© Yeni Arayış

Türkiye-İsrail ilişkilerinde ulusaşırı kimlik tehditi

Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği, bölgedeki kalıcı barış ve istikrar durumu, Türkiye’nin ulus tanımını nasıl şekillendireceğine ve bu tanımın bölgesel aktörler tarafından nasıl algılanacağına bağlıdır.

Türkiye’nin ulusaşırı kimlik arayışı, bölgesel liderlik hedeflerini güçlendirse de bölgesel barış adına İsrail gibi aktörlerle ilişkilerde yeni bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla iki ülkenin yeni dönemde ortak çıkarlar etrafında diyalog geliştirmesi, bölgesel barış ve istikrar için kritik bir adım olacaktır.

Geçtiğimiz günlerde Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, "Güçlü ulus devletler bir tehdittir. Özellikle Arap devletleri, İsrail için bir tehdit olarak görülür" ifadelerini kullandı. Barrack, "İsrail'in Suriye'yi kontrol eden güçlü bir merkezi devlet yerine parçalanmış ve bölünmüş görmeyi tercih edeceğini" ifadelerini kullanmıştı. Ancak bu iddia, Türkiye’nin ulus devlet modelinin kendisinden ziyade, ulus tanımının ulusaşırı bir çerçeveye evrilmesiyle anlam kazanmaktadır.

Türkiye’de ulus devletin en güçlü olduğu dönemlerde, özellikle Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) kurucu prensiplerinin kararlılıkla uygulandığı yıllarda, Türkiye-İsrail ilişkileri stratejik bir ortaklık düzeyinde seyretmiştir. İsrail, laik, güçlü ve kendi sınırlarını koruma odaklı bir Türk ulus devletinden tehdit algılamamıştır. Ancak, Türkiye’nin ulus tanımını tarihsel ve İslami referanslarla yeniden şekillendirerek ulusaşırı bir kimliğe yönelmesi, İsrail’in güvenlik algısında belirgin bir kaygıya yol açmıştır.

Ulus Devlet Dönemi ve Türkiye-İsrail İlişkileri

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ulus devlet modeli, laiklik, modernleşme ve ulusal sınırların korunması gibi prensipler üzerine inşa edilmiştir. 20. yüzyıl boyunca, özellikle MGK’nın dış politikada etkili olduğu dönemlerde, Türkiye’nin dış politikası, ideolojik aşırılıklardan uzak ve ulusal çıkarları önceleyen bir çizgide şekillenmiştir.

Bu dönemde, Türkiye-İsrail ilişkileri, ortak bölgesel güvenlik hedefleri ve istikrar arayışı etrafında güçlenmiştir. İsrail, Türkiye’nin laik ve sınır odaklı ulus devlet yapısını, Ortadoğu’daki istikrarsız yapılara karşı bir müttefik olarak değerlendirmiştir. Örneğin, 1990’lı yıllarda imzalanan savunma ve ekonomik iş birliği anlaşmaları, bu dönemin somut göstergeleri olarak öne çıkmıştır.

Bu bağlamda, Türkiye’nin ulus devlet modeli, İsrail için bir tehdit unsuru olmaktan çok, bölgesel bir denge unsuru olarak algılanmıştır. Türkiye’nin dış politikasında kendi sınırlarını koruma ve bölgesel istikrara katkı sağlama önceliği, İsrail’in güvenlik stratejileriyle uyum sağlamış ve iki ülke arasında güven temelli bir ortaklık kurulmuştur. Ancak, Türkiye’nin ulus tanımındaki ulusaşırı dönüşüm, yeni dönemde bu ilişkinin seyrini değiştirmiştir.

Ulusaşırı Kimlik Tanımı ve İsrail’in Tehdit Algısı

2000’li yıllardan itibaren Türkiye, özellikle AKP iktidarıyla birlikte ulus tanımını yeniden şekillendirme sürecine girmiştir. Bu süreçte, ulus kimliği, yalnızca modern ve laik bir çerçeveden değil, aynı zamanda Osmanlı mirası, İslami değerler ve bölgesel liderlik vizyonu gibi ulusaşırı unsurlarla zenginleştirilmiştir.

Türkiye’nin bu yeni kimlik tanımı, sınırlarını aşan bir etki alanı hedeflemiş ve dış politikada daha iddialı bir rol üstlenmiştir. Bu dönüşüm, İsrail’in güvenlik algısında ciddi bir kaygıya yol açmıştır. İsrail, Türkiye’nin ulusaşırı kimlik tanımını, bölgesel güç dengelerini değiştirebilecek ve kendi çıkarlarına meydan okuyabilecek bir faktör olarak görmüştür.

Özellikle Türkiye’nin Filistin meselesine yönelik artan angajmanı ve İslam dünyasında liderlik iddiası, İsrail tarafından bir karşı duruş olarak algılanmıştır. Bu durum, iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine yol açmış ve geçmişteki stratejik ortaklığın yerini daha rekabetçi bir dinamik almıştır.

ABD Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın, ulus devlet yapısının bölgesel olarak İsrail bir için tehdit oluşturduğuna dair açıklaması, aslında Türkiye’nin ulusaşırı kimlik tanımına yönelik bir endişeyi yansıtmaktadır. Bu yeni kimlik, Türkiye’yi yalnızca bir ulus devlet olarak değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel bir aktör olarak konumlandırmış ve İsrail’in tehdit algısını dönüştürmüştür.

Türkiye’nin laik ve sınır odaklı ulus devlet modeli, İsrail ile güven temelli bir ortaklık kurarken, ulusaşırı bir kimlik tanımı, bu güvenin zedelenmesine yol açmıştır. Barrack’ın açıklaması, bu dönüşümün uluslararası alanda ki özellikle ABD özelinde, nasıl algılandığını göstermesi bakımından kritiktir.

Bölgesel Barışın Geleceği

Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği, bölgedeki kalıcı barış ve istikrar durumu, Türkiye’nin ulus tanımını nasıl şekillendireceğine ve bu tanımın bölgesel aktörler tarafından nasıl algılanacağına bağlıdır.

Türkiye’nin ulusaşırı kimlik arayışı, bölgesel liderlik hedeflerini güçlendirse de bölgesel barış adına İsrail gibi aktörlerle ilişkilerde yeni bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla iki ülkenin yeni dönemde ortak çıkarlar etrafında diyalog geliştirmesi, bölgesel barış ve istikrar için kritik bir adım olacaktır.

Ancak her şeyden önce İsrail’in, Filistin üzerinde uyguladığı zulme son vermek gibi bir mecburiyeti vardır. Hiçbir devletin, yürüttüğü zulmü görmezden gelerek kendi çıkarları eksenindeki tehdit algıları üzerinden tek başına bölgesel politikalar tayin etme hakkı yoktur.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER