosyalizmin karşısına seçenek olarak çıkaracaktır.
Bütün bu faktörlerle birlikte değerlendirilince Sol Kemalizm denen modelin, YÖN’le bütünleşmiş, orduyla gerçekleştirilecek ve benim Tarihsel Blok, onların ‘zinde kuvvetler’ diye adlandırdığı çevreyle birlikte sonuçlandırılacak bir darbe geleneği olduğunu kaydedelim.
Bütün bu hareketler 27 Mayıs’ı da hazırlayan Kemalizm yorumlarının bir uzantısıdır ve kamu otoritesi yoluyla modernleşme bir yana, anti-demokratik, otokratik yollarla ve organlarla (ordu) modernleşmeyi sağlamak girişimidir. Durum 1960 ve 1970’lerde belki 1930’lardan bile daha geridedir.
3.
1960’tan başlayarak iki büyük gelişme dikkat çeker. Bunların ilki ordunun ılımlılar ve radikaller olarak ikiye ayrılmasıdır. 27 Mayıs’ın en büyük mirası budur. Bu ikilem 1960’lar boyunca devam edeceği gibi, 9 Mart-12 Mart ayrımı da aynı köke aittir. Gürler’in başını çektiği ve önce HKK Muhsin Batur’un desteklediği ama hareketin MİT tarafından Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a sızdırılmasıyla ve Batur’un hemen vazgeçmesiyle akamete uğrayan 9 Mart 1971 darbe girişimi, artık YÖN’ü de aşacak şekilde modelini büsbütün radikalleştirerek, Baasçı bir cunta modeli arayışına girmiş Doğan Avcıoğlu’nun yayınladığı Devrim dergisi etrafında teşekkül etmiştir. (O dönemin öyküsünü Devrim’in yazı işleri müdürü Hasan Cemal anılarında en dikkat çekici şekilde kaydetmiştir: Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım.)
Batur’un ve Gürler’in geri çekilmesiyle 9 Mart darbesi ortada kalmıştır. 12 Mart darbesi bu defa 9 Martçılara karşı yapılan, ordu içi bir hesaplaşma olarak tezahür etmiştir ve kesinlikle sağ bir anlayışa sahiptir. (Bütün iddialarına rağmen ve kendilerini ‘sol’ görmelerine rağmen Sağ Kemalizmin de sağ bir siyaset olmadığını söylemek çok zordur.) Ordunun sağ güçleri nispeten solda olduğu sanılan güçlerin de yanlarına gelmesiyle büsbütün kuvvetlenerek 12 Mart’ta sol kanatları, özellikle de 9 Mart’ı tasarlayanları ortadan kaldırmıştır. O andan başlayarak ordu Atatürkçü ve kendi içinde solun her türüne kapalı ve karşı bir pozisyon tutmuştur. 27 Mayıs’ın 1960 sonrasında başlayan sol açılımla birlikte kendisini dönüştürerek türettiği ‘yeni’ (!) görüşler bu şekilde ordu dışına itilmiştir. (‘Darbecilik’ geleneğinin ve onunla bütünleşmiş anti-demokratik modellerin ne kadar ‘yeni’ bir düşünce olduğu çok tartışmalı bir husustur.) Bütün bu hareketler 27 Mayıs’ı da hazırlayan Kemalizm yorumlarının bir uzantısıdır ve kamu otoritesi yoluyla modernleşme bir yana, anti-demokratik, otokratik yollarla ve organlarla (ordu) modernleşmeyi sağlamak girişimidir. Durum 1960 ve 1970’lerde belki 1930’lardan bile daha geridedir.
27 Mayıs, Tarihsel Blokun bir bütün halinde hareket ettiği son darbedir. 14’lerin talepleri bloktaki ilk çatlak olsa da o kadar önemli değildir. Aşılmıştır. 14’ler TB’un devamından yana olan kesim ve çevre tarafından bastırılmış, aydınlara güvenmeyen çevre tasfiye edilmiştir.
4.
Bu durumun yarattığı çok ciddi bir netice vardır. Birlikte düşünüldüğünde, 9 Mart’ın bertaraf edilmesi ve 12 Mart’ın komuta konseyi tarafında icrası, esasen MBK’nın 14’leri tasfiyesiyle aynıdır ve onun devamıdır. Bu gelişmeyi aradaki Talat Aydemir darbe girişimlerinin bastırılmasıyla beraber muhakeme etmek gerekir. Aydemir’in idamı SKB’nincezalandırılmasıdır. Ama 9 Mart girişimi yine SKB’nin bir devamı, daha ‘kültürlü’ ve planlı girişimi olarak görülmelidir. 12 Mart, 9 Mart kadrolarını tasfiye ederken tüm o genetik yapıyı ortadan kaldırmaktadır. Böylece, 14’ler onun uzantısı SKB, SKB’nin uzantısı Aydemir, Aydemir’in uzantısı 9 Mart, çok uzun ve çileli bir dönemden sonra önce 12 Mart’la sonra 12 Eylül’le sona erdirilmiştir. 27 Mayıs’ı bu çizgi içinde ele almak gerekir.
