Taç ve gövde
SİYASETTaç parıldar, ama gövde taşır. Taç karar verir, ama gövde hesap öder. Henry hep taçtı. Onun etrafındakiler gövdeydi. Cromwell gövdeydi. More gövdeydi. Hatta zaman zaman, halk bile sadece taşıyıcıydı.
Şimdi düşünüyorum da: Taç hâlâ parlıyor olabilir… Ama ya gövde? O hâlâ taşıyor mu, yoksa çoktan eğildi mi? Ve biz… Hâlâ başımızı mı koruyoruz, yoksa yalnızca birilerini taşımakla mı meşgulüz?
‘İktidarın gölgesi uzun olur; ama gövde, kimse eğilmeyince görünür.’
Tarih okumadım. Ama tarihten hiç uzak kalmadım. Lisedeyken Tarih Profesörü olma hayali kurardım. Olmadı, yaşam farklı haritalar çizmişti önüme. Yani Tarih okumak mümkün olmadı ama belki ama yıllar içinde kendi yöntemimle okudum onu—romanların içinden, kitaplardan, araştırmalardan, siyasetle yoğrulmuş karakterlerin gölgesinden. Herkesin unuttuğu yerden hatırlamayı seçtim. Okumaya başladığımda değil, sindirdiğimde yazdım.
Yıllar önce okumuş, sonra kitaplığımın bir köşesine koymuştum. Bugün yeniden elime değdiğinde, sanki usulca 'hadi yaz beni' dedi. Ne arıyordum bilmiyorum, ama bulduğum şey bir yazı fikri oldu. Öyle planlanmış değil, karşılaşılmış bir yazı gibi.
VIII. Henry… O hep oradaydı. Ne zaman iktidar üzerine düşünsem, onun gölgesi geçer aklımdan. Taç giyen başlardan değil, taç takmakla yetinmeyip tahtı da yasayı da dini de kendi suretine çevirenlerden. Bazen başlı başına bir sistemdir bazı insanlar. Henry de öyle.
Henry için söz, sadece iletişim değil, kontrol biçimiydi. Herkesin yeri, sesi ve susması baştan tayin edilmişti. Ne söylendiği kadar, neyin söylenmediği de kralın mührüyle biçimlenirdi.
İktidarın gölgesi uzundu. Taht odasından kilise kürsüsüne, pazar tezgâhından yargıç kürsüsüne kadar sızardı. Ama en çok da insanların iç sesine düşerdi. Gölge bazen korkuydu, bazen alışkanlık. Herkes, krala göre eğilirken gövdeler kaybolur, başlar parıldardı.
Oysa bir gövde eğilmediğinde, parlayan taç değil, taşıyan beden görünür olur. Ve bu yüzden Henry’nin sarayında en tehlikeli şey susmak değil, kendi sesiyle konuşmaktı. Çünkü iktidar, en çok kendine benzemez bir cümleden korkar. Bu yüzden onun sarayında söz söylemek cesaret değil, riskti.
Kararları kişisel değildi belki, ama her biri kişisel ihtirasla biçimlenmişti. Papa’nın hükmünü hiçe saymak, kiliseyi yeniden kurgulamak, sadakati baştan tanımlamak… Bunların hiçbiri bir düzenin kendiliğinden dönüşümü değildi.
Henry için yasa, karar verdikten sonra yazılırdı. Meşruluk, onun düşüncesine zamanında katılanların kazandığı bir lütuftu.
Sadakat ise duygusal bir bağlılık değil, bir sezgi biçimiydi. Kralın yönünü önceden hissedebilen kurtulur, tereddüt edenin başı giderdi.
Sarayda infaz, yalnızca ceza değil, hatırlatma işiydi. Kimsenin dokunulmaz olmadığını gösteren törensel bir mesaj.
Ve işte burada taç ve gövde meselesi çıkıyor karşımıza. Taç parıldar, ama gövde taşır. Taç karar verir, ama gövde hesap öder. Henry hep taçtı. Onun etrafındakiler gövdeydi. Cromwell gövdeydi. More gövdeydi. Hatta zaman zaman, halk bile sadece taşıyıcıydı.
Ama mesele Henry değil sadece. Onun etrafında kim varsa, aslında asıl anlatı onlardadır. Cromwell... Kendi sınıfının çok ötesinden gelip, kralın gövdesine dönüşmüş bir zihin. Elinde mührü yokken de kararları yazan adam. Daha çok susan, daha dikkatli konuşan, ama hep gövdeyi taşıyan.
Ve More… Sessizliği, sonuna kadar sürdüren. Ne deseydi yaşardı bilmiyoruz. Belki zaten yaşamadığı buydu. Henry, onunla mücadele etmedi. Onun sessizliğiyle başa çıkamadı. Çünkü bazı sessizlikler, söylenmiş en açık sözden daha çok yankılanır.
Henry’nin çevresinde dönüp duranlar arasında en az konuşanlar, en çok hatırlananlar. Belki de bu yüzden Mantel, Cromwell’i seçti. O, sarayın sesi değil, belleğiydi. İçeriden bilen, ama içini kimseye açmayan biri. Başına ne gelirse gelsin, kralın tekmilini değil, çağın nabzını tuttu.
Benim için bu yazı, bir hatırlama biçimi. Ne tarihsel bir iddia taşıyor ne de bir tez savunuyor. Yalnızca bir kitapla, bir dönemle ve bir kelimeyle karşılaşmanın sonucu. Belki de yalnızca kendi çağımı başka birinin aynasında izlemeye çalıştım. Bazen bir yazı planlanmaz. Gelir. Kalır.
Tudorları anlamak, sadece geçmişi kurcalamak değil. Taç kimin başında olursa olsun, gövdeye ne olduğu meselesidir bu. Çünkü iktidar, kimi zaman başta değil, başı taşıyanda gizlidir.
Kitaplığımın bir köşesinde durmuş yıllarca. Bugün elime değdi. O da bana bir yazı bıraktı.
Henry hep böyleydi. Yanında duranları parlatır, gözden düşenleri bir kararla silerdi. Cromwell, onun için yasayı taşıyan akıldı, ama gerektiğinde onun da başını almaktan çekinmedi. Anne Boleyn,bir krallığın yönünü değiştiren kadındı; sonra bir sabah boynu vurulan bir tehdide dönüştü. Thomas More, sessizliğiyle rahatsız etti. Konuşsa belki affedilecekti kimbilir. Henry anlaşılması zor bir kraldı. Susunca, krala değil Tanrı’ya sadık kalmayı seçmiş oldu. Ve Henry, Tanrı’ya rakip olmayı göze almış biriydi.
Onun sarayında kalıcı olan tek şey değişimdi. Sadakat, günübirlik bir bağ; yasa, kararın ardından yazılan bir gerekçeydi.
"Kralın yanında durmak başka, onun yerine düşünmek bambaşka bir şeydir," diyordu WolfHall’da Cromwell. Oysa Henry, düşünülmesini değil, hatırlanmasını isterdi.
Şimdi düşünüyorum da: Taç hâlâ parlıyor olabilir… Ama ya gövde? O hâlâ taşıyor mu, yoksa çoktan eğildi mi? Ve biz… Hâlâ başımızı mı koruyoruz, yoksa yalnızca birilerini taşımakla mı meşgulüz?
İlginizi Çekebilir