© Yeni Arayış

Sol dönüşüm ve kültür

Kültür ve sol kuram birbirinden ayrılamaz. İkisi birbirini bütünler ve bir sarmaldır. Sol, daha önceki dönemlerde saray kültürünü feodaliteye ait saymak hatasına düştü ve o dönemin asıl kültürü olan halk kültürüne saplandı.

Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman solun dönümünü ve kültürün önemini tartıştığı yazsında; “Solun geleceği kendisini yeniden düşünmesindedir ama ondan önceki hamle mutlaka kültür üstünde düşünmektir. Soldan kültüre gelinmesi bambaşka sorunlar doğurabilir ama kültürden sola gitmek gerçekçi ve doğal bir güzergahı takip etmektir. Sınıf ve ekonomi temeline oturması gereken solun en önemli seçeneği budur. Çünkü kültür öncelikle toplumsaldır ve Türkiye’de siyasal dönüşümün zorunlu adımı da toplumsal kültürün yeni bileşenlerini kavramakla mümkündür”  tespitini yapıyor

I

1970’lerin Türkiye’sinde sol düşünce tartışılırken kültür kavramı veya konuları o irdelemelerin ayrılmaz parçası idi. Bugün ne solu tartışıyoruz ne de kültürü. Haddinden fazla sertleşmiş politik uygulamalar içinde/altında demokrasiyi konuşmaya çalışıyoruz. Fazla bir yol alamıyoruz. Çünkü solu ve kültürü konuşmuyoruz. Bu sözlerim bir siyaset bilim hocasının ve kuramcısının fantezileri olarak görülebilir. Görülmelidir. Çünkü siyaset bilim kuramcıları bu türden fantezilerle meşgul olur. Gerçek daima fantezisinin içindedir.

İçinde yaşadığımız günde kültür ve sol ele alınıp irdelenmediği için AKP de kendi kısır döngüsünü aşamıyor. Kendi entelektüellerini yaratamamasının çıkmazı bir yana, muhafazakâr kültür kavramını temellendirememesi, içini dolduramaması, onu evrensel kültürün unsurlarıyla bütünleştirememesi bu partinin de demokrasi konusunda önünü tıkıyor. Demokrasi muhakkak ki, bir kültür üretir. Ama kültürel zenginliğin kendisi demokrasi demektir. Kültürün öncelikle irdelenmediği hiçbir platformda demokrasi gelişemez. Bunu bize sosyal tarih öğretiyor.

Öte yanda çok zor ve dar zamanlardan geçen bir CHP var. Sol ve kültür konusu gündeme geldiğinde elbette ki asıl ve öncelikli muhatap CHP’dir. Fakat CHP, sol olduğunu artık hatırlamayan bir parti olarak galiba kendi kökleriyle her zamankinden daha fazla bütünleşti. Her şeye rağmen CHP’nin sadece mevcudiyeti değil, onun fersah fersah ötesine geçmesi gereken fiiliyatı Türkiye’nin bugün karşılaştığı demokrasi sorunlarını aşmak için Türkiye’nin elindeki tek şanstır.

Kapalı toplum sosyolojisinin bize öğrettiklerine göre AKP’nin (veya iktidarda 25 yıl kalmış herhangi bir partinin, kişinin, örgütün) kendisini kendisi olarak yani kendi kendisine dönüştürmesi olanaksızdır. Konformizmi yaşayan bir öznenin ancak antitezi dönüşme kapı aralayabilir. Bu nedenle CHP’nin iyileşmesi için daha fazla eleştirilmesi, daha fazla zorlanması gerekir. Evet, demokratik ilerleme iktidar eleştirilerek yapılmaz. O zaten iktidardır ve icra içindedir. Eleştirilmesi doğaldır ve kendiliğindendir. Asıl eleştiri, kerameti kendisinden menkul bazı çevrelerin ve kişilerin Türkiye’de çok safiyane bir şekilde yıllardır söylediğinin tersine, muhalefet dönük olmalıdır. ‘Bu şartlarda CHP mi eleştirilmelidir’ diyenler zımnen mevcut koşulların devamından yana olanlardır. CHP tam da bunca sorunla karşı karşıyayken eleştirilmelidir. Aksi takdirde dönüşümün kapısı sıkı sıkıya kapatılır. CHP dönüşmezse statik durum devam eder, Aristocu kinetik asla ortaya çıkamaz.

CHP, nasıl tarif edeceğimizi artık yeterince bilemediğimiz bir parti olsa bile, en belirgin vasfıyla burjuva liberal demokratik değerlerini savunuyor. Bu tutumuyla çok önemli bir yeri var siyasal yaşamda. Ama 1957 tarihli İlk Hedefler Beyannamesi de o kadarını dile getiriyordu. Sonra 1965-1975 arasının Orta Sol CHP’si var. 1975-80 arasının Demokratik Sol CHP’si var. 1980’le birlikte kesintiye uğrayan, sonra 1983-1993 arasında SHP’de devam eden o sol tartışmanın bugün CHP’de yer aldığı veya CHP’nin o sol çizgiden daha ileri bir pozisyonu tuttuğu söylenebilir mi? O türden bir iddia sadece deli saçması olarak söyleyeni güç duruma düşürür.

Bu koşullarda CHP gerçekten de kurucu değerleriyle ve onların özeti sayılabilecek birkaç kavramla bütünleşmiş durumda. O kavramlar Batılılaşama veya Batılı değerler ile laikliktir. Kısacası, CHP sosyal modernleşmenin temel ilkelerini savunuyor. ‘Batı tarzı’ liberal burjuva demokrasisinin içerdiği kural ve ilkelerin Türkiye’de de mevcut olmasını istiyor. Bunlar önemli koşullardır. Kadınların oy hakkı ve yaşama katılma ilkesi, kadınların şiddetten uzak kalması, kız çocuklarının okuma hakkı türünden ilkeler fanatik olmayan herkesin benimsemesi gerek bir dizi koşuldur ve CHP bu çerçeveyi savunuyor. Ama bunların sınıfsal ve ekonomik sol bir anlayışı temellendirmeye yetmez.

CHP’nin hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı gibi konuları sahiplendiğinden de kimse kuşku duymuyor. Ama, dediğim gibi, İlk Hedefler Beyannamesi de savunuyordu onları. Herhangi bir liberal parti de gelir onları savunur. Hatta liberalizm son kertede mülkiyetle ilgili bir ideoloji olduğundan hukuk konusunu çok daha güçlü şekilde benimser ve ödünsüz şekilde temellendirir. İngiltere ve Amerika örneği ortadadır. Churchill, ‘demokrasi Anglosaksonların yönetim biçimidir’ derken aslında o kültürün liberalizmle ilişkisini vurgulamaktaydı. Anglosakson kültürü demokrasiden liberalizme değil, liberalizmden demokrasiye geçmiştir, hukukla arasındaki kopmaz bağı da bu denklem sağlamıştır. Kaldı ki, bu kurallarla da aklı başında kimsenin herhangi bir zoru yok. Ayyrıca hatırlatayım, 1912’de yapılan ve ‘sopalı seçim’ diye anılan seçimlerde de bu kurallar savunuluyordu, her ne kadar İttihat ve Terakki onları dinlemediyse de. Veya 1946 seçimlerinde DP aynı koşulları üstelik CHP’ye karşı savundu. Kısacası liberal burjuva demokrasisinin kuralları, ilkelerini savunarak bir parti solda yer almaz. Öyle düşünenler siyaset teorisini bilmeyenlerdir.

Son üç yıldır bunca sıkı uygulamalara rağmen ekonomideki krizin sürmesi onun kriz değil başka bir şey olduğu anlamına gelir ki, çok büyük ölçüde bu sorun Türkiye’deki sermaye birikimiyle birlikte düşünülmelidir. Kapitalizmin başlıca meselesi sermayedir. Aksi takdirde Marx kitabına Kapital değil mesela Emek adını verirdi.

II

Sadece sosyo-ekonomik bazı iddialar CHP’yi mevcut çizgisinden ayırıp kendisine özgü bir pozisyona taşıyabilir. Baştan söylemek gerekirse, o sol pozisyona CHP şimdi telaffuz etmekten doğru şekilde korkup kaçındığı Devletçilikle de erişemez. Devletçilik CHP’yi veya onu savunan kesimi liberal demokrasiden daha geride bir noktaya saplar. Bu tartışma Türkiye’de de 1930’larda Ahmet Ağaoğlu ile Şevket Süreyya arasında yaşanmıştır. Ancak gelirin yeniden dağılımıyla ilgili önermelerde bulunarak, gelir eşitliğini savunarak CHP bugünkü tıkanıklığını giderebilir. Hiçbir kuvvet siyasette sosyo-ekonomik tezleri savunmak kadar ayrıştırıcı değildir ve o tezler kadar hiçbir iddia yeni toplumsal kitleleri bir parti tabanına çekemez. Çünkü gerçek siyaset sınıfsaldır.

Türkiye’de ekonomik kalkınma ve büyüme (EKB) 1950 sonrasında sağ partilerin ‘alamet-i farika’sı oldu. Demokrat Parti bu konuda öncüdür. EKB o kadar güçlü ve dönüştürücü bir süreçtir ki, DP onun aracılığıyla hem taşra burjuvazisini hem büyük kent burjuvalarını hem de küçük köylülüğü bir arada kazandı. Üstelik bilinçli bir servet transferi çabası da yoktu. Servet kuşkusuz el değiştirdi ve yeni bir tabaka ortaya çıktı ama gelir dağılımında ve alım gücünde dramatik bir bozulma ancak iktidar ekonomiyi büyüme hırsı içinde kontrol edemediğinde, 1957 sonrasında yaşandı. Yerine gelen AP ise aynı yolu çok daha büyük bir dikkatle izledi. Menderes’in sonundan büyük dersler çıkarmış genç Demirel enflasyonu azdırmamak için azami gayreti bütçe disiplini uygulayarak gösterdi ve aynı şekilde üç çevreyi de yanında tutmayı, daha büyük bir güçle onlarla bütünleşmeyi başardı.

Şimdi ise olağan üstü derecede bozulmuş bir gelir dağılımı, çok şiddetle el değiştiren bir sermaye birikimi ve nihayet çok ciddi şekilde alım gücünü yitirmiş, kaybolmuş bir orta sınıfla karşı karşıyayız. Bundan sonra dünyada da ‘Amerikan rüyası’nın bir uzantısı veya yansıması anlamına gelen bir orta sınıf olacak mıdır, şüpheliyim ama Türkiye’nin özgül durumu daha da vahim bir tablo ortaya koyuyor. Çünkü, Türkiye’deki orta sınıf Amerika’da olduğu gibi devlete en az dayanan değil, tam tersine devlete en çok yaslanan, ondan en fazla yararlanan sınıftır ve devletin şimdi o sınıfı taşıyacak gücü bulunmuyor, kalmadı. Dolayısıyla orta sınıflar Türkiye’de mavi yakalılar olarak tarihin en ağır çöküntüsünü yaşarken beyaz yakalılar açısından da Türkiye muazzam bir insan gücü kaybıyla yüz yüze kalmış bulunuyor. Genç işsizliğine, küçük köylülüğün eriyip büyük kentlerde niteliksiz işgücüne dönüşmesine, kişi başına düşen gelirdeki azalmaya hiç değinmiyorum bile.

Türkiye’de ekonomi çok keskin ve ani şekilde çöktü. Türk ekonomisinin en önemli özelliği budur, çok keskin çöküşlerdir. Kaldı ki, kapitalizmin en temel niteliğini de yine krizler meydana getiriyor. Dünyanın en gelişmiş kuramlarının, en ileri matematik modellemelerinin ve en yetenekli insanlarının yer aldığı ekonomi dünyasının krizleri önleyememesi bir beceriksizliğe tekabül etmez. Krizlerin kapitalizmin yapısal unsurları olduğu anlamına gelir. Tıpkı hava almak için kendisini yakan ormanlar gibi.

Türkiye’deki ekonomik krizler, doğru yöntemler uygulanırsa aynı hızlı cevap üretir. Son üç yıldır bunca sıkı uygulamalara rağmen ekonomideki krizin sürmesi onun kriz değil başka bir şey olduğu anlamına gelir ki, çok büyük ölçüde bu sorun Türkiye’deki sermaye birikimiyle birlikte düşünülmelidir. Kapitalizmin başlıca meselesi sermayedir. Aksi takdirde Marx kitabına Kapital değil mesela Emek adını verirdi. (Marx o yapıtıyla kapitalizmin en büyük düşünürü, en önemli akıl hocasıdır. Şimdi çok sükse yapan Pikkety’yi okumak bu iddiayı kavramak için yeterlidir.)

CHP, 1960’ların ortasından başlayarak belirttiğim tarzda, türde bir dönüşümü yaşadı. Bülent Ecevit ortanın solu görüşünü üstlenip meydanlara çıktığında ona akıl verenler, ‘ata soldan binilir’ veya ‘kalbimiz de soldadır’ demesini öneriyorlardı. Ecevit gerçeği söyledi ve CHP tarihsel başarısını elde etti. Ve şunu belirteyim, daima söylediğim gibi, Türkiye’nin TİP ve CHP daha doğrusu Ortanın Solu ile (bu iki kavram yani CHP ve OS birbirinden çok ayrı şeylerdir) başlattığı sol açılım Avrupa’da da Amerika’da da yaşanan sol açılımdan çok öncedir.

III

Bu koşullarda CHP’nin liberal doktrinin kurucu unsurları üstünden sürdüreceği muhalefetle gideceği daha fazla bir yer yok. Onları savunmayı elbette sürdürmelidir. Çünkü, hukuk açısından zayıf, demokrasi açısından güçsüz bir ülkenin ekonomik kalkınmayı gerçekleştiremeyeceğini kanıtlanmış bir gerçek olarak artık biliyoruz. Ama CHP’nin bugün öncelikle söylemine taşıması gereken unsurlar mülkiyet bağlamında değildir. CHP’nin söylemi ve pratiği mülksüzlük bağlamında kurgulanmalıdır Yoksulluk, sömürü şimdi toplumsal alt sınıflar bakımından en dramatik kavramları oluşturuyor. Başka bir çerçeve içinde muhalefet aramak saflık olur ki, bir noktaya değineyim, eğer mülksüzlükten söz ediyorsak çok geniş bir kavramdan söz ediyoruzdur, çünkü Türkçede mülk aynı zamanda devlet demektir. Devletin de her bakımdan yeniden düzenlenmesi gereken bir dönemde bulunuyoruz.

O zaman CHP bir soruya cevap vermek zorunda: sol, solcu veya solda olmak istiyor mu istemiyor mu? Muhtemel cevap hayırdır. Çünkü CHP bu tür sorulara kendisinin zaten solda olduğunu belirterek cevap veriyor. Oysa o solculuk bu solculuk, bahsettiğim solculuk değildir. Kültürel solculuktur. Tarih planında CHP’yi ancak liberallerin burjuva demokrasisini kurduğu kadar solcu yapar. Unutmayalım ki, Marx, burjuvaziyi tarihin en devrimci sınıfı olarak işaret ediyordu. Yani bugün kurucu değerlerine dayanarak CHP’nin solda olduğunu iddia etmesi onu tarihsel olarak da daha geri bir noktaya iter. Ne laiklik solculuktur ne Batıda sağ partilerin hakimiyetinde olan halkçılık ne de cumhuriyetçilik. Bu çok değerli kavramlara ve birikime rağmen solculuk öncelikle sosyo-ekonomik solculuktur ve mülkiyet ve sermaye müdahalesiyle başlar.