Tasfiye, bir daha söyleyeyim, ordu içindeki Sol Kemalizmin bütün kapasitesiyle ortadan kaldırılmasıdır. 12 Eylül, metodik ve literatürdeki gevşek terimle söylersek Sağ Kemalizmin ordu içinde yerine oturtulmasıdır ki bu girişimin anlamını yukarıda açıkladım. SKB ve genetik yapısı anti-demokratiktir ve bu su götürmez bir gerçektir, fakat onun yok edilmesi ordunun daha demokratik bir çizgiye gelmesi veya daha demokratik olması anlamına gelmez. Tersine, gerek 12 Mart gerekse 12 Eylül bütün toplumun, özellikle Tarihsel Blokun yaşamsal kurucu ögesi olan aydınların da Sol Kemalizme mensup olduğu düşüncesiyle onların ezilmesini öngörmüştür. Yine SKB’nin tasarladığı şekilde bir konseyin ülkeyi yönetmesi, yönetimin ordu tarafından ‘uygun’ bulunan tüm ‘reformların’ yapılmasından sonra yönetimin ancak çok kontrollü şekilde sivil siyasete iade edilmesi anlamına gelir.
Söz konusu gelişmeyi çok savunulan ve demokratik olduğu öne sürülen 27 Mayıs hazırlamıştır. 27 Mayıs, orduya toplumun yeniden düzenlenmesi, rayından çıktığı varsayılan bir toplumun yeniden kontrol altına alınması düşüncesini yaymıştır. 27 Mayıs’la 12 Eylül arasındaki tek fark bütün sekter ve Baasçı eğilimlerine rağmen sol iddialı düşünceninordudan dışlanması ve sağ bir siyasetin topluma giydirilmesidir. Askerlerin görüşüne göre toplum, bütünüyle bir kontrol toplumu, daha doğru bir deyişle kontrol altında tutulan toplum olmalıdır. Görüş o kadar uygulanmıştır ki, 1983 seçimleri gerçekleştirildiğinde dahi 12 Eylül darbesini yapan Milli Güvenlik Konseyi (dönemin kuvvet komutanları) görevdedir. Konseyin görevi seçimden sonra Meclis teşekkül ettiğinde bitmiş, ama o arada Kenan Evren CB seçilmiştir.
Evren’in CB seçilmesi, bütünüyle korporatist, apolitik bir toplum tasavvuruna dayanan, toplumu siyasete kapatan, siyaseti topluma yasaklayan, devlet (bürokrasi) denetimini toplumun üstünde bir kontrol mekanizması olarak öngören, özgürlük dışı 1982 Anayasasının referandumuyla birlikte cereyan etmiştir. 12 Eylül anayasasının oylanışı dahi 27 Mayıs anayasasının oylanışından çok daha anti-demokratik koşullarda cereyan etmiştir. Bu bakımdan SKB’nin tasfiyesi daha anti-demokratik bir kanadın tasfiyesi değildir, sol düşünenin, eğilimin tasfiyesidir. 12 Eylül’ün Sağ Kemalizm anlayışıyla SKB kadar anti-demokratik olduğu bu örneklerle açıkça görülmektedir.
Buradaki kritik gelişme aydınlar kanadının tasfiyesidir ve o ‘işlem’ de 12 Mart’la birlikte cereyan etmiştir. Ordu, 12 Mart girişimiyle Tarihsel Blokun parçalanmasına ve yeni bir ilişki düzeninin doğmasına yol açmıştır. O düzende artık aydınlar bulunmamaktadır.
27 Mayıs, Tarihsel Blokun bir bütün halinde hareket ettiği son darbedir. 14’lerin talepleri bloktaki ilk çatlak olsa da o kadar önemli değildir. Aşılmıştır. 14’ler TB’un devamından yana olan kesim ve çevre tarafından bastırılmış, aydınlara güvenmeyen çevre tasfiye edilmiştir. Fakat o çevreyi de kapsayan ve aralarındaki karmaşık ilişkinin henüz yeterince aydınlatılmamış yapısı içinde SKB, kesinkes içe dönük bir harekettir ve aydınlar kanadına karşıdır. Başlangıçtaki 14’ler tasfiyesine rağmen SKB ordudaki iç iktidarı ele geçirmiştir. CB seçildiğinde Gürsel tamamen içi boşalmış bir MBK Başkanıdır ve iktidar tümüyle elinden kaçmıştır. Meselenin en çarpıcı tarafı aydınların bir süre sonra SKB görüşlerini paylaşarak bir kere daha gelip askerlerin radikal kanadıyla iş birliği yapmasıdır. 9 Mart girişimi SKB’siz bir SKB hamlesidir. Yukarıda değindiğim üzere Devrim dergisi tamamen aydınlarla askerler arasında ilişki kurma maksadını gütmektedir.
Burada TB’un parçalanması bakımından hayati denecek kadar önemli olan ve üniversitenin tasfiyesi anlamına gelen 147’ler olayından söz etmek gerekir.
Devlet ve Atatürkçülük 1930’ların anlayışı içinde topluma gerektiğinde zor kullanılarak giydirilecek bir ideolojik gömlektir. 12 Eylül'ün kendisi de hazırladığı anayasa da bu mantığı içerir.
5.
9 Mart 1971 hareketini TB kısmen örselenmiş bir şekilde oluşturmuştur. Bir aydın-asker ilişkisi hala mevcuttur. Fakat iki taraf da kendi çevrelerinden ayrışarak bir radikalizm içinde bir araya gelmiştir. Askerlerin de aydınların da demokrasi istemeyen hiç değilse onu farklı şekilde yorumlayan ve ona çok mesafeli duran kesimlerinin ittifakıdır, 9 Mart 1971. Bu yanıyla da SKB’nin devamı olmak niteliğine sahiptir. Fakat 12 Mart o harekete karşı girişilmiş bir harekettir ve radikal kanat tasfiye edilir. Ordu kendi içindeki radikalizmi ve hiyerarşi dışı eylemlerde bulunan, o hareket tarzını usul kabul eden çevreyi,şiddet kullanmaktan da çekinmeyerek bünyesinden atmıştır. Aydınların durumu ise o ölçüde berrak değildir. Bir kesim tüm dönüşümlere rağmen radikal asker kanadıyla ilişki içindedir. Ecevit’in 12 Mart’a karşı tepkisi, Ortanın Solu çevresinin radikalizme karşı çıkış olarak nitelendirilebilirse de kendi içinde hala incelenmeyi gerektiren yanları vardır.
12 Eylül ise 27 Mayıs’ın açtığı parantezi kesinkes kapatmıştır. 12 Eylül hem askeri hiyerarşiyi kurmuş hem de aydın ittifakını tamamen parçalamıştır. 12 Mart’ın ‘Balyoz’ harekâtından sonra 12 Eylül’ün tamamı bir balyozdur ve doğrudan doğruya hem asker içinde SKB kalıntılarının tasfiyesini getirmiş hem de aydınlarla askerin bağını bütünüyle koparmıştır. ‘Geleneksel’, dönüştürmeci, sol Aydınların niyeti ne olursa olsun, ordu onları bünyesinden uzaklaştırmıştır, irtibat kurmak bir yana, onları toplumdan kazımayı kendisine yeni bir görev olarak tanımlamıştır.
Ordunun 12 Mart tasfiyeleriyle birlikte kurduğu yeni düzen Sol Kemalizmden çıkıp Sağ Kemalizme açık ve çok berrak bir kayışı gösterir. Sol Kemalizmle iç içe geçmiş, uzak veya yakın bir İttihatçılıkla örtüşen darbecilik geleneğini dışlamıştır. Darbe hala mubah ve meşru görülmektedir ama asla sol eğilimli, şu veya bu şekilde solla irtibatlı değildir. Tamamen sola kapalı ve karşıdır, sola karşı yapılacak bir darbedir. Yeni, sağ bir sistem kurmayı amaçlamaktadır ordu ki, 12 Eylül yönetiminin Sağ Atatürkçülüğüyle tanınan, Ecevit’in Ortanın Solu hareketine karşı çıkarak CHP’yle ilişkisini koparan Turan Feyzioğlu’nu Başbakan olarak düşünmesi bu anlayışın en bariz işaretidir. O aşamadan sonra orduyu hiyerarşik şekilde belirleyen düşünce devletin mutlak hâkim olduğu, ordunun düşünce sisteminde radikal diye nitelendirilen hiçbir unsurun toplumda söz söyleme hakkının bulunmadığı, yine karma ekonomi kurallarını gözeten ama klasik devletçilikten nispeten uzaklaşmış, liberal ekonomiyle bütünleşmiş bir modeldir. Devlet ve Atatürkçülük 1930’ların anlayışı içinde topluma gerektiğinde zor kullanılarak giydirilecek bir ideolojik gömlektir. 12 Eylülün kendisi de hazırladığı anayasa da bu mantığı içerir.
O aşamadan sonra aydınlarla kurulan ilişki tamamen bitmiştir ve TB dağılmıştır. Siyasal elit ve tanımladığım ideolojik çerçeve içinde yetişmiş bürokratik kadrolar TB’nin aydınların yerine ikame ettiği yeni unsurdur. Fakat ilginç olanı o bağın yeniden 28 Şubat döneminde bir kere daha zamanının 9 Martçı çevreleriyle kurulmasıdır. İlhan Selçuk ve çevresi başta olmak üzere bir kesim aydın 9 Mart benzeri bir şekilde ordunun süregiden siyasal duruma müdahalesinin tek çıkar yol olacağını düşünmüştür. 1990’larda yaşanan ve 28 Şubat süreci diye bilinen siyasal ortamın bu anlayıştan geniş ölçüde etkilendiği muhakkaktır. Ayrıca, ordudaki hiyerarşi-dışı hareketleri emir-komuta zincirine almakla birlikte, 12 Eylül rejiminin olsun, ardından gelen 28 Şubat sürecinde bizzat askerlerin adlandırmasıyla post-modern darbenin olsun, 2007’de verilen e-muhtıranın olsun dayanağı askerin, modern siyasal yaşam içinde 27 Mayıs’ta birlikte başlattığı ‘devletin sahibi olmak’ düşüncesidir ve bu düşüncenin bugün ne kadar dönüştüğü başlı başına bir sorudur.
Bahsettiğim ‘devletin sahibi olmak’ ilkesi/düşüncesi ordunun ekonomik açıdan güçlenmesiyle de at başı gitmiştir. 27 Mayıs sonrasında ordu ekonomisi başlı başına bir olgudur. OYAK benzeri kuruluşların kurulması, ordu mensuplarının devlet memuriyetinden farklı bir pozisyon kazanması ve benzeri girişimler ordunun devletten özerkliğinin başka bir işaretidir.
Özal döneminde bir hayli mesafe konan ordu Güneydoğu olayları nedeniyle yeniden ağırlıklı bir söz sahibi olmuş, Çiller dönemi bu durumu büsbütün katılaştırmıştır. Ordunun devlete yön verme çabalarında doğrudan yönetim ilişkisinde bulunması önemlidir ve o yönetim ilişkisi asla sivil bir anlayışla düzenlenmemiştir. Tersine siviller orduyu yanlarında tutmayı bir siyaset olarak benimsemiştir.
6.
Böyle bir anlayışın temelinde yatan nedir sorusunun, TB’nin öteden beri gelen niteliklerinin dışında bir anlamı olmalı. O irdeleme içinde iki noktayı ele almak mümkün. Birincisi, 27 Mayıs’ın öncesidir. O noktada subayların devlete sahip çıkmaktan daha fazla bir güdülerinin olduğunu söylemek zordur. Her ne kadar Talat Aydemir, hapishanede Babeuf’un Devrim Yazıları başlıklı ve çok eksik bir çevirisini okumuş ise de subayların yeterli bir kuramsal donanıma sahip olduğunu gösteren tek bir işaret yoktur. Daha ziyade eylemcilik üstünden gelen bir anlayış içindedirler.
Hatta bir adım ileri giderek halkın içinde bulunduğu herhangi bir hareketle özdeşleştiklerini söylemek de olanaksızdır. Tersine, subaylar halkın iradesinin hâkim olacağı bir siyasal modele karşıdır ve tüm maksatları Kemalizmin 1930’lardaki yöntemini ve siyaset yapma biçimini yeniden toplumsallaştırmaktır. Bu bakımdan 27 Mayısçılarla 12 Eylülcüler arasında fark yoktur. 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerin bir bölümü hala kesinlikle aydınlara değil ama literatiye yani akademisyenlere yani elitlere yani okumuş yazmışlara, yüksek tahsili olanlara güvenmektedir. 12 Eylül bu bakımdan daha berraktır, artık literatiye karşı da çok sert bir tepki ve mesafe içindedir.
İkinci olgu 27 Mayıs’ın hemen sonrasıdır. Özellikle 1961’de YÖN’ün yayınlanmasıyla birlikte askerler değil ama aydınlar darbeciliği önce bir kalkınma yöntemi olarak görmüş ardından ona sol entelijansiya eliyle bir sosyalizan içerik kazandırmıştır. Burada kullandığım ‘sosyalizan’ sözcüğünün bütün kapasitesiyle birlikte ‘toplumsalcı’ sözcüğünden çok daha ileri olduğunu belirteyim. Çünkü söz konusu anlayışın içinde sosyalizmden çok ciddi bir esin bulunmaktadır. YÖN ve çevresinin getirdiği model yeni, sol olduğu zannedilen bir anlayışla bütünleşmiş Baasçılıktır ve o aşamadan başlayarak askerler belli bir eğitimden geçmişlerdir.
Özellikle 12 Mart döneminde ordu içinde kendisini gösterecek olan sol eğilimler 27 Mayıs’ı yapanların değil ama SKB’nin aradığı formüldür. Ordu radikalleriyle sol kesim o aşamadan sonra 9 Mart radikal darbesini tasarlamışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, 12 Mart, MBK anlayışının ordu içinde bir kere daha galip gelmesidir. 9 Martçıların tasfiyesini izleyen dönemde ordu kendisini 12 Eylül’e gidecek şekilde yeniden düzenlemiştir. Fakat devletin sahibi olmak ilkesi 12 Eylül’de de başattır ve o darbenin maksadı ‘ılımlı’, devlete bağlı, Sağ Kemalist elitlerin hâkim olacağı bir düzen kurmaktır. Aradan geçen zaman SKB’nin ve 9 Martçıların aleyhine işlemiş, devletçi-Kemalist bir rejimin imkansızlığı o sırada bizzat askerler eliyle ve Turgut Özal aracılığıyla uygulanan liberal ekonomilerle ortadan kalkmıştır.
27 Mayıs subayları ilhamlarını kesinlikle Orta Doğu darbelerinden alıyordu. Buna değindim. Fakat 12 Mart’a gelirken Kıbrıs müdahalesi orduyu bir kere daha devletin içine çekmiştir. Faruk Gürler’in CB seçilmemesiyle ve özellikle 1973 seçimlerinde 12 Mart’a karşı çıkmış Bülent Ecevit’in galibiyetiyle aşılmış olan ve kendi içinde de hayli aşınmış olan ordu Kıbrıs müdahalesiyle bir kere daha güçlenmiştir. Aynı şekilde Özal döneminde bir hayli mesafe konan ordu Güneydoğu olayları nedeniyle yeniden ağırlıklı bir söz sahibi olmuş, Çiller dönemi bu durumu büsbütün katılaştırmıştır. Ordunun devlete yön verme çabalarında doğrudan yönetim ilişkisinde bulunması önemlidir ve o yönetim ilişkisi asla sivil bir anlayışla düzenlenmemiştir. Tersine siviller orduyu yanlarında tutmayı bir siyaset olarak benimsemiştir. Buna mukabil ordu, yanında dursa bile sivillerle arasında muhakkak bir mesafe bulundurmuştur.
27 Mayıs geleneği kendi iç çalkantılarını ve anaforlarını yaratarak 1980 askeri darbesiyle birlikte tarihe karışmıştır. Daha sonraki 28 Şubat ve e-muhtıra dönemleri, belirttiğim gibi, askerden çok yine 1960’lardaki Sol Kemalist aydınların, çok farklı bir ideolojik çizgiye kaydıktan ve Kemalizmi çok farklı şekilde yorumlamaya başladıkları bir dönemde, askerle aradıkları ittifakın uzantısı olarak tezahür etmiştir.
7.
27 Mayıs’ın getirdikleri ve götürdükleri hazırladığı/hazırlattırdığı Anayasa irdelenmeden anlaşılamaz. Türkiye’nin en çok konuşulan anayasası 1961 metnidir. 1961 Anayasası Sol Kemalist çevrelerce çok olumlu, sağ ve Sağ Kemalist çevrelerce de çok olumsuz görülmüştür. Konu hakkında bir uzlaşma yoktur. Hemen belirteyim, 1965 yılında DP’nin devamı olarak gelen AP’nin GB’ı Süleyman Demirel, 1971’e kadar ülkenin 1961 Anayasasıyla yürütülemeyeceğini ısrarla söylemiştir ve 12 Eylül dönemindeki Sağ Kemalizme kaymış ordunun, solda gördüğü anayasayı ‘tebdil ve tağyir’ için başlattığı girişime iştahla cevap vermiştir.
1961 Anayasası TB’un parçalanmasının başka bir nişanı olarak 1972’de sona erdirilmiştir. 1961 Anayasasını hazırlayanların metnin ‘ruhu’ olarak gördüğü tüm maddeler o değişiklik içinde ortadan kaldırılmıştır. Ordu o dönemde ne yaptığının pek farkında olmayarak anayasayı değiştirmeye girişmiştir ve o çabası içinde bilmeden attığı adım bürokrasinin yürütme üstündeki erkini kırmak, aynı şekilde anayasanın öngördüğü ‘denetim kurumlarının’ (Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek yargı organları) etkisini azaltmak, toplumsallaşmayı öngören ve toplumsallaşmanın önünü açacağı düşünülen maddeleri tağşiş etmektir. O çabalar da nihai sonuçlarını 1982 Anayasasıyla verecektir. Başlı başına bir mesele olan bu konuya burada sadece birkaç yanıyla değineceğim.
Birincisi, 1961 Anayasasının hazırlanma döneminde Ankara ve İstanbul grupları mevcuttur. İstanbul grubu Prof.Sıddık Sami Onar başkanlığında bir heyetle anayasa taslağını hazırlayıp MBK’ya iletmiştir. Onar, 1960 darbesini meşrulaştıran ve ilk günden itibaren ordunun müdahale hakkını savunup darbecilerin yanında yer alan bir hukukçudur. Yanında, idamları savunmuş olan Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu vardı. ‘8 Mayıs’ta Ankara’ya çağrılan hukukçular ekibinde yer alan Prof. Tarık Zafer Tunaya ise 147’likler listesine alınarak MBK tarafından üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
Buna mukabil Ankara’da da bir grup vardır. Bu gruba Prof. Bahri Savcı, Doç. Mümtaz Sosyal, Doğan Avcıoğlu gibi isimler dahildir. Bu grup da bir taslak iletmiştir ve bu grup, daha yakın bir temasta bulunduğundan Temsilciler Meclisi toplanması fikrini MBK’ne kabul ettirmiştir. Buradaki kritik nokta İstanbul’un hazırladığı anayasa metninin çok daha korporatist ve demokratik meşruiyet açısından sorunlu olması, hayli eski ve salt metodik bir anayasa düşüncesine dayanmasıdır. Ayrıca İstanbul ve Ankara gruplarının hazırladığı önerilerin ikisi de vesayetçi bir devlet anlayışını öngörürken İstanbul çalışması metindeki bu olguyu en son noktasına kadar zorlamıştır. Buna karşılık, Ankara’nın hazırladığı metin büyük ölçüde 1961 Anayasası’na derç edilmiştir. Ayrıca Ankara grubu İnönü’ye yakın olduğundan onun desteğini de almıştır.
Kurucu Meclis, adından anlaşılacağı gibi anayasa doktrininde bulunan bir meclistir. Abbé Sieyés’in tiérs etat (Üçüncü Kuvvet yani halk) kavramından bu yana kurucu irade anayasa düşüncesinin temelidir. İkinci olgu anayasanın bir toplum sözleşmesi olarak tasarlanmasıdır. Oysa Kurucu Meclis’te DP hiçbir şekilde temsil edilmemiş bu bakımdan kurucu irade krizi yaşanmıştır. Birincisi budur.
İkincisi, Kurucu Meclis, Türkiye’de devletin en önemli zaaflarından biri olan ‘korporatizm’ anlayışına uygun bir temsil kavramıyla bütünleşmiştir. Atamalar, meslek örgütleri ve ancak çok sınırlı bir seçimle oluşan meclisin bu haliyle tam bir toplum sözleşmesini ortaya koyması olanaksızdır. Öte yandan referanduma sunulan anayasa taslağı CHP’nin hazırladığı İlk Hedefler Beyannamesiyle çok büyük ölçüde yakınlık gösterir. Bu doğaldır ve hatta önemlidir. Fakat, DP’nin temsil edilmediği bir mecliste yapılan ve CHP beyannamesiyle benzerlikler taşıyan anayasanın tam bir uzlaşma metni olmamasını getirir. (Mümtaz Soysal, daha sonra YÖN dergisinde 1961 Anayasasının hazırlanış dönemini ve yaşanan çekişmeleri uzun bir yazı dizisiyle aktarmıştır. Prof. Tolga Şirin çok önemli ve değerli bir girişimle o yazıları dergiye ulaşımın sağlandığı TÜSTAV sitesini kullanarak derlemiş, bir araya getirmiştir. O derlemeye şu linkten ulaşılabilir: file:///Users/hbk/Downloads/M%C3%BCmtaz%20Soysal%20(Y%C3%B6n%20Yaz%C4%B1lar%C4%B1)%20(2).pdf.) Referandum sonuçları da bu gerçeği yansıtır. Anayasa %61 oyla kabul edilmiş, %39 anayasayı benimsememiştir.
Anayasanın SKB kanadının desteğini aldığı açıktır. Ankara grubunda etkili olan Mümtaz Soysal’ın ve Doğan Avcıoğlu’nun YÖN’ün kurucularından olduğu ve SKB’yitasfiye etmeyi öngören 12 Mart’ın hışmına uğradıkları anımsanırsa bu ilişki daha rahat anlaşılabilir. Anayasanın toplumsalcı, demokratik ve özgürlükçü olduğu çok yazılmıştır. Bir ölçüde gerçeği yansıtır bu değerlendirme. Ortada sosyalist bir anayasa bulunmamaktadır. Fakat toplumun gelişme dinamiklerini öngören bir anayasa vardır. Bu nedenle anayasa daha sonra çok kullanılan bir ifadeyle belli ‘sütunlar, payandalar’ üstüne oturtulmuştur.
Bu sütunların her şeye rağmen en önemlisi devletin kendisidir. 1961 Anayasası doğrudan bir vesayetçi devlet tarif eder. Devlet, yeni kurulan kurumlar aracılığıyla da toplum üstünde hatta parlamento üstünde kontrol sahibi olmuştur. O kontörlün zamanla demokratik bir yönde gelişeceği ve daha demokratik bir devlet-toplum ilişkisi hazırlayacağı öngörülmüş ve bir felsefe olarak benimsenmiştir. O mantık doğrultusunda üniversiteye ve TRT’ye özerklik verilmesi önemlidir. Anayasa, kurduğu Senatoyla parlamentoyu denetlemenin yeni bir aracını tarif etmiştir. Kısacası, tarif ettiği tüm özgürlük açılımlarına rağmen anayasa devlet ağırlıklı ve önceliklidir.
Buna mukabil, belirttiğim şekilde, 1961 Anayasasının daha sonra gelişecek AP’nin büyük tepkisini gördüğü, 1971’de 12 Mart muhtırasından sonra bizzat AP’nin desteğiyle ve CHP’nin devletçi/tutucu kanadından gelmiş siyaset seçkinlerinin kurduğu hükumetler döneminde, çok büyük ölçüde değiştirilmesi hem siyasetin hem de askerin SKB’yi tasfiye etmeye kararlı kanadının marifeti olduğu açıktır. 1982 Anayasası ise 1961 Anayasasının kalan izlerini de silmek, devleti toplum üstünde tüm boyutlarıyla egemen kılmak, sınıfsız bir korporatist yapı içinde restore etmek maksadını güder ve başarır. İlginç olanı 1961 Anayasasının %61 kabul oyuna mukabil, 1982 Anayasasının %91 kabul oyu almasıdır. 1982’deki anayasa referandumunun çok özel koşulları dahi hazırlanan anayasanın nasıl bir devlet öngördüğünü ortaya koymuştur.
Kısacası, 27 Mayıs geleneği kendi iç çalkantılarını ve anaforlarını yaratarak 1980 askeri darbesiyle birlikte tarihe karışmıştır. Daha sonraki 28 Şubat ve e-muhtıra dönemleri, belirttiğim gibi, askerden çok yine 1960’lardaki Sol Kemalist aydınların, çok farklı bir ideolojik çizgiye kaydıktan ve Kemalizmi çok farklı şekilde yorumlamaya başladıkları bir dönemde, askerle aradıkları ittifakın uzantısı olarak tezahür etmiştir. Fakat asker bu defa da kendi pozisyonunu değiştirmemiş, aydınları ve bahsettiğim çevrenin ittifakını almakla birlikte onları uzağında tutmuştur. Bugün bir 27 Mayıs geleneğinden söz etmek ise fiili olarak mümkün değildir. TB’un bizzat ordu iradesiyle parçalanmasının ardından 1908’den beri devam eden bir süreç sona ermiştir.
Gerek çok özgürlükçü olduğu söylenen 1961 Anayasa’sı gerekse o anayasayı bir bütün olarak ortadan kaldırmayı hedefleyen 1982 Anayasası ekonomik devletçiliği olmasa bile doktriner devletçiliği yani Hobbesçu bir mutlak devlet anlayışı toplumsallaştırmayı temel misyon olarak kabul etmiştir.
Sonuç
27 Mayıs 1960 darbesi yakın dönem Türk siyasetinde, 1908’de başlayan bir geleneğin en önemli halkalarından biridir ve son derecede karmaşıktır. O türden bir darbenin getirmesi muhtemel tüm toplumsal ve siyasal olaylara beklendiği şekilde yol açmıştır. 27 Mayıs’la modern Türk siyasetine yerleşen darbecilik siyaseti en geniş tanımla söylersek bir demokrasi tartışmasıdır. Mevcut tüm partilerin kapatıldığı 1925’ten sonra 1946’da yeniden dönülen çok partili siyasal hayatın ilk sonucu 1950 seçimleridir ve modern siyaset tarihinin belirleyici hamlesi kurucu Tek-Partinin DP tarafından iktidardan indirilmesidir. Yeni partinin uygulamaları özellikle 1957 seçimleri sonrasında tümüyle yanlış bir kulvardadır. Askeri darbe kendisine meşruiyet zemini olarak bu dönemi seçmişse de o gerekçe görülenden ve gösterilenden çok daha geniştir ve yeni bir toplum kurma çabasını içerir.
Yeni toplum anlayışı bir kavşakta oluşur. 27 Mayıs’ı gerçekleştirenler ikiye ayrılmıştır. Darbeyi meşru saysalar da demokrasi yanlışı olan grup hem darbeyi meşru sayan hem de demokrasiye dönmemeyi öngören ordu kesimiyle çatışmaya başlamıştır. 14’lerin tasfiyesi daha sonrası için uzun vadeli bir karşılıklı çatışma olacaktır. Tasfiyeye rağmen İstanbul’da kurulan ve 14’lerle iç içe olan radikal kanat iktidarı MBK’nınelinden almış ve 9 Mart 1971’de gerçekleşmesi tasarlanan çok daha radikal darbeyi planlamaya başlamıştır. 12 Mart 1971’de ise bu defa o kanat gücünü yitirmiş MBK’nın uzantısı sayılacak ordu kesimi radikalleri bünyesinden ayıklamıştır. 27 Mayıs’la birlikte başlayan hiyerarşi-dışı darbe geleneği böylece sona ermiş, bahsettiğim radikal kanatların tasfiyesi tamamlanmıştır.
27 Mayıs darbesinin ikinci önemli noktası 1908 darbe geleneği devam ettirilirken aydınlarla kurulan ilişkilerdir.Benim ordu-bürokrasi-aydınlardan oluşan ve Tarihsel Blok diye adlandırdığım o kesim 27 Mayıs darbesini bir bütün olarak icra etmiştir. Fakat aydınlara dönük ilk kuşku 14’ler tarafından dile getirilmiş, ardından SKB tarafından savunulmuş ve 9 Mart darbesinin bastırılmasından ve ordunun kendi içindeki tasfiyelerden sonra aydınların tümüyle tasfiyesiyle sonuçlanmıştır. 12 Eylül bu maksatla kurulan zincirin son halkasıdır. Artık geleneksel anlamda bir ordu-aydın ilişkisinden, iş birliğinden söz edilemez. Sadece 28 Şubat ve e-muhtıra dönemlerinde aydınlardan orduya dönük böyle bir talep gelmişse de radikal bir sonuç sağlanamamıştır.
Bir diğer nokta, Türkiye’de 27 Mayıs’ın hemen ertesinde başlayan sol açılımdır. YÖN dergisinin getirdiği sol düşüncenin daha sonra Sol Kemalizm diye adlandırılacak bir versiyonla ortaya çıkması Batıdaki sol açılımdan öncedir. Fakat Sol Kemalizm bir ordu-aydın ittifakını ve bu ittifakın yönetimde anti-demokratik bir tarzda sürekliliğini öngörür. Her şeye rağmen hemen 1961’de başlayan YÖN ve sol açılım hem 1961 Anayasasını etkilemiştir hem de ordunun 9 Mart 1971 darbesine doğru giderken Sol Kemalist olmaktan çok Kemalist Sol yaklaşımını kurgulamıştır. Fakat 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu oluşumu da kırmıştır ve Sağ Kemalizmin gelişmesine yol açmıştır. Sağ Kemalizmin ordunun ideolojisi olarak benimsenmesi ve bu kanadın ordu ve toplum içindeki tüm sol hareketleri bastırması hatta yok etmesi başlı başına bir olgudur.
Tüm bu gelişmelerde dış dünya önemli bir rol oynamıştır. Önce Orta Doğu’daki Baasçı rejimler 27 Mayıs ve 9 Mart hareketini hazırlarken karma ekonomiyi de uygulamakla birlikte devletçilik çok güçlü bir ideoloji olarak benimsenmiştir. 1979’da dünyadaki sol ortadan kaldırmayı öngören neo-liberal açılımlar ordu ve toplum içindeki devletçi anlayışı bütünüyle çökertmiş, o neo-liberal gelişme 12 Eylül’ün solu şiddetle ezerek tüm unsurlarıyla birlikte kendi bünyesinden ve toplumdan silmesine yol açmıştır.
Tüm bunlarla birlikte gerek çok özgürlükçü olduğu söylenen 1961 Anayasa’sı gerekse o anayasayı bir bütün olarak ortadan kaldırmayı hedefleyen 1982 Anayasası ekonomik devletçiliği olmasa bile doktriner devletçiliği yani Hobbesçu bir mutlak devlet anlayışı toplumsallaştırmayı temel misyon olarak kabul etmiştir. 1961 Anayasasının kurumsal planda tasarladığı vesayetçi devlet 1982 Anayasasında bütünüyle doktriner bir içerik kazanmıştır ve onu sağlamanın yolu olarak da korporatist bir yapı apolitik bir toplum öngörülmüştür. Neo-liberal ekonomilerin uygulandığı bir dönemde ekonomik, otarşik devletçiliğin devre dışı bırakılmasına, sola ait her türden radikalizmin üstüne gidilmesine ve anti-demokratik yapıları öngören askerî kanatların ortadan kaldırılmasına rağmen 1982 Anayasasının bu ölçüde doktriner olması yine kendi içinde ayrıca ele alınması gereken bir husustur.
Kısacası, 27 Mayıs tamamlanmış bir dönemdir.
İlginizi Çekebilir