Tersine dönen modernleşme
KENTAçıkça söylemek gerekirse demokratikleşmenin karşısındaki en büyük engeller yalnızca siyasal tercihler değil, bu kamu iradesini, erkini şekillendiren ve kullanan bu sınıfların elde ettikleri imtiyazları koruma uğraşları.
Karşımızdaki afet, müsilaj, kırım v.b. olunca fark ediyormuş gibi yapan, tanıklıkları, deneyim birikimlerini, hafızasını silmeye çalışan, arkasındaki işleyişi gizleyen, oligarşik sistemin oluşmasına böyle katkıda bulunan, felaketlerden, sorunlardan beslenen bir şehirleşme politikası var.
Geçen sene Mayıs ayında şunları yazmıştım:
“Eşsiz Adalar manzarası… Güzellikleriyle, tarihiyle, doğasıyla karşınızda…"
Durup dururken -ve neden- ısrarla bunu söyleyip duruyorlar diye kendime sorduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Doğrusunu söylemek gerekirse reklamlarda dikkatimizin neden Adalar’a çekildiğini pek anlayamamıştım. Kendime soruyordum: Ne var ki şu "Adalar manzarası"nda?
Meğersem bu iş sihirbazın numarası gibiymiş: "Karşıya bakın, karşıya... Adalar'a… Ama sakın buraya bakmayın! Ne zaman ki Adalar manzarasının değerli olduğunu duyduk, anlamalıydık ki şehir bir kere daha soyulacak.”
Çok şık adları, PR şirketleri, paragöz mimarları, baştan çıkarıcı sloganları ve doymak bilmeyen spekülatörleri eşliğinde şehir bir kere daha yağmalanacak. Şehrin yoksul mahalleleri daha da yoksullaşacak...
Soruyordum kendime: Şimdi anladın mı “Adalar manzarası”nın ne kadar değerli olduğunu? Öyle az buz bir yağma değil. Bağdat Caddesi’nde yıkılıp yeniden yapılan bir apartman birkaç yüz metre fazlası ile yeniden yapılabiliyor. Oysa burada plan tadilatları ile şehrin geçmişte birkaç katlı yapıların ya da bostanların bulunduğu bu bölgesinde elde edilen yapılaşma miktarları dudak uçuklatıcı…”
Bir taraftan şehrin depreme dayanıklı ve kaliteli yapı stoğu yok edilirken diğer tarafta İstanbulluların yaşam haklarını tehdit altına sokan bu yapıların dönüşümü için kaynak bulunamazken, kamu arazilerine, tarlalara, bostanlara muazzam bir haksız gelir transferi yaratan, eşitsizlikleri artıran gökdelenler dikildi.
İstanbul haksız kazançların biriktirildiği bir malzeme deposunu andırıyor.
Ancak bu karşımızdaki manzarayı “politikacıların –ya da halkın- rant hırsı” olarak okumak yanıltıcı. Asıl mesele inkar edilen sınıfsal çelişkilerin eşitsizlik üreten mekan pratikleriyle dengelenmeye çalışılması.
Bu yüzden bana kalırsa karşımızdaki manzarayı sermayesizleri ve sermaye sahiplerini de aynı hayatta kalma stratejilerine bağlayan “sembolik şiddetin semptomları” olarak okumak mümkün.
Bir önceki yazımda söylediğim gibi bu yapıların hiçbiri kaçak değil. Hepsi imar planlarına göre ve projelendirilerek inşa edilmiş.
Bu dönüşümü, karşımızdaki manzarayı yalnızca kendi perspektiflerinden -ve neden sonuç ilişkileriyle- kırlardan kentlere göçlerin artmasıyla açıklamaya çalışanlar var.
Şehirleşmenin, göçlerin yarattığı nüfus baskısının elbette ki dikkate alınması gerekli. Ama nasıl?
Kapitalist gerçekçilik politikaların arkasındaki işleyişleri gizleme işlevi görüyor.
Kapitalist gerçekçilik, günümüzün en tehlikeli kavramı.
Neden derseniz, yalnızca eşitsizlikleri, işaretsizleştirici sembolik pratiklerin arkasındaki şiddeti, “sınıfsal perspektifi” gizlemekle kalmıyor. Aynı zamanda alternatifleri de felç etme işlevi görüyor. Felaketleri gösteriyormuş gibi yapıyor. Felaketlerden, deprem sonrası insanların yaşadıkları travmalardan besleniyor.
Karşımızdaki afet, müsilaj, kırım v.b. olunca fark ediyormuş gibi yapan, tanıklıkları, deneyim birikimlerini, hafızasını silmeye çalışan, arkasındaki işleyişi gizleyen, oligarşik sistemin oluşmasına böyle katkıda bulunan, felaketlerden, sorunlardan beslenen bir şehirleşme politikası var.
Bu şehirleşme politikası yereli askıya alarak, şehirlileri kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olmalarını engelliyor, donanımsız bırakıyor.
Bu nedenle yaşanan bütün sorunlara, krizlere, felaketlere rağmen şehirler bu nesneleştirici planlama teknikleriyle bir türlü düzenlenemiyor. Buna karşılık erkle bütünleşen, sekülerleşmeyen temsil pratikleriyle oligarşik ilişkiler kurumsallaşıyor. Şehirler, yerleşim alanları seksiyonlaşmış kamu zekasının eseri olan, şiddet üreten imar planlarıyla hiçbir zaman düzenlenemiyor ama onların travmatik şiddetine sürekli maruz kalınıyor.
Dolayısı ile yereli askıya alan imar planlama yöntemleri yaşanan bütün sorunlara rağmen geçen yazımda söz ettiğim gibi modernleşmenin başındaki hayallerin, tasarlama ideallerinin yok oluşlarına değil, tam tersine sembolik var oluşlarına ve merkeziyetçiliğin sembolik şiddetinin yeniden üretimine işaret ediyor.
Böylece yalnızca şehirlerin değil, ülkenin politik hayatının biçimlenişinde “maddi” bir rol oynuyor. Şehirler temsil edilebilir şeylermiş gibi düşünen, planlamayı, geçmişten günümüze kalan değerleri koruma uğraşlarını sanki toplulukların kendilerine eziyet etmek için uydurulmuş kurallar gibi algılamasına yol açan ve sorunlardan beslenen imtiyazlı zümreler ortaya çıkıyor. Planlama, koruma gibi tercihler iktidarlar aracılığıyla uygulanması beklenen pratikler gibi ya da daha açık söylersem tepeden inmeci seçkinlerin kendi kamu yararı kavramlarının temsilleri gibi algılanıyor.
Açıkça söylemek gerekirse demokratikleşmenin karşısındaki en büyük engeller yalnızca siyasal tercihler değil, bu kamu iradesini, erkini şekillendiren ve kullanan bu sınıfların elde ettikleri imtiyazları koruma uğraşları.
Nesneleştirici ve ayrışmış teknokratik işlevlerle tanımlayan bürokratik imar planlama yöntemleri kamu alanlarını, müşterekleri imtiyazlı piyasa güçleri tarafından yağmalanmaya hazır bir boşluk haline getiriyor.
Böylece bürokratik, seksiyonlaşmış bir kamu zekasını yeniden üreten imar planları karşıtını, popülist politikaları motive ediyor. Böylece “sınıf perspektifi” buharlaşıyor.
Oysa dünyadaki alternatiflere baktığımızda, hukuk toplumlarında sol politikaların, sekülerleşmiş aydınların farklı yöntemler izledikleri, deneyimler geliştirdikleri görülüyor. Barthes’ın da bir örneğini sergilediği gibi “sınıf perspektifi”ne, temsillerin sorunsallaştırılmasına dayanan entelektüel uğraşlar, sol politikalar şiddetsizleştirilmiş temsil pratiklerinde, şehircilik deneyimlerinde tayin edici bir rol oynuyorlar.
Modern demokrasilerde 19. yüzyıldan yakın tarihlere kadar daha çok iktidarla bütünleşik ve insan topluluklarının yerleşim alanlarını tasarlayıcı bir işlev görmesi beklenen sembolik sınıflar erkten ayrıştılar, sekülerleştiler.
Modern kamu yönetimi fikri, kamusal alandaki kararların başkaları adına alındığını ortaya koyan uzmanlık pratikleri ve mesleki-akademik-kurumsal mekanizmalar ile geliştirildi. Bu şehircilik deneyimleri akademik alandaki en dirençli eleştirel çalışmaları oluşturdu, kapitalist modernleşmeyi kamuoyunu güçlendirerek kuşattı. Politik gözükmeyen yerel hareketler, politikalar dahi eşitsizlikleri engelleyecek demokratik yöntemleri, kuralları kullanmak zorunda kaldılar.
Roland Barthes temsillerin hayatın yerine geçmelerini sorgulamıştı. Sınıf perspektifinden ben bunu anlıyorum. Yani şehirlerin, yaşam alanlarının nesneleştirilmesini. Bu sorgulama biçimi zannedersem hala -ve üstelik fazlasıyla- güncelliğini koruyor
Türkiye’de ne oldu?
Modernleşme tersine döndü.
Entelektüel alanda sekülerleşme hiçbir zaman gerçekleşmedi. İktidarların sembolik alanına sığındılar. “Çarpık şehirleşme” söylemiyle iktidara geldiklerinde şehirleri düzelteceklerini iddia etmekten ve kendilerine imtiyaz alanları yaratmaktan başka bir iş yapmadılar. Böylece şehirler, yerleşim alanları kamu imtiyazlarını kullanan seçkinlerin araçlarına dönüştü. Herkes daha fazla imar hakkı peşinde koşar ve siyaset üzerinde baskı yapar hale geldi. Bir taraftan planlama eşitsizlik üreten, yerelliklere yukarıdan bakan, yolsuzluklara neden olan, hile ve kurnazlıkları teşvik eden bir politik araç olarak kurumsallaştı.
Kölelik düzenlerinden kapitalist toplumlara, yani günümüze imgeleri temsillerle tanımlayarak, ayrıştırarak farklı bir gramere kavuşturan insan yerleşimlerine, mekana dair pratikler tek yönlü, temsil edilenlere edilgin bir faillik kavramını dayattı, müşterek alanlara, yapılara dair faaliyetler içinde. Bugün şehirler, yerleşim alanları, doğal ortamlar oligarşik yapıların manipüle ettikleri bir oyun alanı haline geldi.
Bunun en tipik göstergesi de fikir üretimini piyasalaştıran ihale sistemi. Plan, proje işlerinin de yatırımcılara veya müteahhitlere yaptırıldığı görülüyor. Ne kadar tuhaf değil mi? Plan ve projeler, araştırmalar, fikir ürünleri parayla ölçülerek ya da kiloyla tartılarak ihale ile yaptırılabilir mi?
Ama dahası da var: Bu kompleks işleyişin içinde dünyada örneği olmayan istisnai bir yöntemin de olduğu gözlemleniyor: Kamu ile kamu adına bilgi üreten kurumların protokol yapmaları. Bunun dünyada başka örneği yok. Hukuk toplumlarında yolsuzluk olarak sınıflandırılıyor.
Buna karşılık kamu-özel karışımı oligarşik ilişkiler -bu karşımızdaki manzaranın oluşumunda- süreklilik gösteriyor: Örneğin neredeyse şehir planları, bütün ulaşım projeleri, metro istasyonları, meydan düzenlemeleri, kentsel tasarım, peyzaj, restorasyon işleri...
Böylece kamu gücü, kaynakları, kariyer imkanları ile kişilerin imtiyazlarına dönüşebiliyor.Bunun en önemli göstergesi de oligarşik ilişkiler içinde seçkinlerin kamu imtiyazlarını, gücünü kullanarak kendilerini temsil eden sınıflara dönüşmeleri.
Barthes temsillerin hayatın yerine geçmelerini sorgulamıştı. Sınıf perspektifinden ben bunu anlıyorum. Yani şehirlerin, yaşam alanlarının nesneleştirilmesini.
Bu sorgulama biçimi zannedersem hala -ve üstelik fazlasıyla- güncelliğini koruyor: Şehirler, yaşam alanları yalnızca fiziksel çevreyi düzenleme amacı taşıyan imar planları ile hayatta kalabilir mi?
İlginizi Çekebilir