Müdahaleden söz ederken devrimci/Leninist bir mülkiyet müdahalesinden söz açmıyoruz. Hele sosyal demokrasi bakımından bu düşünce büsbütün olanaksızdır. Ama kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine müdahalede bulunmayan bir sosyal demokrasi düşünülemez. Bilhassa Türkiye söz konusuysa mülkiyeti söz konusu etmeyen, gelir dağılımını tersine bir servet transferiyle düşünmeyen bir sol/sosyal demokrat tefekkür olamaz. Aslına bakılırsa öyle bir müdahale rayından çıkmış işleri yeniden yerine yerleştirmek anlamına gelir. Türkiye bugün çıkık bir kolla dolaşıyor.

Kaldı ki, ortada başka bir gerçek var. Dünyanın ve Türkiye’nin bugün yaşadığı ne kadar toplumsal sorun varsa tamamını neo-liberal ekonomilere bağlamak gerekir. Bu sistem 1979’dan bu yana geçen sürede kendisini güçlendirmek ve karşısındaki sol pratiği eritmekle kalmadı. Daha fazlasını gerçekleştirdi ve sol bağlamda ortaya çıkan her düşünceyi ve örgütlenmeyi ayrıca yok etmeyi başardı. Tony Blair’in çok sistemli ve önemsenmesi gereken adımlarla başlattığı Üçüncü Yol hareketini dahi ‘iğfal’ ederek yok etti. Blair’in son dönemlerinde yazdığım yazılarda sürekli olarak sorduğum bir soru vardı: Amerika’nın onca güdümüne girmiş, olmayacak onca işi yapmış bir Blair’e sosyal demokrat, İşçi Partisi’ne de ‘işçi partisi’ mi diyeceğiz? Diyemeyeceğimiz besbelliydi, nitekim ertesinde İP bütün bütüne tarihe gömüldü.

Neo-liberal ekonomiler ve güdümünde kurulmuş sosyal modeller bugün tüm sorunların kaynağıdır dedim. Dileyen, Wendy Brown’un In the Rise of Neo-Liberalism adlı kitabını getirdiğim yorum açısından okuyabilir. Daha da ilginci, Yale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler profesörü John Mearsheimer’ın The Great Delusion: Liberal Dreams and International Realities kitabıdır. Neo-liberalizmin ne türden uluslararası sorunlar ürettiğini en iyi anlatan yapıtlardan biridir. Gerçekler böyle bir takımyıldızı meydana getirmişken ve neo-liberalizmin yarattığı sorunlar Demirkazık yıldızı gibi siyaset göğümüzdeyken söylenecek daha fazla bir şey olmasa gerektir. Üstüne üstlük, neo-liberalizmin geleneksel liberalizmle çatıştığı da başka bir gerçek olarak duruyor karşımızda. Neo-liberalizm banka sistemi üstünden evrensel düzeyde geçerli, görülmedik bir para genişlemesi yaratıyor, belirttim, onu, sömürü ve gelir transferi aracılığıyla gerçekleştiriyor. O planda da hukuk sistemini çökerterek ve yarattığı dünya kadar gayrı meşru uygulamayla liberal doktrini, tıpkı sol gibi, tarihe gömüyor. Geriye sol ve sosyal demokrat çözüm arayışları kalıyor.

CHP’nin yeniden gerçek bir sosyal demokratik, çerçevesi bu yazıda çizilen yeni bir sol siyaset anlayışıyla bütünleşmesi mümkün olur mu sorusu saçma gelebilir. Öyle düşünenler haksız sayılmaz. Nedeni besbelli: bir partinin ideolojik dönüşüm geçirmesi zordur, hele o ideolojik dönüşümün mevcut ve quasi ya da pseudo bir anlayıştan soyutlanarak benimsenip oturtulması daha da güçtür. O güne kadar partiye destek vermiş kadrolara durum nasıl anlatılacak?

Çok basit, gerçeğin ne olduğu kitlelere söylenirse sorun çözülür. Hayat bu kadar basit değildir, tersine, aksine çok zor ve karmaşıktır. Fakat benim önerimin bir somut dayanağı var: CHP, 1960’ların ortasından başlayarak belirttiğim tarzda, türde bir dönüşümü yaşadı. Bülent Ecevit ortanın solu görüşünü üstlenip meydanlara çıktığında ona akıl verenler, ‘ata soldan binilir’ veya ‘kalbimiz de soldadır’ demesini öneriyorlardı. Ecevit gerçeği söyledi ve CHP tarihsel başarısını elde etti. Ve şunu belirteyim, daima söylediğim gibi, Türkiye’nin TİP ve CHP daha doğrusu Ortanın Solu ile (bu iki kavram yani CHP ve OS birbirinden çok ayrı şeylerdir) başlattığı sol açılım Avrupa’da da Amerika’da da yaşanan sol açılımdan çok öncedir. Demek ki, oluyor!

Her şeye rağmen zamanın ruhu kavramını biliyor ve seviyoruz. Bazen havada bir şeyler uçuşur. 1960’lar öyle bir dönemdi. Bugün ise hava gerçekten ‘kurşun gibi ağır’ ve birilerinin ‘bangır bangır’ bağırarak insanları ve toplumu ‘kurşun eritmeye’ çağırması gerekiyor. Türkiye’nin, ama öncesinde de CHP’nin kalıplarını kırması şarttır. CHP, o adımı sol bir kültür tanımlayarak, kültürü soldan okuyarak başarabilir, öncesinde başlatabilir. Eğer kültür konusunda kendisini dönüştürürse CHP sol ideolojik çözümlemeden bir adım önce dönüşümünü uygulamaya başlar. Bunu söyleyerek kültür meselesine gelelim.

Her şeyin koptuğu bir dönemde ise o ilişkileri tersine çevirip bu defa milliyetçilik üstünden yeni alanlar yarattı. Osmanlıcılık sembolizmasıyla İmparatorluk dönemi duygularını, ‘büyük devlet’ hayallerini okşadı. Kısacası, EKB bir yandan, en geniş şekilde tanımlamak gerekirse kimlik politikaları diğer yandan AKP’nin son 25 yılda ürettiği toplumsal kültürün iki kurucu bileşeni oldu.

IV

İki kültürden söz edelim. Birincisi toplumsal kültürdür, diğeri kültür dediğimizde aklımıza gelen, üretilmiş kültürdür.

Toplumsal kültür çok ciddi bir sorun. Bugün AKP’nin hala toplumda çok belirgin ve güçlü bir karşılığı var. Bu kesindir. Nedensiz de değildir. duygu siyaseti bugünkü dünyanın önemli, yeni ve çok kapıyı açan anahtarı. Duygu siyasetinin şifreleri toplumsal kültürdedir. Ekonominin bunca bozulduğu ve yoksullaşmanın bunca öne çıktığı bir dönemde kitleler AKP’ye ekonomi üstünden bağlanamaz. 2002-2012 arasında o bağ kuruldu ama zamanla çözüldü. Bugün kitleler AKP’yle (hâlâ) toplumsal kültür üstünden ilişki kuruyor. Toplumsal kültür toplumsal dönüşümle ilgilidir. AKP-toplum ilişkisinde bu damar çok güçlüdür.

Nasıl olmasın? AKP ve öncülü partiler 1990’lardan başlayarak taşranın büyük kente göçünü kazasız belasız gerçekleştirdi. Başörtüsü tartışmaları üstünden belli bir kesimin toplumsallaşmasını ve kamusallaşmasını (ikisi tamamen ayrı kavramlardır) sağladı. Gelir transferiyle belli bir sermaye birikimini belli bir çevre için yarattı. Az gelirli, alt sınıflara gelecek hayali kurdurdu ve onlara umut verdi. ‘100 yıllık parantez’ dediğim aslında II. Mahmut’la birlikte başlamış ama Kemalist dönemle radikalleşmiş toplum dönüşümünden huzursuz olan çevrelerin psikolojisini yönetti. Hepsinden önemlisi büyük kentteki burjuvazinin karşısında taşranın utanılacak bir pozisyon olmadığını anlattı, kentte yerleşik çevrelerin toplumsallaşma kodlarını ciddi şekilde tahrip etti, onların içlerine kapanmasına, toplumun geri kalan kısmından kopmasına, kendi dışlarında kalan çevrelerden nefret etmelerine yol açtı. Öylelikle tez-antitez bağlamında toplumsal dikatomileri, paradoksları ve polarizasyonları yarattı. Zaman zaman açılan, zaman zaman kapanan ilişkiler içinde Kürtler ve Alevilerle ittifaklar kurdu, kuramadığı zamanlarda koalisyonlar denedi, onu da yapamadığında diyalogda bulundu. Her şeyin koptuğu bir dönemde ise o ilişkileri tersine çevirip bu defa milliyetçilik üstünden yeni alanlar yarattı. Osmanlıcılık sembolizmasıyla İmparatorluk dönemi duygularını, ‘büyük devlet’ hayallerini okşadı. Kısacası, EKB bir yandan, en geniş şekilde tanımlamak gerekirse kimlik politikaları diğer yandan AKP’nin son 25 yılda ürettiği toplumsal kültürün iki kurucu bileşeni oldu.

Bu çerçevenin ürettiği daha inceltilmiş ve kurgulanmış kültür araçları ise tek kelimeyle taşra kültürüdür. Taşra kültürünün büyük kente taşınmasıyla lumpen kültür doğar. Bilimsel bir gerçekten söz ediyoruz. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılda adım adım yürüyüp geldiği yer lumpen kültürdür. Bu kültür, kendine özgüdür, sentez içermez, komşuluk ve eklektik bir yapıya sahiptir. (Eklektik kültür, şudur budur ama esasen ‘toplama kültürdür’, hani ‘toplama bilgisayar gibi, her parçası bir başka yerden bulunmuş, getirilmiş, bir araya ‘toplanmış’.)

Bu olgu muhafazakâr çevrelerin kent burjuvazisine özenen düğün, sünnet, nişan merasimlerinde kendisini açığa vurur. Osmanlı olduğu sanılan, esasen Louis IVX, Louis XV dönemine ait, onların taklidi mobilyalarda görülür. Kısacası, yanlış şekilde arabesk denen, doğrusuyla söylemek gerekirse kiç (kitsch) bir kültürden söz ediyoruz. (Kiç konusunu etrafıyla birlikte ele aldığım makalem, Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri başlıklı kitabımdadır.) Maalesef AKP döneminde yüksek kültür (high culture) zarfında anılacak herhangi bir üretim gerçekleşmemiştir. Zaman zaman Atatürk döneminin Özsoy operasına benzer türden girişimler olmuşsa da o kültür bağlamı AKP’ye tamamen uzak kalmıştır ve bu son çeyrek yüzyılın en büyük eksiğidir, Türkiye bakımından. Oysa muhafazakâr kültür anlayışıyla bir dizi üretim gerçekleştirilebilirdi. O kültür üretimi söz konusu olduğunda sadece İslam kültürünün bazı temel kitapları ve meseleleri akla gelmektedir.

Muhafazakârlar bir yeniden üretimle yani bir dönüştürümle değil eski kültürün aynen muhafazasıyla ilgilenmiştir. O konuda da başarı gösterememişlerdir. Çünkü muhafaza etmeleri gereken ilk şeyi, kent dokusunu, İstanbul başta olmak üzere berhava etmişlerdir.

V

Öbür tarafa, sık sık söylendiği gibi kültürel sermayeyi elinde bulunduran kesime yani kentli, Batılı, iyi gelirli, yüksek öğretimli çevreye gelince durum daha da vahim. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun Jean-Claude Passeron’la birlikte ilk kez 1977 yılında yazdığı bir makalede öne sürdüğü, sonradan çeşitli kitaplarında geliştirdiği bu kavram, kültürel sermaye, toplumsal düzen içinde ortaya çıkan farklı katmanların dışardan eğitim ve görgü yoluyla aldıkları kültürel donanımı ifade eder. Gerçi Bourdieu işin içine kişinin temel davranış kalıplarını, giyinişini, konuşmasını, sözcük dağarcığını da katar ama ana mesele kültürel kapitalin sosyal kapital ve ekonomik kapitalle birlikte düşünülmesi gerektiğidir. Daha da önemlisi, Bourdieu, kültürel sermeyesi üç grupta toplar: gömülü/yerleşik (embodied) kültür sermeyesi, nesneleştirilmiş (objectified) kültür sermayesi, kurumsallaşmış (institutionalized) kültür sermayesi. Bana göre en önemlisi gömülü sermayedir. Çünkü, toplumsal sınıf, habitus, toplumsallaşma bu alanda teşekkül eder, hepsi kişinin/sınıfın sahip olduğu kültürü meydana getirir ve nihayet bunlara bağlı olarak kişi sembolik sermeyesini (symbolic capital) üretir veya sahiplenir.

Türkiye’de, Beyaz Türkler diye adı konan ve artık sosyolojik bir tabaka (strata) kabul etmemiz gereken geleneksel CHP çevreleri, çözümlediğim kültürel sermayenin Tanzimat sonrasındaki damarlanmasıyla iç içedir. Bourdieu’nun sermaye teşekkülü için öngördüğü hususlar her iki çevre için de aynı mekanizmaya sahiptir. Sorun karakter farkıdır. O planda yine Bourdieu’nun tabiriyle kültürel yeniden üretim (cultural reproduction) kapasitesi kentli sınıflarındır. Ne yapalım ki öyledir. Nedenini açıklayayım.

Muhafazakâr çevrenin sahiplendiği kültür birikiminin Osmanlı boyutuna ben de hayranım. Herhalde Divan Edebiyatını ve Osmanlı Saray Müziğini (buna ‘İstanbul Müziği’ adını öneren bir çevre de vardır, onlarla mutabık değilim) herhalde kendi kuşağımda ve kendi kültürel kompozisyonum bağlamında, bildiği kadar bilen son kişiyim ve yineleyeyim büyük bir hayranlık duyuyorum o alana, mimarisi ve diğer tüm üretimiyle birlikte. Fakat o kültürün tespih, tezhip, minyatür, ebru, baston gibi zanaat dallarına indirgenmesine de o ölçüde karşıyım. Bahsettiğim kapital daima yüksek kültürdür ve Osmanlı söz konusu olduğunda o kültür saray kültürüdür. Buna dini kültür ve yaşama kültürü de dahildir. Örneğin Rum, gelmiş geçmiş en büyük bestecilerden Zaharya Efendinin Mir Cemil diye anılması ve sabah ezanını okuması o kültürün bir parçasıdır ve gerçekten hayranlığı muciptir. Çünkü Zaharya’nın durumu, halka iç içe olmasına rağmen yüksek kültürle ilişkilidir.

Aynı durum Batı için de geçerlidir. Batıda da saray kültürü yüksek kültürdür. Tıpkı Osmanlı saray kültüründe olduğu gibi dinsel bir çekirdek etrafında kurulmuştur. Her kültürün dinsel dönemi halkla ilgilidir. Cami ve kilise bu bakımdan aynıdır. Bu kültür ögeleri zamanla dönüşüp yine dini yapılarını koruyarak halkın (avam) dinsel yaklaşımından (volk religion) uzaklaşıp sarayın yüksek (havas) dinsel kültür üretimi içinde biçimlenir, tekrar sekülerleşerek halka rücu eder. Bu güzergâh aynen Osmanlı’da da takip edilmiştir. Halk ilahileri sarayın müziğiyle bütünleşip ardından özellikle şarkı formuyla halka dönmüştür. Çok önemli bir konumda olsa da Ali Ufki’nin müziğiyle muhteşem Dede Efendi’nin müziği arasındaki fark halk-saray farkıdır fakat bu fark bir çatışma içermez. Doğal bir seyir halidir.

Yüksek kültür budur ve bu oluşumun ayrıca dil, söylem (discourse) planları söz konusudur. Halk şiiriyle Divan şiiri arasındaki fark söylediklerimin kanıtıdır. Zamanında Nurullah Ataç’ın dediği gibi ‘bulut gelir pare pare/dördü aktır dördü kare’ mısraları Türkçesiyle hele hele ‘içtenliğiyle’ ‘Süzme çeşmin gelmesin müjgan müjgan üstüne/Vurma zahm-ı sineme peykan peykan üstüne’ mısralarından daha üstün değildir. Rasih’in mısraları elbette çok daha yüksek bir estetiği ve zevki yansıtır.

Gerek Batıdaki gerekse Osmanlıdaki yüksek kültür tamamlanmıştır ve bugün bir icra sanatı olarak devam eder. Ama eder. Kimse artık Beethoven gibi müzik yazamaz, fakat on binlerce Beethoven icrası söz konusudur. Itri veya Kömürcüzade veya Küçük Mehmet Ağa için de aynı gerçektir söz konusu olan. Fakat her iki müzik de Bourdieu’nun aslında Marksist kökenli kavramıyla söylersek yeniden üretime müsaittir. Beethoven gibi müzik yazılmaz ama 20. yy’da Messian veya Boulez veya Arvo Part (ki, sadece dinsel müzik yazmıştır, diğer formları kullanması müziğinin kökenindeki dinselliği engellemez) çıkar. Bu gerçek bizde söz konusu değildir. Olamaz da. Çünkü biz kültürel kopuşu çok radikal şekilde yaşamış bir toplumuz. Bu koşullarda yeniden kültürel üretim müzik alanında olmaz. Denemeler akim kalmıştır. Sadece şarkı formu devam etmiştir ki, orada Alaeddin Yavaşça’ya, Selahattin İçli’ye kadar mükemmel besteciler çıkmıştır. Öte yanda yeniden üretim özellikle şiirde görülür. Yahya Kemal-Attila İlhan hatta Turgut Uyar çizgisinde Osmanlı şiir birikiminin dönüştürümü ve yeniden üretimi doğrultusunda mükemmel örnekler doğmuştur.

Bu tartışma 1970’lerde Türkiye’de cereyan etmiştir. Geçmiş kültürel birikimin yani havas kültürünün dönüştürülmesi sol tarafından hatta Marksistler tarafından uzun uzun tartışılmıştır. Attila İlhan’dan Murat Belge’ye, Metin Erksan’dan Doğan Kuban’a kadar herkesin farklı yönüyle ele aldığı bu konu zamanla küllenmiş, ortadan kalkmıştır. Çok garip bir şekilde o kültürle ilgilenenler muhafazakârlar olması gerekirken,  tartışmanın doğrudan o kanadı ilgilendirmesi beklenirken, o yönden bir adım atılmamıştır. Muhafazakârlar bir yeniden üretimle yani bir dönüştürümle değil eski kültürün aynen muhafazasıyla ilgilenmiştir. O konuda da başarı gösterememişlerdir. Çünkü muhafaza etmeleri gereken ilk şeyi, kent dokusunu, İstanbul başta olmak üzere berhava etmişlerdir. Söylediğim gibi, kültürün zanaat/hirfet (crafts) kısmıyla ilgilenmişlerdir. Orada da mesela İtalya örneğinin dışında kalmışlardır. İtalya’da zanaat Rönesans’tan bugüne kadar devam eden bir süreklilikte, ama daima dönüşerek bugünkü büyük markaları üreterek gelmiştir. Türkiye’de böyle bir anlayış da planlama da söz konusu değildir.

Kültür ve sol kuram birbirinden ayrılamaz. İkisi birbirini bütünler ve bir sarmaldır. Sol, daha önceki dönemlerde saray kültürünü feodaliteye ait saymak hatasına düştü ve o dönemin asıl kültürü olan halk kültürüne saplandı. Yani feodaliteyle bütünleşti. Aynı şekilde seçkinci kültüre karşı çıkmak adına klasik kültürü reddetti ve bugünkü kısırlığına saplandı. Bu iki olgu solu çıkmazına itti.

VI

Bütün bunlardan sonra dönersem, sol kültürün yüksek kültürle uğraşmasının önünde herhangi bir engel yoktur, olamaz da. Tersine Türkiye ve bu bağlam söz konusu olduğunda, bilhassa CHP için geçerli olan çok ciddi bir çelişki göze çarpar.

Yüksek kültür aristokrasinindir ve aristokratik burjuvazinindir. Bunun kendi tarihimiz içindeki karşılığı Osmanlı saray kültürüdür. Gerek taşrada gerekse İstanbul’daki aristokrasinin/eşrafın (Arapçada ‘soylu’ yani ‘aristokrat’ demektir) doğal kültürel habitusu saray kültürüdür. Veya onun muadili olan Batı saray/aristokrat kültürüdür. Oysa her iki çevre de bu nitelikte bir kültüre yabancı ve uzak durur. Şöyle düşünelim, CHP’ye oy veren İstanbul mahalleleri, Etiler veya Bebek veya Şişli veya Kadıköy, o bölgelerde oturan üst gelir dilimindeki, daha iyi eğitimli, Batılı çevreler Osmanlı kültürüne yakın mıdır yoksa o kültürden vebalı gibi kaçar mı? Batı saray kültürü demek olan opera ve bale ya da edebiyat o kesimde bir yankı bulur mu? Sorunun cevabı Türkiye’de hem solun (?) hem de kent burjuvazisinin konumunu yeterince ve başka bir araca ihtiyaç göstermeden saptıyor. Hayır, o çevrelerin bahsettiğim kültürle görgül anlamda da bir ilişkisi bulunmuyor. Neyle meşgul olduklarını kendilerinin açıklaması daha uygun olur.

Gelelim sorunun diğer yanına. Bu koşullarda sol, Türkiye’de kendisini hala ya feodalitenin kültürüyle (halk kültürü) içli dışlı sayıyor veya saymak zorunda hissediyor ya da basit ve sıradan bir lümpen kültürle özdeşleşiyor. Eskiden CHP kurultaylarında (hala öyledir) sabahın erken saatinde en ağdalı türküler çalınırdı. Neden o sırada Rodrigo’nun gitar konçertosu çalınmıyor diyecek halimiz yok. (Deniz Gezmiş idama giderken bu parçayı dinlemek istemişti.) Veya neden Mozart operalarından aryalar duymuyoruz diyemez kimse. Ya da bir Şükrü Tunar şarkısını neden Zeki Müren söylemiyor diye kimse serzenişte bulunamaz. Ama tek çare de türküler midir sorusu müzikle ilgili değil zihniyetle ilgili bir gösterge olarak önümüze geliyor.

Aynı durumun daha da vahim şekli CHP’yi destekleyen kanallarda yapılan programlarda izleniyor. Sadece basit ve sıradan müziklerle insanlar halay çekiyor o programlarda. Oysa o çevreler Kemalisttir ve Kemalizmin ‘müzik devrimi’ (!) galiba 100 yıl sonra da henüz o taraflara uğramamış görünüyor. Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Rahmi Saltuk, Selda sol kültürün ses düzeyindeki klasikleridir ama tüm bir hayat onlarla geçmez. Tersini düşünenler buyursun Livaneli üstadın yazdıklarını, düşüncelerini okusunlar.  

Bu tartışma solun özüne, içeriğine dönük bir tartışmadan ayrılamaz. Ortada yüz üstü bırakılmış bir hal var. Sol kendisini basit ve popülist bir halkçılığa mahkûm etmiş durumda ki, halkçılık popülizm demektir. Bu koşullarda en büyük sorun, solun, solu dönüştürecek yeni açılımlar geliştirememesidir.

Kültür ve sol kuram birbirinden ayrılamaz. İkisi birbirini bütünler ve bir sarmaldır. Sol, daha önceki dönemlerde saray kültürünü feodaliteye ait saymak hatasına düştü ve o dönemin asıl kültürü olan halk kültürüne saplandı. Yani feodaliteyle bütünleşti. Aynı şekilde seçkinci kültüre karşı çıkmak adına klasik kültürü reddetti ve bugünkü kısırlığına saplandı.

Bu iki olgu solu çıkmazına itti. Çünkü sol, halk kültürünün dayandığı feodalitenin zihniyle düşünüyor. Oysa sol sanayi devriminin ve sonrasının ideolojisidir. Kentlidir ve işçileşmeyle ilgilidir. Ancak bu bilince erişirse kendisini yenileyebilir. Bu iddiayı ortaya getirince, 1970’lerin proletkult tartışmasına girmeye gerek yok. Onun da kendi sorunları, sekter bataklıkları vardı ama o kavramın telaffuzu dahi solun kendisini ve bilincini başka bir düzleme taşındığını duyumsatıyordu.

Solun geleceği kendisini yeniden düşünmesindedir ama ondan önceki hamle mutlaka kültür üstünde düşünmektir. Soldan kültüre gelinmesi bambaşka sorunlar doğurabilir ama kültürden sola gitmek gerçekçi ve doğal bir güzergahı takip etmektir. Sınıf ve ekonomi temeline oturması gereken solun en önemli seçeneği budur. Çünkü kültür öncelikle toplumsaldır ve Türkiye’de siyasal dönüşümün zorunlu adımı da toplumsal kültürün yeni bileşenlerini kavramakla mümkündür.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER