© Yeni Arayış

10 Kasım

Cumhuriyetin kurucu ayarları, en temelde demokrasi, çağdaşlaşma ve hukuktur. 1920 yılında yayınlanan Halkçılık Beyannamesi’ne ya da CHP’nin parti programlarına bakınız; demokrasi, çağdaşlaşma ve hukuk üzerine inşa edilen bir cumhuriyet görürsünüz.

Cumhuriyetin ebediyete akıp gittiği yıllarda, Mustafa Kemal Atatürk’ü anmaya devam ediyoruz. 

Atatürk, sadece harp meydanlarında büyük zaferler kazanmış bir kumandan değildir. İçinde yaşadığı çağdaş dünyayı akılcı bir şekilde okuyarak isabetli adımlar atmıştır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik bakımdan hantallaşmış düzeniyle çağa ayak uydurmakta güçlük çeken gelenekçi bir yapıyı modern dünyanın saygın bir üyesi haline getirmiştir.

Bu neresinden bakarsanız bakın, büyük bir devrimdir!

Gelgelelim son yıllarda, ve hatta özellikle 12 Eylül’den sonra, içerisindeki devrimci düşüncelerden arındırılmış bir Atatürk süjesi meydana getirildi. Atatürk, salt “Gazilik” sanıyla yâd edilen ve bazı özel günlerde klişeleşmiş sözlerle anılacak donmuş bir yapıya dönüştürüldü. Bu siyasal mühendisliğe isim de buldular; Atatürkçülük.

Atatürk’ü halktan ve devrimci ruhundan koparan bu zihniyetin yalnızca biçimsel bakımdan Atatürkçü olduğunun altını çizmek gerekir. Zira Atatürkçülük, Kurtuluş Savaşı dolayısıyla Atatürk’ü “Gazilik” sanına sıkıştırıp arkasından gelen inkılâpları perdelemek demek değildir.

10 Kasım günlerinde Atatürk’ü anlamaya çalışmak adı altında artık herkesin ezberlediği sözler yığını hiç değildir. Atatürk, pek çoklarının dile getirdiği gibi şekilsel ya da yüzeysel devrimler yapmamıştır. 1920’lerin ve 30’ların koşullarında devrimlerin adı inkılâp olunca biraz küçümseniyor. Malum, inkılâp kelimesi köken itibariyle bir kalıptan başka bir kalıba geçmek manasını taşıyor.

Oysa devrimin çok daha kapsamlı bir hareket olduğu söyleniyor.

İnkılâp olsa olsa revizyon, hadi bilemedin reform olabilirmiş falan…

Egemenliğin üstünde asırlardır hüküm süren padişahın gölgesini kaldırabilmek dahi başlı başına büyük bir devrimdir. Öncesinde Meşrutiyet döneminde açılan parlamentolarda,doğrudan doğruya padişahın atadığı vekiller vardı. Padişahın meclisi fesih yetkisi vardı. Bu salahiyetini de tanrıdan alıyordu.

Tanrı katındaki egemenliği yeryüzüne indirip kayıtsız şartsız millete vermek, bir kalıptan diğer kalıba girmeyle açıklanamaz diye düşünüyorum.

12 Eylül’ün depolitize, soyut ve tarihte kalmış Atatürkçülüğünden ziyade Atatürk’ü, Atatürk yapan fikir ve değerlere odaklanmamız gerekir diye düşünüyorum. Bugün için bir çıkış yolu arıyorsak, Atatürk’ün fikirleri halen canlıdır.

Atatürk hurafe ve safsataların karşısına akıl ve bilimi; ümmete karşı milleti; saraya, sultana, tek adam siyasetine karşı cumhuriyeti; ayrıcalıklı zümrelere karşı halkçılığı ve fırsat eşitliğini; gericiliğe, bağnazlığa ve yobazlığa karşı laikliği öne sürmüş bir liderdir. Sürekli yenileşmeyi ilke edinmiştir.

Cumhuriyetin kurucu ayarları, en temelde demokrasi, çağdaşlaşma ve hukuktur. 1920 yılında yayınlanan Halkçılık Beyannamesi’ne ya da CHP’nin parti programlarına bakınız; demokrasi, çağdaşlaşma ve hukuk üzerine inşa edilen bir cumhuriyet görürsünüz. Atatürk’ün, Afet İnan’a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabı da gene aynı felsefeyi anlatır.

Bu çerçeve, Türkiye’nin bugününe ayna tutmaktadır. Demokrasiyi askıya almak isteyen muktedirlere karşı Cumhuriyetçiliği, siyasal ve toplumsal fay hatlarını kaşıyıp etnik ya da dini bir yol tutanlara karşı Milliyetçiliği, Türkiye’yi kasten geri bırakmaya çalışan güçlerin alabildiğince serpilmesine karşı Laikliği, iktidarın yarattığı imtiyazlı zümrelere karşı Halkçılığı, içine düştüğümüz sömürü düzenine karşı Devletçiliği ve en önemlisi 12 Eylül’den sonra dayatılmaya başlanan seyreltilmiş Atatürkçülüğe karşılık sürekli İnkılâpçılık ilkesini savunabiliriz.

Atatürk ilkelerinin hiçbirisi donmuş, kaskatı veya değişmez prensipler bütünü değildir. Özünü korumak suretiyle yeniden içeriklendirilmeye oldukça müsaittir.

Aslına bakarsanız Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu veya Muammer Aksoy gibi Kemalist aydınlar da farklı bir noktada değildi.

Atatürk’ün gösterdiği hedef, onuncu yıl nutkunda söylediği gibi muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaktır. Bununla birlikte muasır medeniyetler yerinde saymıyor. Keza Türkiye de yerinde saymıyor. Atatürk, bunu çok iyi bildiği için gösterdiği hedefi yerine getirme sorumluluğunu Türk gençliğine vermişti. 

Türk gençliğinin birinci vazifesi “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir” fakat bu mesuliyeti yerine getirebilmek amacıyla Atatürk’ün iyi anlaşılması gerekmektedir.

Atatürk’ün fikir dünyası, her şeyden önce Kemalizmdir. Ancak Atatürk’ün isminin yanına “-izm” eklemek onun donmuş kalıplardan ya da dogmalardan beslendiği anlamına gelmez. Atatürk, katı ve değişmez yargılara hiçbir zaman bel bağlamadı. Aklın ve bilimin yolunu kılavuz aldı. Halkın yaşadığı somut gerçekliği ve millet iradesini her şeyin üstünde tuttu. Sürekli devrimcilik ilkesiyle aklın ve bilimin ışığında ilerlemeyi ilke edinmişti.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER