© Yeni Arayış

Öncelik anayasa mı, demokratikleşme mi?

Temel demokratikleşme talepleri konusunda atılmayan her adım ve gecikme terörsüz Türkiye sürecini riske sokmaktan başka işe yaramaz.

İBB operasyonları İmamoğlu’nu siyaseten devre dışı bırakmak dışında dalgalar halinde devam etmesi, Özel’e yapılan siyasi çağrılar CHP’yi yeni anayasa sürecine ikna etmek için yapılıyor görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Evet Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Ama bu aşamada öncelik demokratikleşme adımlarıyla siyasi alanının genişlemesi ve toplumsal barış konusunda mesafe almaktır. 

19 Mart’ta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere 100’ün üzerinde isim gözaltına alındı. 23 Mart’ta İmamoğlu’nun da dahil olduğu 48 kişi tutuklandı. 

19 Mart’ı takip eden süreçte İBB’ye yönelik olarak önceki gün itibariyle 5. dalga operasyonu gerçekleşti. 

Aralarında görevli olduğu Sosyal Hizmetler Daire Başkanı iken pek çok projesini konuştuğum şu anda da Muhtarlıklar İşleri Daire Başkanı Yavuz Saltık olmak üzere daha önce gözaltına alınıp adli kontrolle bırakılan İmamoğlu’nun özel kalem müdürü Kadriye Kasapoğlu ve Genel Sekreter Yardımcısı Gürkan Alpay’ında olduğu 49 kişi için gözaltı kararı verildi.

Medyaya yansıyan bilgilere göre son operasyon, etkin pişmanlık kapsamında ikinci kez ifade veren ve adli kontrolle tahliye edilen, İmamoğlu’nun Danışmanı Ertan Yıldız’ın son ifadesinden yola çıkılarak yapılmış görünüyor. 

Görünen o ki, savcılık yaptığı her operasyonda elde ettiği yeni bilgilerle yeni operasyonlar yapıyor. Delilden suça, suçluya değil, şüpheliden hareketle delil bulmaya çalışıyor. Peş peşe yapılan bu dalgaların amacı da bu gibi. 

Bunun sonuçlarının ne olacağını birlikte göreceğiz.

Ancak şu bir gerçek; İBB’ye yönelik operasyonların bir amacı İmamoğlu’nu siyaseten oyun dışına itmek ise diğer amacı da, CHP’yi ve lideri Özel’i anayasa değişikliğine ikna etmek.

Bu açıdan İBB’ye yönelik operasyonları hukuki gerekçeleri olsa da siyasi olduğunu, yine tutuklamaların da siyasi saiklerle yapıldığını biliyoruz. 

Geldiğimiz aşamada sürecin devamını sağlayacak olan iki şey var; İktidarın demokratikleşme yönünde adım atması ve PKK’nın silahları teslim etmesi. Burada temel sorun, bu adımların hangi sıra ile atılacağı. Önce iktidar demokratikleşme yönünde adım mı atacak, yoksa bu, PKK’nın silah bırakmasından sonra mı olacak.

***

İBB operasyonlarından Terörsüz Türkiye sürecine geldiğimizde, PKK’nın kendini feshetmesi süreci yeni bir aşamaya geldi.  

Geldiğimiz aşamada sürecin devamını sağlayacak olan iki şey var; İktidarın demokratikleşme yönünde adım atması ve PKK’nın silahları teslim etmesi. 

Burada temel sorun, bu adımların hangi sıra ile atılacağı. Önce iktidar demokratikleşme yönünde adım mı atacak, yoksa bu, PKK’nın silah bırakmasından sonra mı olacak. 

Görünen iki tarafta birbirine güvenmediği için taraflar ilk adımı diğerinin atmasını bekliyor. 

Ancak şu riski görmek gerekiyor; PKK’nın fesih kararından sonra örgütün silah bırakmadığı her gün, terörsüz Türkiye süreci için risktir. 

Bu riski en aza indirmenin yolu da, iktidarın demokratikleşme adımları atmasındadır. Bu sadece süreç için değil Türkiye demokrasisinin nefes alması için de bir zarurettir. 

Bu konuda toplum kadar siyasi olarak gerek DEM Parti gerek CHP ve kısmen de MHP, benzer yerde duruyor. 

Açıkçası bu aşamada demokratikleşme adımlarının atılmasının önünde iktidarın direnci dışında bir engel yoktur. 

Daha önce farklı yazılarda ifade ettiğim gibi gerek 3 Ocak 2013 ile 28 Şubat 2015 dönemindeki “çözüm süreci”nin de, 22 Ekim 2024’de başlayan “terörsüz Türkiye” projesi esas olarak eşgüdümlü olmak kaydıyla iki farklı süreçtir. 

İlki “terörsüz Türkiye” sürecinin işleyişi.

İkincisi de Kürt sorununun çözümü de kapsayan bir demokratikleşme süreci.

***

İlkinden başlarsak; PKK’nın silah bırakması, silahların teslim süreci ve silah bırakanlardan ülkeye dönmek isteyenlerin durumunu kapsayan, içinde hukuki düzenleme ve toplumsal entegrasyon süreçlerini de içeren orta-uzun vadeli bir yol haritası ortaya konması bu aşamada hayati önem taşımaktadır. 

Ne yazık ki, bu konuda ortaya konmuş, açıklanmış herhangi bir yol haritası bulunmamaktadır. Bildiğimiz tek şey PKK’nin silah bırakmasını kapsayan sürecin yerel aktörlerle birlikte MİT tarafından izleneceği ve raporlanacağıdır.

Elbette bu süreçte güvenlik gereği sadece MİT’in müdahil olması gereken iş/işlem ve konular olabilir ama en temelde bütün bu sürecin siyasal alanda siyasi parti liderlerinin bilgilendirildiği, gerektiğinde toplumunun da bilgilendirildiği bir süreç olmak zorundadır. 

Her şeyi bilmemize gerekmese de, temel yol haritasını ve sürecin işleyişini toplumun bilmesinde yarar olacaktır. Bu sürecin toplumsallaşmasında da hayatidir. 

Temel demokratikleşme talepleri konusunda atılmayan her adım ve gecikme terörsüz Türkiye sürecini riske sokmaktan başka işe yaramaz.

***

Bu bağlamda sürecin ikinci pisti de Kürt sorununun da çözümüne katkı sunacak demokratikleşme sürecidir.

Terörsüz Türkiye sürecini başlatan iktidar bloku partileri için Kürt sorunu yok. Onlar için PKK’nın feshi ve silah bırakması, bir dış tehdidin ortadan kalkması anlamına geliyor. 

Ancak gerek 27 Şubat’ta okunan Öcalan’ın mektubunda, gerek DEM Parti, gerekse muhalefet partilerinin açıklamalarında demokratikleşme, hukukun üstünlüğüne dönüş önemli bir yer tutuyor. 

Şimdi şu soruyu soralım kendimize; PKK hangi koşullar içinde doğdu, hangi amaçla şiddet uyguladı?

Siyaset katılmasak da, yanlış bulsak da –ki öyle-, PKK, Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin kamusal ve siyasal alanda yok sayılmasının, siyasi varlıklarının kabullenilmesini ancak terörle ortadan kaldırılabileceğine inanarak kendini kurdu. Bu amaçla şiddete sarıldı. 

Ve 47 yıl sonra gelinen noktada bu taleplerinin şiddet kullanarak kabul edemeyeceğini kabul etti. 

Elbette terörle, şiddetle hiçbir hak elde edilemez. Bunun yolu demokratik siyasetten geçer. 

Sorun da Türkiye’de mevcut koşullarda demokratik siyasetin alanının iktidar tarafından her gün giderek daraltılması. Olduğumuz noktada mesele sadece Öcalan’ın koşullarının iyileşmesi ya da hasta tutukluların serbest bırakılması değil. 

Mesele, Anayasa’nın 90. Maddesi ortada dururken Selahattin Demirtaş, Osman Kavala’nın hala tutuklu olmasıdır. 

Mesele, milletin oylarıyla milletvekili seçilen Can Atalay’ın hala hapiste olmasıdır.

Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın Cezaevi Gözlem Kurulu’nun keyfi tutumu ile hak ettiği halde serbest olmamasıdır.

Mesele Kent Uzlaşı’nın terör örgütü olmadığı halde HDK ile ilişkilendirilerek belediye başkanı, yardımcıları ve belediye meclis üyelerinin tutuklu olmasıdır. 

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Ve bütün bunların son bulması ancak demokratikleşme ile, hukuka dönüşle ve var olan yasaların keyfi yorumlanmaması ile olabilir. 

Demokratikleşme, siyasi alanın genişlemesi sadece DEM Parti’nin değil başta CHP olmak üzere tüm demokratik toplum talebi olan herkesin isteğidir. 

İşte bütün mesele bu konuda iktidar blokunun adım atmasıdır. Temel demokratikleşme talepleri konusunda atılmayan her adım ve gecikme terörsüz Türkiye sürecini riske sokmaktan başka işe yaramaz. 

Yeni ve sivil bir anayasa ancak demokrat bir zihniyetten meşruiyet aldığı ölçüde tüm toplumu içine alan, anayasal eşitliği merkeze koyan, azınlık haklarını garanti altına alan, çoğulcu bir anayasa olabilir. Bu tercih mevcut sistemin pek çok açıdan revize edilmesi anlamına gelir.

***

Görünen o ki, özellikle Cumhurbaşkanı ve Erdoğan bu demokratikleşme sürecini, yeni anayasa ile tartışılmasını arzu ediyor. 

Hatta bu süreçte kendi adaylığının dahi ikinci planda olduğunu açıkladı. Dahası İBB operasyonları İmamoğlu’nu siyaseten devre dışı bırakmak dışında dalgalar halinde devam etmesi, Özel’e yapılan siyasi çağrılar CHP’yi bu sürece ikna etmek için yapılıyor görüntüsü ortaya çıkmaktadır. 

Bu konuda bir adım geriye çekilip şu tespiti yapabiliriz. Evet Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Ama bu aşamada öncelik demokratikleşme adımlarıyla siyasi alanının genişlemesi ve toplumsal barış konusunda mesafe almaktır. 

Bu aşamada anayasa ikincildir. 

Anayasa konusunda bütün mesele bu anayasanın hangi zihniyetten meşruiyet alacağıdır. 

Adını koyalım, mevcut sistem ve yönetim anlayışı devleti merkeze alan otoriter yönü ağır basan bir zihniyettir. Bu zihniyetten meşruiyet alacak bir anayasa siviller tarafından yapılsa bile sivil olmaz ve ülkeye demokratikleşme, hukuka dönüşü sağlamaz. 

Yeni ve sivil bir anayasa ancak demokrat bir zihniyetten meşruiyet aldığı ölçüde tüm toplumu içine alan, anayasal eşitliği merkeze koyan, azınlık haklarını garanti altına alan, çoğulcu bir anayasa olabilir. Bu tercih mevcut sistemin pek çok açıdan revize edilmesi anlamına gelir. 

Ve ancak böyle bir anayasa terörsüz Türkiye’nin hedefine ulaşmasını sağlar; hem yeni hem de sivil bir anayasa olur. 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER