Türkiye’yi Lübnanlaştırma hevesleri yersizdir
SİYASETTürkiye’de vatandaşlığın topluma tam üyeliğinin koşulu olarak tanımlanmış olması, bunun siyasi bir kriter olması ve teorik olarak etnik bir boyut içermemesi, sorunlardan arınmış bir ortamda yaşadığımız anlamına gelmemektedir.
Zaman içinde bazı nitelikleri haiz grupların sistemde esas yerlere sahip olduğu, bu nitelikleri haiz olmayan gruplara önemli siyasi mevkiler teslim edilmemesi gerektiği türünden uygulamalar olmuştur. Bazı uygulamaların devam ettiği dahi ileri sürülebilir. Bu tür sorunları aşmak için gayret gösterilmesinin gerektiği de aşikardır. Ancak sorunları aşmanın yolu, Lübnan’dan esinlenerek kendisi sorunlara gebe etnik kontenjanlar ihdas etmek olmamak gerekir.
Son zamanlarda ülkemizin Lübnanlaştırılmak istendiğine dair değerlendirmeler arttı. Bunda Devlet Bahçeli’nin başkan yardımcılarından birinin Kürt bir diğerinin de Alevi olabileceği türünden iyi düşünüldüğünden emin olamadığım beyanının da rol oynadığını söylemek sanıyorum hata olmaz. Çoğumuz Lübnan’ın etnik unsurların şekillendirdiği bir siyasi sisteme sahip olduğunu bilmemize rağmen, bu sistemin ne olduğunu ve ne gibi sakıncalar getirdiğini yeterince tanıdığımızı söylemek pek kolay değil galiba. İsterseniz önce Lübnan sisteminin kuruluşundan başlayalım.
Bildiğiniz gibi, Lübnan Osmanlı döneminde aslında Suriye’nin bir parçası idi, fakat 19. Yüzyılın ikinci yarısında bölgede etnik çatışmaların yoğunlaşması sonucu Hristiyan vali tarafından yönetilecek ayrı bir idari birim kuruldu. Bu dönemde Fransızlar sayıca en kalabalık olan Marunilerin Katolik kilisesini tanımaları nedeniyle Osmanlı nezdinde onların koruyuculuğunu üstlendiler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye dahil bölge Fransızların yönetimine geçti. Fransızlar bölgeyi sömürgeleştirmeyi öngörmekle birlikte, doğrudan sömürgeleştirme itibardan düştüğünden, bu ülkeleri Milletler Cemiyeti nezdinde manda yaptılar. Mandacıların sorumluluğu, ülkeyi geliştirerek bağımsız olmaya hazırlamaktı. Fransızlar Lübnan’ı baştan itibaren Suriye’den ayrı bir ülke olarak düşündüler. Marunilerin Fransa’ya duyduğu özel yakınlık da Fransız anlayışları ile uyum içindeydi. Bununla beraber, yine de bağımsız bir ülke olma özlemi, tüm diğer sömürgelerde hissedildiği gibi Lübnan’da da hissedildi.
Ortada bir Lübnan milleti yok, sisteme egemen olmak için çatışan muhtelif cemaatler vardı. Fransızların bağımsızlık yanlılarını hapsetmeleri sırasında (1943), Marunilerin lideri ve zaten hapse girmeden de başkan konumunu işgal eden Bişara el-Huri, Sünni lider Riyad es-Sulh ile Milli Pakt diye bilinen bir anlaşma yaptı. Buna göre, bağımız bir Lübnan’da en yüksek görevler muhtelif grupların nüfustaki payına uygun olarak tahsis edilecekti. Sonuçta Cumhurbaşkanı bir Maruni, başbakan bir Sünni, parlamento başkanın ise bir Şii olması üzerinde anlaşıldı. Kısa bir süre sonra Fransız yönetimi baskılara dayanamayarak hapsettiği kişileri serbest bıraktı. El-Huri cumhurbaşkanı, es-Sulh da başbakan oldu. Lübnanlılar, liderlerin hapisten serbest bırakılmasını bağımsızlık günü olarak kutlarlar.
Yürürlüğe giren sistem halen sürdürülmek istenen sistemdir ama kısa süre içinde birçok sorunu barındırdığı da ortaya çıkmıştır. Yukarda da işaret ettik, kurulan devlet etnik gruplar arasında o anın dengelerini yansıtan bir uzlaşmayı yansıtıyordu. Lübnan adındaki bir ulusun yönetimini temsil etmiyordu. Her grup Lübnanı oluşturan ayrı bir etnik cemaatti. Bununla beraber, sistem ilk kurulduğu dönemlerde başarıyla işledi. Bu dönemde bölgedeki diğer Arap ülkeleri kendi bağımsızlılarını elde etmek için mücadele ediyorlardı. Henüz Arap milliyetçiliği de sahneye çıkmamıştı. Özetle, Lübnan kimsenin dikkatini çekmedi.
Zaman ilerledikçe, 1943 sisteminin sorunlar barındırdığı da ortaya çıkmağa başladı. Bir kere, sistem farklı kesimlerde nüfus artışının farklı oranlarda gerçekleşeceği olgusunu görmezden gelmişti. İlk dönemde sayısal üstünlüğe sahip olan Maruniler, zaman içinde en kalabalık grup olma özelliğini yitirdiler. Ancak, değişen demografik gerçekler sistemde değişiklik getirmiyor, dolayısıyla toplumsal gerilimlere yol açıyordu. İkinci olarak, ülkenin dış siyaset tercihleri konusunda sorunlar çıkmağa başladı. Tahmin edilebileceği gibi, Maruniler Batı ile, tabii özellikle Fransa ile yakın ilişkiler yürütülmesini istiyorlardı. Filistinli bir dostum bana, Marunileri kast ederek, “Bu Lübnanlılar kendilerini Arapça konuşan Fransız zannediyorlar,” diyerek, bu grubun Fransa ile ne kadar özdeşleştiğini dahi mizahi bir yaklaşımla ifade etmişti.
Üçüncü olarak, Lübnan’ın yoğun irtibatlı olduğu Arap dünyasında bağımsızlığını kazanan devletler, genellikle emperyalizmin beşiği olarak gördükleri Batı Avrupa ülkelerine karşı tutumlar içindeydiler. Lübnan’ın da Arap davalarına katılmasını bekliyorlar, istiyorlardı. Lübnan yönetimi ile Arap dünyası arasındaki tercih farkları ülke içinde de gerilimlere yol açıyordu. Aslında Lübnan’ın komşularıyla yaşadığı iki türlü kimlik sorunu bulunuyordu. Doğal olarak Lübnan Arap dünyasının bir parçasıydı. Nüfusun önemli bir bölümü Arap milliyetçiliği, tüm Arapların birlik oluşturması türünden fikirlere ilgi duyuyor, ancak bu yaklaşımların siyaseten ifadesi sorun teşkil ediyordu. Ayrıca, kendi Suriyeli kimliğini geliştirmek isteyen Suriye açısından bakıldığında, Lübnan’ın bağımsız bir devlet olması tamamen Batı’nın yarattığı bir durumdu. Böyle bir ülkenin bulunmaması, yani Lübnan’ın Suriye’nin bir parçası olması daha doğaldı. Yine hatırlanabileceği gibi, Suriye zaten uzun süreler adeta Lübnan’ı işgal ederek, kendisinin bir parçası gibi yönetti.
Türk devleti sağlam temeller üzerine kurulmuş bir ulus-devlettir. Burada ulus ona vatandaşlık bağıyla bağlı herkes tarafından oluşturulmaktadır. Bu ilkenin değiştirilmesi için herhangi bir neden yoktur. Buna karşılık, muhtelif grupların kimliklerini korumaları ve geliştirmeleri için toplum yanında devletin de yardımcı olması gerektiği berrak bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu hususun ihmal edilmeden gözetilmesi zorunludur.
Gördüğünüz gibi, etnik bir görev bölümü üzerine kurulu bir devlet sisteminin en olumlu koşullarda bile yönetilmesi zor, belki de imkansız. Böyle bir sistemden esinlenerek Türkiye’de islahata kalkışmak pek yerinde bir tercih gibi gözükmüyor. İlk aklımızda tutmamız gereken husus, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus temelinde inşa edilmiş bir milli devlet olduğudur. Türk siyasi toplumu siyasi olarak muhtelif etnik cemaatlerden teşekkül eden bir varlık değildir. Ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Burada kast edilen şüphesiz tüm vatandaşların Türk etnik kökeninden gelmesi değildir. Türk sıfatının vatandaşlık yoluyla elde edilmesidir. Hemen itiraf edelim ki, zaman içinde bazı nitelikleri haiz grupların sistemde esas yerlere sahip olduğu, bu nitelikleri haiz olmayan gruplara önemli siyasi mevkiler teslim edilmemesi gerektiği türünden uygulamalar olmuştur. Bazı uygulamaların devam ettiği dahi ileri sürülebilir. Bu tür sorunları aşmak için gayret gösterilmesinin gerektiği de aşikardır. Ancak sorunları aşmanın yolu, Lübnan’dan esinlenerek kendisi sorunlara gebe etnik kontenjanlar ihdas etmek olmamak gerekir.
Devlet Bahçeli başkan yardımcılarının etnik kökeni gözetilerek atanması önerisi karşısında bazı kimseler bir yardımcının zaten Kürt kökenli olduğuna işaret ettiler. Sanıyorum, bu tepki Bahçeli’nin önerisine iyi anlamamaktan kaynaklanıyor. Ülkenin vatandaşı olan herkes siyasi görevlere talip olabilir ve en yüksek görevlere dahi gelebilir ya da getirilebilir. Vatandaşlık siyasi bir sıfat olduğundan, böyle bir kişinin etnik kökeninin ne olduğu önem taşımaz. Siyaseten göreve layık bulunmuş ise, göreve atanması tabiidir. Nitekim, cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atıfta bulunulan Cevdet Yılmaz göreve Kürt olduğu için değil, geçmiş hizmetleri ve birikimi dolayısıyla göreve uygun olduğu için atanmıştır.
Türkiye’de vatandaşlığın topluma tam üyeliğinin koşulu olarak tanımlanmış olması, bunun siyasi bir kriter olması ve teorik olarak etnik bir boyut içermemesi, sorunlardan arınmış bir ortamda yaşadığımız anlamına gelmemektedir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, vatandaşlık vasıtasıyla Türk sıfatını kazananların etnik kökenleri birbirinden farklı olabileceği gibi, kişilerin etnik kimliklerini korumak ve geliştirmek konusunda da kendilerini özgür hissetmeleri, gerekirse devletin dahi bir yandan etnik farkları kabul ederek ona göre siyasalar düzenlemesi, diğer yandan kimliğin korunması için destek verici adımlar atması mümkündür, gereklidir. Ancak, etnik kimliğin siyasette yer almak, hak iddia etmek için bir kriter olarak kullanılması mevcut anayasa çerçevesinde mümkün değildir. Pekiyi, istenen bir şey midir? Kanımca, toplumun siyasette örgütlenmesini etnik kıstaslara dayandırmak, toplumun çağdaş olmayan bir biçimde ayrışmasını, parçalanmaya kadar uzanabilecek yollara girmesinin önünü açacaktır. Böyle yapıları olan rejimlerin dış manipülasyonlara da çok açık olduğunu uluslararası alanda yaşanan tecrübeler göstermiştir.
Hükümetimizin PKK’nın çatışmadan vazgeçmesi için giriştiği çabanın hangi yöne gideceği tartışılırken, muhtelif görüşler ileri sürülüyor. Bu görüşlerin içinde merkezi üniter devlet yapısından uzaklaşmayı öngören, etnik temelli federal yapıların kurulmasına kadar uzanan seçenekler var. Aslında Türk devleti sağlam temeller üzerine kurulmuş bir ulus-devlettir. Burada ulus ona vatandaşlık bağıyla bağlı herkes tarafından oluşturulmaktadır. Bu ilkenin değiştirilmesi için herhangi bir neden yoktur. Buna karşılık, muhtelif grupların kimliklerini korumaları ve geliştirmeleri için toplum yanında devletin de yardımcı olması gerektiği berrak bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu hususun ihmal edilmeden gözetilmesi zorunludur.
İlginizi Çekebilir