© Yeni Arayış

Türkiye gelişmedi mi, yoksa geri mi kaldı?

“Türkiye neden gelişmedi?”, yanlış bir sorudur. Çünkü hemen hemen bütün dünya ülkeleri gibi Türkiye de gelişti; hem de pek çok alanda. Ama bazı ülkeler daha hızlı geliştiği için “geri kalmış” sayılıyor.

Bu yazının başlığına açıklık getirerek bu yazıya son vereyim. “Türkiye neden gelişmedi?”, yanlış bir sorudur. Çünkü hemen hemen bütün dünya ülkeleri gibi Türkiye de gelişti; hem de pek çok alanda. Ama bazı ülkeler daha hızlı geliştiği için “geri kalmış” sayılıyor. Sorunu anlamak için Türkiye’den çok, o hızlı gelişen ülkelere bakmak gerek. Onları anlarsak, onlara “göre” neden geri kalınmış olduğu, nedenleriyle birlikte, daha iyi anlaşılabilir herhalde.

8 Aralık 2024 tarihinden bugüne Yeni Arayış’ta başlıktaki sorulara bir cevap arayan on yedi yazı yazdım.  Bu yazı serisine başlarken aklımda bir cevap vardı ama bu hem tam olgunlaşmamıştı, hem de, daha önemlisi, görüşümü kanıtlayabileceğimden emin değildim. Bu yazıların yazılması sırasında bu konuda savunulmuş olan tezlere baktım, eski bilgilerime yenilerini kattım, ama yine de ne savunduklarımdan tam olarak emin olabiliyorum ne de herkese inandırıcı gelen görüşler savunduğumdan eminim. Tam tersine, herkesin – hemen hemen herkesin – siyasi kimliğine ve inancına, yani geçmişten geleceğe hayal ettiği dünyasına göre, bu konuda bir görüşü olduğunu ve okuyup görüş değiştirmenin çok ender bir olay olduğunu kabul etmiş bulunuyorum.

Amacım, en azından ilgili birkaç soruyu “doğru biçimde” sormak, bu konudaki çeşitli görüşleri hatırlatmak ve kalıplaşmış görüşlerin biraz dışına uzanarak olayı daha geniş bir açıdan, büyük resmin içinde göstermekti. Bunu yaparken, düşünmemizi sınırlayan “engellerden”, yani kimliğimizden söz etmeyi de kaçırmadım. Huyumdur!

Şimdi, son düzlüğe çıkıp son yazılarımla bir “sonuçtan”, daha doğrusu “sonuçlardan” söz etmeden önce yazdıklarımın bir özetini hatırlatmakta yarar görüyorum. Konumuzla ilgili farklı tezleri ele alırken bu alandaki eksiklikleri veya çelişkileri veya suskunlarını ele aldım. Bu işin kolay yanıydı. Çünkü “yanlışı” göstermek kolaydır; doğru olanı kanıtlamak zordur. Felsefede “kara kuğu” örneği kullanılır. Tek bir kara kuğu “kuğular beyazdır”  tezini çürütmek için yeterlidir. Ama kaç beyaz kuğu bize bütün dünyada bir tek kara kuğunun bile var olmadığını “ispat” edebilir ki? İspatımız en iyi durumda istatistikî bir gerçeklik olabilir. Yazdıklarımın özeti şöyle - gerekçeler ve kanıtlar doğal olarak bu özette yer almıyor:

Birinci yazımda (2024.12.08) temel ilkelerimi belirttim. Çünkü her birimiz “taraf”ız, objektif izleyiciler değiliz; ve okurun yazarı tanıması hakkıdır. Ben, olumlu saydığım yanları yüzünden Batı Avrupa sempatizanıyım, AB ilkelerini beğeniyorum; eksikliklerini de görmekle birlikte. Bu “batı”  ve batılı insanların kurduğu devletler, bana göre, “gelişmiş olan dünyamızdır”. Dünyanın gerisi ise “gelişmeye” çalışıyor. Bu arada bol bol “batı düşmanlığı” de yaparak.

İkinci yazımda (12.21) toplumsal gelişme alanındaki neden-sonuç ilişkilerinin nasıl yanlış yorumlanabileceğini ele aldım. Örneklerle “dinin sebep olduğu geri kalmışlığı” yorumladım: Bir toplum geri kalınca dinin uygulamaları da geri kalıyor.  Din, geriliğin nedeni değil, geri olan bir din, toplumsal geriliğin sonucudur. “Türkiye neden gelişemedi?” başlıklı yazım (2025.01.04) bu biçimde dile getirilen bir sorunun yanlış olduğunu ve bir varsayımı ima ettiğini gösterdim: “Biz gelişmiş bir toplum/devlet olmalıydık, bu hakkımızdı!” Oysa, batı Avrupa toplumları dışında bütün dünya “geri” kalmıştır.  Bu yazıda F. Braudel’in bu konudaki görüşünü de hatırlattım: Batı Avrupa ve Japonya’da orta çağlarda merkezi bir devlet yönetimi olmadığından, küçük toplumsal birimler aralarındaki yarışmaların dinamizmi içinden “kalkınmayı” sağlanmıştı.

Bir sonraki yazımda (01.18) “gelişmeyi” ne anlamda anladığımı ve kullandığımı açıkladım. Batı’da, örneğin 1215 yılındaki Magna Carta antlaşması ile tarihî bazı gelişmeler yer alıyordu. Bu anlaşmada hem “özgürlük”, hem “demokrasi” kavramlarının yer aldığını görüyoruz. Doğu bu alanda o yüzyıllardan başlayarak geri kalmıştı. Beşinci yazım (02.01) metodoloji konusundadır. Farklı dönemlerde, koşullarda, ortamlarda yaşananları kıyaslamak yanıltıcı olabilir. Ama kimliğimiz de, özellikle milli kimliğimiz bizi seçmeci ve savunmacı yaklaşımlara sürükleyebilir. Bu durumun bilincinde olmayanlar tutarlı sonuçlara varamazlar.

Sonraki iki yazım, Türkiye’de hep gündemde olan din konusundaydı. Başlıkları “Etnosantrik Tarihçilik, Dinler ve Weber” (02.15) ve “Dinlerin Karşılaştırılması: Hristiyanlık-İslam” (03.01). Önce okul tarih kitaplarından örneklerle milli devletlerin nasıl “biz merkezli” bir tarih anlayışı aşılayarak toplumları geniş çevreden – dünyadan – kopuk biçimde ele aldıklarını ve soyut bir tarihçilik oluşturduklarını anlattım. Sonra da Weber’in “kapitalizme uyumlu Protestanlık” olarak bilinen tezin Weber’in bile aynen böyle savunmadığını gösterdim. Siyaset bilimi ve toplumsal gelişmeleri din temelinde açıklamanın laik dünya algısına karşı bir yaklaşım olduğunu da. Bir sonraki yazımda ise dinlerin karşılaştırılmasında farklı dönemler ve bir dinin savunduğu ile farklı uygulaması göz önüne alınmadığından, aralarındaki benzerliklerin gözden kaçtığını savundum. Yani Hristiyanlıkla İslam arasında varsayılan farklar yanlış metodolojinin yanıltıcı sonucudur. Hristiyanlık “bağnazlığını” toplum değiştiği için ve Reformlarla aşmıştır, İslam ülkeleri değişmediği için bu din de “geri” kalmıştır. Her iki dinin farklı dönemlerde “ileri” ve “geri” dönemleri olmuştur.

Sekizince yazıda (03.15) - Batı Avrupa’nın son yüzyıllarda nasıl ekonomi ama kültürel alanda da dünyamızda farklı bir alan oluşturduğunu ve o yöreden uzaklaştıkça nasıl “geriliğe” yaklaşıldığını Yunanistan’dan da örneklerle anlattım.

Sonraki dokuzuncu yazı Batılılaşma ve Modernleşme konusunda Türkiye’de nelerin yazılmış ve savunulmuş olduklarına ayrılmış. “Okul kitaplarında Çağdaşlaşma”  (03.29) yazısında konunun zaman içinde, ülkenin siyasetinde egemen anlayışa göre ve milli kimlikle ilişkili olarak, farklı biçimde ele alındığını anlattım. Örneğin, Cumhuriyet döneminin ilk ilkokul kitaplarına göre geri kalmışlığın temel nedeni ekonomik sıkıntılardır. Ama dinde reform yapılmamış olması da ek bir nedendir. Padişahlar da “yeteneksizdi”. Ancak 1990’lı yıllarda Osmanlı dönemi o denli eleştirilmiyor, hatta övülüyor. 2010 yıllarında bu övgü çok artıyor. Buna paralel olarak “milletin geçmişi” de övülüyor. Görüşler cumhuriyetçi/laik bir anlayıştan Osmanlı/dinci bir eksene kayar gibidir! Batı ise “eleştirel” biçimde ele alınıyor; zaten Rönesans da İslam’ın etkisiyle olmuştur bile deniliyor! Bu yıllarda eğitim alanında “Batı” algısında bir paradigma değişikliği yaşanır gibidir.

“Milli ve İkircikli Batılılaşma” (04.11) başlıklı yazım ise Türkiye’de “Batı”ya karşı algıların kısır milli tarihçilikten ve milliyetçilikten kaynaklandığını savundum. Bu taraflı yaklaşıma göre kötü sonuçların nedeni “bizde” değil “ötekilerdedir”. Bu durum “Batı”ya karşı toplumca ikircikli bir tutuma neden oluyor: Hem Batılılaşmak, hem düşman algılanan batıya karşı “direnmek” isteniyor. “Batı medeniyetini alalım, kültürünü almayalım” biçiminde ufuk açıcı olmayan ikircikli bir durum yaşanıyor. Bu ikircikli durum edebiyat metinlerinde de görülüyor ve “Edebiyatta Batıcılık ve Çağdaşlaşma” (04.26) başlıklı yazım bu konuda. Osmanlıcı anlayıştan milli ideolojiye geçtikten sonra, yaklaşık 1910 yıllarında, edebiyat metinlerinde de, “aniden” diyebileceğimiz bir biçimde  “Batı” hem siyasi, hem etik ve “karakter” açısından olumsuz resmediliyor. Bu anlayışın nedenleri yeni bir ideoloji olarak ortaya çıkan “milliliktir”.

Sonraki üç yazı (05.10; 05.23 ve 06.06),  Türkiye’de kendini “sol” olarak gören kesimlerin Batı ve Çağdaşlaşma algısı konusundadır. Bu alanda çeşitli ve birbirleriyle çelişkili toplumsal “modellerin” önerilmiş olduğunu, gelişememezliğin nedeni olarak da ya  Asya Türü Üretim Tarzının,  ya dış güçlerin, ya ülke içindeki Müslüman olmayan toplumların veya olumsuz bir Batı’nın algılanmış olduğunu görüyoruz. Sonunda, nedenlerden çok, Osmanlılar döneminde yaşanmış gerilik ve yapılan “yanlışların” ele alındığını anlattım. Bu kapsamda Marksist sol ve “altı ok solunu” iki  farklı sol olarak ele aldım.  Kısacası, Osmanlı düzeninde, çoğu ekonomik olan, pek çok eksiklik sıralanıyor, yani durum, marksizmle milliyetçilik harmanlanıp “tarif” ediliyor,  ama bunların neden böyle oldukları konusunda  bir “açıklama” sunulmuyor.  Doğu-Batı algısıyla ilgili yazıda ise bu karşıtlığın bir milli kimlik sorunu da olduğunu savundum. Eldeki belgeler ise Türkiye’de yaygın bir Batı karşıtlığının olduğunu gösteriyor.

Kuşkusuz bu alanda söylenen ve yazılan bütün görüşleri ele almadım; kimilerini tekrar olmasın diye, ama herhalde pek çok görüşü de onlardan haberdar olmadığım için. Ayrıca konunun daha fazla yayılıp genişlememesi için bazı konuları bilinçli olarak ele almadım, kimilerini ise son “değerlendirme” yazılarına sakladım.

Nihayet son üç yazım, Doğu Batı ilişkilerinin, nasıl milli değil, bölgesel bir olay olarak ele alınabileceği (06.21) ve Şerif Mardin (07.05) ile Taner Timur’un (07.19) Modernleşme olayına nasıl baktıkları konusundaydı. Bu üç yazıda ele alınan araştırmacılar “geri kalma” olayına oldukça farklı bir biçimde yaklaşıkları gösteriliyor. “Geri kalmışlığın” çok eskilerdeki bazı tarihi ve toplumsal gelişmelerle ilgili olduğunu savunan bu akademisyenler, gelişmemişliğin nedenlerini “toplumun yapısıyla” açıklama eğilimindedirler.

Kuşkusuz bu alanda söylenen ve yazılan bütün görüşleri ele almadım; kimilerini tekrar olmasın diye, ama herhalde pek çok görüşü de onlardan haberdar olmadığım için. (Bu araştırmacılardan özür dilerim!) Ayrıca konunun daha fazla yayılıp genişlememesi için bazı konuları bilinçli olarak ele almadım, kimilerini ise son “değerlendirme” yazılarına sakladım. Nilüfer Göle’nin “Batı dışı modernlik” dediği kavramı tereddütlerden sonra buraya katmamaya karar verdim.[1] Gerçekten “modernlik” kavramı merkez dışı, eş zamanlı, yerel ve buna benzer farklı biçimde ele alınabilir. Kastım modernliği anlamak ve anlatmak değildi, bu kavramın nasıl algılandığı ve uygulandığı idi. İslami ve muhafazakâr kesimin Batı karşıtlığı konusunda da yalnız okul kitapları ve edebiyat konusunu ele aldığımda söz ettim. Oysa bu alan çok geniştir ve sözcüleri pek çoktur. Bu konuda Tanıl Bora’nın yazdıklarını öneririm, iki cümlesini aktararak: “Batı karşıtlığı, Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr ve İslamcı siyasal düşüncenin kalıcı motiflerinden biridir. İslamcılığın politik düşüncesindeyse, kurucu değer taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır.” [2]

Şimdiye kadar ele alınanların ve yorumlarının ışığında şunlar söylenebilir:

1. Kalkınma, gelişme veya bunun tersi, gelişmeme, geri kalma gibi sorunlar bir ilişki, kıyas ve görecelik olayıdır. Aslında “değerlerle” ilgili bütün yargılar “görecedir”: toplumun ortak değerleri, beğenilen bir toplumun değerleri, bir kutsal kitap, “dinimiz”, “ideolojimiz” aile değerlerimiz vb. temeldir; bunlara “göre” değerlendirilir durumlar. “Batılılaşma/modernleşme” de öyledir; çünkü bu kelimelere verilen anlam ve değere göre değerlendirilirler. Taner Timur’un da dediği gibi “Batı’nın böyle bir davası yoktur, biz Türklerin bir Batılılaşma sorunu vardır". Ama “bizim” bu sorunumuz “biz kimiz” sorusuna, yani kendimizi nasıl algıladığımızla ilişkilidir! Ve her birimiz tıpatıp aynı kimliği – yani dünya görüşünü, inancı, değerleri vb - paylaşmadığımız için “Batılılaşmayı” – ama gelişmeyi, geri kalmışlığı vb. da – farklı algılar, yaşar ve savunur veya karşı çıkarız. Bir milletten söz edildiği için, “ortak değerlerimizin” var olduğunu savunmak alışılagelmiştir ama durum hiç de öyle değildir; bir millet içinde ortak görüşler olduğu gibi farklılıklar da bulunur. Hasım, hatta birbirine düşman siyasi partilerin varlığı bu durumun bir göstergesidir. Bütün insanlar hem benzer, hem de her birimiz az veya çok farklıyızdır.

2. Yani, örneğin, Türkiye “neden modernleşemedi” veya “Batılılaşamadı” gibi bir konuyu tartışırken kimliklerimizi yarıştırıyor olabiliriz. Yukarıda özetlediğim yazılara böyle bir anlayışla bakınca, gördüğümüz şudur: Farklı açıklamalar, tezler ve yorumlar siyasi bir yelpazenin içinde seyreder gibidirler.[3] Bu “konuyu” Osmanlılar, Jön Türkler, Marksist sol, altı ok solu ve İslamcılar nasıl baktı diye ele alıyoruz. Bundan çıkan sonuç, ya farklı düşünenlerin farklı (siyasi, ideolojik) gruplar oluşturduklarıdır, veya siyasi ve ideolojik grupların farklı görüşleri olduğudur. Her durumda, bu farka “kimlik farkı” diyebiliriz. Konuya böyle yaklaşıldığında “neden anlaşamadığımız” da daha kolay anlaşır oluyor.

3. En sonunda bu konuda bir uyum sağlanmasa da, yani “ortak bir gerçeğe”  varılmasa da, bu kimlik konusunda açıklık sağlanırsa, belki, en azından bir “anlayış” da sağlanır. Farklı görüşlerin pek çok nedeni olabilir ama bunların “özeti” farklı algıdır, farklı değerlerdir, ki buna kimlik de denir. İlk yazımda kendimi “tanıtıp” temel ilkelerimi belirtmem bundan dolayıdır. Çünkü, demiştim, her birimiz “taraf”ız, objektif izleyiciler değiliz; ve okurun yazarı tanıması hakkıdır. Ben, olumlu saydığım yanları yüzünden Batı Avrupa sempatizanıyım, AB ilkelerini beğeniyorum; eksikliklerini de görmekle birlikte. Bu “batı”  ve batılı insanların kurduğu devletler “gelişmiş dünyamızdır”. Bundan sonra, normal olarak, ben ne desem, benim değerlerimi paylaşmayan biri yazdıklarıma değer biçmeyecektir.

4. Ya ne yapacaktır? Bildiklerinden farklı görüşleri reddedecek, kendi görüşünü savunacaktır. Şu aşamalardan geçerek. a) farklı görüşleri yanlış ve yetersiz bulacaktır; b) karşı tez ve yorumları hatırlayacak, bulacak veya oluşturacaktır; tezlerimde çelişkiler ve eksiklikler bulacaktır; verilerini kabul etse bile bunların önemini farklı değerlendirecektir; bu görüşlerde abartılar, aşırılıklar bulacak, giderek kötü niyet bile bulacaktır; son aşamada ise farklı görüşlerin kaynağını bir sıfatla karalayıp konuyu sonlandıracaktır. (Ötekileştirici sıfatları veya yakıştırılan “tabelaları” yazmıyorum; çünkü hep gerilime neden oluyorlar!)

5. Ama bu yazılar okurlara bu konuda pek çok ve farklı görüşlerin ve yaklaşımların olduğunu da bildirecektir. Belki en büyük yararları bu olacaktır.

Bu yazının başlığına açıklık getirerek bu yazıya son vereyim. “Türkiye neden gelişmedi?”, yanlış bir sorudur. Çünkü hemen hemen bütün dünya ülkeleri gibi Türkiye de gelişti; hem de pek çok alanda. Ama bazı ülkeler daha hızlı geliştiği için “geri kalmış” sayılıyor. Sorunu anlamak için Türkiye’den çok, o hızlı gelişen ülkelere bakmak gerek. Onları anlarsak, onlara “göre” neden geri kalınmış olduğu, nedenleriyle birlikte, daha iyi anlaşılabilir herhalde. Çözüm ise, varsa, ondan sonra gelecek.

----

[1] Göle, Nilüfer. “Batı-dışı Modernlik: Kavram Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık, Uygur Kocabaşoğlu (Edit) adlı yapıtta, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 56-67.

[2] Bora, Tanıl. “Milliyetçi, Muhafazakâr ve İslami Düşünüşte Negatif Batı imgesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık, Uygur Kocabaşoğlu (Edit) adlı yapıtta, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 251-268.

[3] Malum, her şey tersiyle birlikte söylenmiştir: Geri kaldık çünkü dinden çıktık veya çünkü yobaz olduk; batılı düşmanlar yüzünden veya yeterince batılı olmadığımız için; içimizdeki ötekiler yüzünden veya ötekileri dışladığımız için; çağ dışı geleneklerimiz yüzünden veya özümüzden uzaklaştığımız için; laiklikten uzaklaştığımız için veya laiklik adına halktan koptuğumuz için; devrimlere ihanet ettiğimiz için veya sözde devrim adına gerçeklikten koptuğumuz için; demokratik olmadığımız için veya  demokrasi adına gerici güçlere fırsat verdiğimiz için; savaşlarda yenildiğimiz için veya gereksiz savaşlar başlattığımız için; ekonomide üretken olamadığımız için veya emperyalistler bizi sömürdüğü için, vb.  

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER