Tahakkümün iki yüzü: Doğa ve Kadın
SİYASETTahakkümün iki yüzü var: Biri doğaya, diğeri kadına dönük. İkisine de kıyılıyor, ikisi de karanlık bir zihniyetin himayesinde yok edilmek isteniyor.
Tahakkümün iki yüzü var: Biri doğaya, diğeri kadına dönük. İkisine de kıyılıyor, ikisi de karanlık bir zihniyetin himayesinde yok edilmek isteniyor.Ama ikisinin de karşısında tek bir güç yükseliyor: Yaşamın kendisi. Ve yaşam tahakkümü değil, direnişi büyütüyor.
Bir yaz akşamı esintisine bırakmıştım kendimi… Akşamın en güzel saatleriydi. Günlük serüvenini tamamlayan güneş, gözden kaybolduktan sonra gökyüzüne bıraktığı renklerle hayatın ne kadar eşsiz bir şölen olduğunu fısıldıyordu. Doğa, olup bitene aldırış etmeden, devam ediyordu döngüsüne. İnsan ona aykırı davranmakta ısrar etse bile, o her gün yeniden hatırlatıyordu akışındaki mucizeyi.
Gözümün önünde o akşamın renkleri vardı ama içimde başka bir hakikat çınlıyordu: Biz insanlar doğaya bakarken, çoğu zaman kendimize bakıyoruz. Onu nasıl gördüğümüz, aslında kendimizi nasıl kurduğumuzun da bir ifadesi. Ben o manzarada yalnızca bir gün batımı değil, aynı zamanda insanın yüzyıllardır süregelen tahakküm arzusunun gölgesini de görüyordum. İşte bu yüzden, doğa üzerine düşünmek bana hep kadın üzerine düşünmeyi de hatırlatıyor.
İnsanın aklı, doğayla uyum içinde yaşamaktan çok, onu tahakküm altına alma arzusuyla hareket etti. Doğa üzerinde kurduğu iktidarı, kendi gücünün ispatı sandı. Doğanın dengeleyen, besleyen, koruyan o sessiz gücünü, üzerinde tahakküm kuracağı bir savaş meydanına çevirdi. Ve ne gariptir, bu tahakküm arzusu hiç yabancı değildi. Yüzyıllardır kadınlara, doğdukları andan itibaren yöneltilen tahakkümün aynısıydı bu.
Kadın da, doğa da hep ‘‘denetlenmesi gereken’’ olarak kodlandı. Toprağın verimliliğiyle kadının doğurganlığı aynı kelimelerle ölçüldü. Toprak nasıl işlenir, sömürülür ve tüketilirse, kadın da toplumun çıkarına göre biçimlendirilmeye çalışıldı. Bir yanda ormanları kesen, nehirleri kurutan zihniyet; diğer yanda kadınları susturan, bedenlerini denetleyen zihniyet. Toprağı da kadını da mülkü kabul edip, üzerinde istediği gibi hüküm süreceğini düşünen zihniyet. Doğanın ve kadının gücünü, eşsizliğini kendi menfaatlerine göre tasarlayıp, kendi güçsüzlüğünü örtbas etmek isteyen zihniyet… Aynı kökten besleniyordu.
Bugün doğanın yağmalanması ile kadınların şiddete uğraması arasında görünmez değil, apaçık bağlar var. Çünkü mesele yalnızca ağaçlar ya da yalnızca kadınlar değil; mesele yaşamın ta kendisi. Kapitalizm ve patriyarka el ele vererek hem doğayı hem kadını metalaştırıyor. İkisini de birer kullanım alanına indiriyor. Nehri baraja, ormanı maden sahasına, kadını ise aile içindeki bir role sıkıştırıyor. Ve biz çoğu zaman bu gaspı ‘‘ilerleme’’, ‘‘kalkınma’’, ‘‘gelenek’’ adı altında meşrulaştırarak iktidarların ideolojik örtülerine inandırılıyoruz.
Başka türlü mümkün olur muydu kadının cinsel ilişkiyi reddetmesini ‘‘tahrik’’ sayıp, katile indirim veren hukuki kararlar? Ya da yalnızca erkeklerin ibadet için bulunduğu Cuma namazı hutbelerinde, kadının giyim tarzına müdahaleler ya da kadının miras hakkına itirazını ‘‘kul hakkı’’ sayan fetvalar?
Kaz Dağları’nda, Akbelen’de şirket çıkarları uğruna kesilen ormanlar…
İstanbul’un ekolojik dengesini yıkıma uğratma pahasına bir ‘‘rant projesi’’ olarak dayatılan Kanal İstanbul…
Betonlaşma, kıyıların doldurulması, endüstriyel tarım politikaları, zeytinliklerin yok edilmesi… ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz nice ihanetler.
Mümkün olur muydu kadın cinayetlerini ‘‘aile onuru’’na, doğa katliamlarını ‘‘milli çıkar’’a bağlayan bir zihniyet olmasaydı?
Bu yüzden mesele yalnızca kadın meselesi ya da çevre meselesi değildir; mesele yaşam hakkıdır. Çünkü doğanın direnişi ile kadının direnişi aynı yerde buluşur: Hayatı savunmakta.
Doğa da kadın da direniyor. Çünkü onların direnişi, aslında yaşamın kendi direnişi. Kadının ‘‘hayır’’ deme hakkı, doğanın ‘‘kendini yenileme’’ döngüsüyle aynı anlama geliyor: Varlığını savunmak, sınırını çizmek, hakikatini haykırmak. Fakat tahakküm, bu sınırları tanımıyor, doğayı da kadını da kendi çıkarı için sınırsızca tüketebileceğini sanıyor.
Bugün kadınların yaşam hakkı mücadelesiyle, doğa savunucularının nöbetleri arasında yalnızca sembolik değil, çok somut bağlar var. Akbelen’de nöbet tutan köylü kadın ile şiddete karşı yürüyen bir genç kadının çığlığı aynı yere dokunuyor: ‘‘Yaşamı savunuyoruz.’’ Çünkü yaşamı savunmak, yalnızca bir ekolojik bir mücadele ya da kadın hareketi değil, iktidarın en derin, en köklü tahakküm düzenine karşı çıkmaktır.
Devletin ve sermayenin dilinde milli çıkar ya da aile onuru gibi kavramlarla örülen perdeler,, aslında gerçeği gizlemiyor, tam tersine açığa çıkarıyor. Onların ‘‘çıkar’’ dedikleri, bizim yaşamımız pahasına kurulan bir tahakküm rejimi. Bu yüzden mesele bireysel özgürlüklerden ibaret değil, mesele kolektif bir hayatta kalma meselesidir. Kadının özgürlüğü de doğanın özgürlüğü de parçalanmaz bir bütündür.
Ve işte tam da burada asıl soru şudur: Biz bu tahakküm zincirini nereye kadar taşıyacağız?Ormanların susturulmasına, kadınların susturulmasına, nehirlerin kurutulmasına, bedenlerin kurutulmasına daha ne kadar izin vereceğiz?
Tahakkümün iki yüzü var: Biri doğaya, diğeri kadına dönük. İkisine de kıyılıyor, ikisi de karanlık bir zihniyetin himayesinde yok edilmek isteniyor.
Ama ikisinin de karşısında tek bir güç yükseliyor: Yaşamın kendisi.
Ve yaşam tahakkümü değil, direnişi büyütüyor.
İlginizi Çekebilir