© Yeni Arayış

Sessiz Odalar: Mevkinin mekânla kurduğu tehdit dili

Bir mekân kadınları susturuyorsa, güvenli değildir. Bir kurum suskunluğu normalleştiriyorsa, güçlü değildir. Bir mevki korku üretiyorsa, orada otorite değil, çürüme vardır.

Bazı mekânlar vardır; dışarıdan bakıldığında güvenli, saygın ve ilerlemeye açılan alanlar gibi görünür. Işık altındadırlar, tanıdıktırlar, gündelik hayatın olağan parçalarıdır. Televizyon stüdyoları, haber merkezleri, ofisler, toplantı odaları, kulisler, yöneticinin masası ya da makyaj odası… Ama bu mekânların asıl işlevi görünürlük değildir. Asıl işlevleri, kontrolü sessizce üretmektir. Çünkü kontrol, en rahat biçimini sesin azaldığı, tanıkların dağıldığı, kapıların kapandığı yerlerde bulur.

Bir erkek, kurumsal ya da kamusal bir mevkiyi elinde tuttuğunda, bu mevki yalnızca bir pozisyon olmaktan çıkar. Zamanla mekânın kendisine yayılır. Mikrofon, kamera, yayın saati, kadro listesi, ekrana çıkma sıklığı, karar masasına yakınlık… Bunların her biri bir yetki alanı oluşturur. Bu yetki bağırmaz. Açık tehditler savurmaz. Daha incelikli bir dil kullanır. İma eder, sezdirir, hatırlatır. “Yanlış anlaşılmak istemezsin”, “sektör küçük”, “herkes birbirini tanır” gibi cümleler bu dilin parçasıdır. Tehdit gibi görünmezler; ama etkileri tam olarak budur. Kadının bulunduğu alanı daraltırlar.

Asıl baskı çoğu zaman kelimelerde değil, mekânın kendisinde hissedilir. Kapalı bir odada, kamera kapandıktan sonra, yayın arasında, bir asansörde ya da koridorda durdurulduğunda… Tanıksız anlarda. Bu anlarda konuşan kişi değildir; mevkinin kendisidir. Kadın, duyduğu cümleden çok, o cümlenin sonuçlarını düşünür. İşini, görünürlüğünü, geleceğini. Suskunluk burada başlar. Ve suskunluk büyüdükçe mekân güç kazanır. O oda artık bir çalışma alanı olmaktan çıkar; baskının doğal zemini hâline gelir.

Bu yüzden mesele cesaret meselesi değildir. Mesele, konuşmanın mümkün olup olmadığıdır. Mevki yalnızca karar alma gücü vermez; kimin nerede, ne kadar konuşabileceğini de belirler. Hangi sözün hangi odada kalacağını, hangi sesin hangi duvara çarpıp geri döneceğini hiyerarşi tayin eder. Bu hiyerarşi çoğu zaman yazılı değildir ama herkes tarafından bilinir. Sessizlik, böylece bir tercih olmaktan çıkar; öğretilmiş bir davranışa dönüşür.

Sessiz odaların en sarsıcı tarafı zamansız olmalarıdır. Orada yaşananlar tek bir ana ait değildir. Aynı durumlar, farklı günlerde, farklı kadınların bedenlerinde tekrar eder. Kadın için zaman donar; çünkü konuştuğu an her şeyin biteceğini bilir. Mevki sahibi içinse zaman geniştir. Bekleyebilir, erteleyebilir, unutturabilir. Bu zaman farkı, mekânsal eşitsizliğin en görünmez ama en yıpratıcı katmanıdır.

Bu odalarda tanıklık da askıya alınır. Mekân yalnızca sesi değil, şahidi de dışarıda bırakır. Açık alanda söylenmeyen, kalabalıkta dile getirilmeyen, kayda geçmeyen her şey bu kapalı alanlarda dolaşıma girer. Tanıksızlık, mevkinin en sağlam zırhıdır. Tanık yoksa anlatı kişisel sayılır; kişisel olan ise kolayca yanlış anlama, abartı ya da hassasiyet olarak yaftalanır. Böylece yaşanan, kurumsal bir sorun olmaktan çıkarılıp kadının ruh hâline indirgenir.

Ortaya çıkan tablo bireysel bir ahlaksızlıktan ibaret değildir. Bu, kurumsal olarak üretilmiş bir mekân rejimidir. Erkek, mevkiyi kullanarak kadına doğrudan saldırmak zorunda değildir; onun hareket alanını daraltması yeterlidir. Köşeye sıkıştırmaz, ama yolu kapatır. Kadın, uyumlu olduğu sürece var olabilir hâle getirilir. Bu uyum çoğu zaman suskunlukla başlar. Suskunluk tekrarlandıkça normalleşir. Hiyerarşi, sessizliği doğal bir durum gibi üretir.

Kadın bedeni bu düzenin içinde sürekli tetiktedir. Oturduğu sandalyeden kapıya olan mesafesine, bakışın süresinden ses tonuna kadar her şey ölçülür. Mekân bedeni hesap yapmaya zorlar. Bu sürekli hesap, kadını yorar. Yorgunluk ise bastırmanın en sessiz biçimidir. Çünkü yorgun bir beden itiraz edemez. Mevki burada yalnızca dışsal bir güç değil, bedene sızan bir baskıya dönüşür.

Sessiz odalar aynı zamanda çıkışsızlık hissi üretir. Kapı vardır, ama geçilmezdir. Çıkmak çoğu zaman işi kaybetmek anlamına gelir. Kadın içeride kalır. İçeride kaldıkça mekân derinleşir, baskı yoğunlaşır. Bu bir kapatılma değil, kendi kendine kapanma hâlidir. Mevki kadını dışarı itmez; içeride tutar. Baskının en karmaşık biçimi budur.

Bu düzen yalnızca kişiler arasında işlemez; kurum tarafından korunur. Mevkiyi sorgulamak sistemi sorgulamak demektir. Sistem ise çoğu zaman kendi konforunu bozmak istemez. Sessiz odalar bu yüzden kurumların en karanlık ama en işlevsel alanlarıdır. Orada yaşananlar açığa çıkmadıkça kurum “temiz” kalır. Bedeli ise kadınlar öder.

Bu nedenle ifşa yalnızca bir anlatı değildir. Mekânı dağıtan bir harekettir. Sessiz odanın kapısı açıldığında yalnızca bir hikâye değil, bir düzen görünür olur. Bu yüzden konuşan kadınlar sorun çıkaran, ortamı geren, düzeni bozan kişiler olarak etiketlenir. Çünkü ifşa, mevkinin en sevmediği şeydir: ışık. Işık geldiğinde sessizlik bozulur; sessizlik bozulduğunda hiyerarşi çatlar.

Bu hikâye tek bir yere, tek bir kuruma, tek bir olaya ait değildir. Modern çalışma hayatının birçok alanında aynı desen tekrar eder. Haber merkezlerinde, ofislerde, akademide, sanat dünyasında, özel sektörde… Mevki benzer biçimde çalışır. Mekân benzer biçimde susar. Kadınların isimleri değişir, deneyim değişmez.

Bu yüzden soru “kim yaptı” değildir. Asıl soru şudur: Hangi mekânlar bunu mümkün kılıyor? Hangi hiyerarşiler sessizliği ödüllendiriyor? Hangi kurumlar suskunluğu koruyor?

Sessiz odalar yıkılmadıkça mevki konuşmaya devam eder. Bu konuşma bağırarak değil, susturarak yapılır. Kadınların sesi kısıldıkça mekân büyür. Ama hiçbir sessizlik sonsuz değildir. Bazı kapılar açılır, bazı odalar aydınlanır. O an tehdit dili çözülür. Çünkü tehdit yalnızca karanlıkta var olabilir.

Bir mekân kadınları susturuyorsa, güvenli değildir.

Bir kurum suskunluğu normalleştiriyorsa, güçlü değildir.

Bir mevki korku üretiyorsa, orada otorite değil, çürüme vardır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER