© Yeni Arayış

Sömürgeleştirici olmayan ilişki biçimlerini öğrenmek

Ulaşım, imar, kentsel dönüşüm, kültürel ve doğal mirası koruma, güvenlik… gibi müşterek alanlarla ilgili kavramların ne kadar görünmez ön kabuller içerdiklerinin, nasıl imal edildiklerinin kimi zaman farkında bile olmuyoruz.  Bu kavramlarla yaşam alanlarına müdahaleler yapılırken, topluluklar nesneleştirilmiş, işaretsizleştirilmiş olabiliyorlar. Bu kavramlar bu el koyma sürecini haklı çıkarmak için kullanılabiliyor. İnsan olanların ve olmayanların yaşam alanlarına yapılan müdahaleler haklılaştırılıyor.

Belki biliyorsunuzdur, Adalar’da faytonlar kaldırıldıktan sonra toplu taşıma araçları çalıştırılmaya başlandı. Atlarla ilgili tartışmalardan sonra bu sefer de kedilerin, kirpilerin, köpeklerin, salyangozların… yaşam hakları tartışılmaya başlandı. Kimileri “toplu taşıma bir ihtiyaç” diyerek bu uygulamayı savunuyor. Kimileri de ulaşımın tek boyutlu bir konu olmadığını, çok yönlü ele alınması gerektiğini söylüyor. Tıpkı geçmişte faytonların kaldırılması gibi motorlu araçların kullanımı da insan olanların ve olmayanların hakları açısından üzerinde çalışılması gereken bir konu. Bu tartışmalara bir katkı olarak çocukluğumun geçtiği iki semtten örnek vermek istiyorum.

Gözlerimi dünyaya Koşuyolu denen semtte açtım.

Koşuyolu denen yer, Haydarpaşa Garı’nın arkasında, geçmişte deniz kıyısına yakın olduğunu tahmin ettiğim İbrahim Ağa denilen ve antik bir yerleşmenin kurulduğu bir semtten uzaktaki tepeye, Bağlarbaşı’na kadar uzanan bir yolun çevresiydi. Bu bölge geçmişte atlı yolculukların yapıldığı, pırıl pırıl suların aktığı, kuşların sesleriyle uyanılan, her köşesi meyva ağaçları, bostanlarla dolu, cennet gibi bir yerdi. 

1950’lerden sonra bu semtin ortasından E-5 otoyolu geçmişti. 

Şehrin bu yakasındaki tarihi patikalar ve yollar otoyolların ve köprülerin olmadığı bir düzene göre, kıyıya dik bir biçimde şekillenmişti. E-5 ise sanki bunları “bir bıçakla keser gibi” enlemesine kesmişti. 

E-5 İstanbulluların yaşamına giren ilk otoyoldu. Kimi yerlerde derin yarıklar açılmış, eski yollar tepelerde uçları kopuk halde kalmıştı. Semtliler bu derin yarıkların kenarlarından yokuşları inerek ya da çıkarak yol seviyesine inip karşıya geçmeye çalışıyorlardı. 

Bölgede yaşayan insanlar kendi alıştıkları düzeni dikine kesen bu otoyolun ne olduğunu anlayamamışlardı. Yerle ilgili alışkanlıkları oluşturan hafızalarına göre karşıya geçmeye çalışırken sıklıkla eziliyor, sıklıkla bu vahşi otoyolun kurbanı oluyorlardı. Çünkü onların yaşam alışkanlıklarında otoyol diye bir kavram yoktu. Başlangıçta ne yaya geçitleri, ne de köprüleri yapılmıştı. Ayrıca bu ilkel (bilmiyorum olmayanı nasıl olur) otoyolda doğal olarak ne bir yaya geçidi, ne bir trafik lambası bulunuyordu. Bunları da o zamanın yöneticilerinin pek önemsediğini zannetmiyorum. 

Bu otoyol yüzünden hunharca telef olan çocuklar, yetişkinler, yaşlılar herhalde ulaşımın katlanılması gereken bir maliyeti olarak görülüyordu.

Bu geçitlerde neredeyse her gün birilerinin ezilmiş olduklarını görüyorduk. 

Kimi zaman da küçücük arkadaşlarımın. Bir keresinde komşumuz olan, birlikte oyun oynadığım yakın bir arkadaşımın kafatası ve beyin parçalarını asfaltın üzerinde gördüm. Koşarak eve doğru gitmeye çalışan oyun arkadaşımın asfaltın üzerindeki izleri, kalıntıları hala zihnimde. 

Ezilenler yalnızca kurbağalar değildi

İlkokula gittiğimde Kalamış’a taşınmıştık. Fenerbahçe, Caddebostan gibi semtlerde yollar asfaltlandığında motorlu araçlar daha fazla sürat yapmaya başladılar. Sonra ara sokaklar da bunlara dahil oldu. 

Asfalt kaplanınca sokaklar bir anda -kağıt gibi- ezilmiş kurbağalarla doldu. Ölü kurbağalar tıpkı yollara düşen sonbahar yaprakları gibiydi. Kısa bir süre sonra da semtte kurbağa sesleri tamamen kesildi. 

Ancak ezilenler yalnızca kurbağalar değildi. Kediler, kirpiler, köpekler de...

Bunlar zannedersem herkes için olağan şeylerdi. Daha hızlı gitmek için yolların asfaltlanması, parke taşlarının örtülmesinden yanaydı, herkes.

Hatta deniz kenarının doldurulup, asfaltlanmasını isteyenler bile vardı.

Oysa granit parke taşı döşemeler sınırsız ömre sahipti. Sık sık gerçekleşen yol kazıları için en uygun malzemelerdi, geri kazanılabiliyordu. aynı zamanda Araçların sürat yapılmasını engelliyordu. Yağmur sularını geçiriyordu. 

Ötekilerin yaşam alanlarına el koyma biçimleri 

O zamanlar, yani 70’li yıllar olmalı, kulak misafiri olduğum kadarıyla aynı anda, yani bu asfaltlama bu canlıların hayatlarına mal olurken, müteahhitler de kendi aralarında rüşvet havuzu oluşturmak için para topluyorlardı, imar oranlarını artırmak için. 

Sonra semtteki Rumların yok olduklarını fark ettim. Sonradan çevremizdeki zenginlerin, seçkinlerin onların mallarına el koyanlar olduklarını, hatta bu amaçla devletin derin güçleriyle işbirliği yapan bir çete oluşturduklarını… Bu el koyma biçimi ile imara açılma işlerinin bağlantılı olduklarını da öğrendim. 

Anladığım kadarıyla o zaman imar planlarını bakanlık (Bayındırlık Bakanlığı) hazırlıyordu. Belediye ise asfalt, çöp toplama işlerini yapıyordu.

Sonra deniz kıyıları dolduruldu ve kıyılarda kuluçka alanı oluşturan canlıların imhasına sıra geldi. Bu sırada kanalizasyonlara da zehirli toksik atıklar, temizlik malzemeleri karışmaya başladı. Denizdeki canlılara ne oluyor, karadakiler nasılsa kimsenin umurunda değildi. Uzun süre direndiğimiz hatırlıyorum, eve deterjan sokmuyorduk. Sabunları rendelemek de benim işimdi. 

İlkokula başladığımda taşındığımız Kalamış’taki kirpiler ya da kurbağalar da işte bana bunları hatırlatıyordu. Sonra yakınlarımın, tanıdıklarımın da yok olduklarına tanık oldum. Önce anne ve babamın en yakın arkadaşları. Neredeyse bir aile gibiydik. Biz onları evlerinde beklerken karşıya geçerken bir otobüsün altında kalmışlar. Sonra onların çocukları bizimkilere misafirliğe geldiklerinde bu sefer de kendi anne ve babamın.

Bu yüzden ezilmiş hayvanların asfalt üzerindeki görüntülerinin yıllarca anlayamadığım bir his, hiçbir zaman dile getirmediğim bir korku yarattıklarını söyleyebilirim, belleğime kazınan bu görüntülerin.

Sömürgeleştirici olmayan ilişki biçimlerini öğrenmek

Ulaşım, imar, kentsel dönüşüm, kültürel ve doğal mirası koruma, güvenlik… gibi müşterek alanlarla ilgili kavramların ne kadar görünmez ön kabuller içerdiklerinin, nasıl imal edildiklerinin kimi zaman farkında bile olmuyoruz. 

Arkalarındaki bagajlar, eylemsellikler, işleyişler çoğu zaman görülmüyor.Görülmemesinin nedeni de bunların çoğu zaman arkalarında gizlenmiş güç alanları, kamu-özel karışımı güç ilişkileri. Gerçekleri gösteriyormuş gibi yaparken şiddeti gizleyebiliyorlar. 

Bunlar kimilerinin hayatlarını kırılgan hale getirebilen, yaşamlarını alt üst eden, kimilerine güç veren, şiddet üretebilen kavramlar. 

Bu kavramlarla yaşam alanlarına müdahaleler yapılırken, topluluklar nesneleştirilmiş, işaretsizleştirilmiş olabiliyorlar. Bu kavramlar bu el koyma sürecini haklı çıkarmak için kullanılabiliyor. İnsan olanların ve olmayanların yaşam alanlarına yapılan müdahaleler haklılaştırılıyor.

Aynı zamanda müştereklerle ilgili olmalarına karşılık kişilerin hafızalarında farklı yerleri, anlamları olabiliyor.  

Oysa kavramlar bilmeyi koşullandıran, yani istediklerini gösteren, istemediklerini göstermeyen anlamlandırma biçimleri. Bu nedenle bilgi iki yönlü de kullanılabilir: Yaşam alanlarını sömürgeleştirmek için ya da temsil edilmeyenlerin dışarıda kaldıklarını hatırlamak -ve sömürgeleştirici olmayan- şiddetsiz ilişki biçimlerini öğrenmek için.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER