Mandalina kabukları ve Bienal
KÜLTÜR SANATİlk defa Paris’te sokakta burjuva Parislilerin onlardan olmayan perspektifler karşısında nasıl korktuklarını sezmiştim. Aklıma doğrudan Edward Munch’un tablosu gelmişti. Oradaki arkadaşlarımla da paylaştım. Bizimkileri düşününce de yine o tablo geliyor aklıma. Tandığım en vicdanlı beyaz arkadaşımsa “al o zaman bu da sanat” diyerek mandalina kabuklarını benimle paylaştı. Biliyor musunuz, bir an için o kabuklarda her şeyi gördüm ve gülümsedim. Önce fikir oldu ve sonra yazdım.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu yazıda yüksek siyaseti konuşmayacağım. Çoğunuzun beklediği üzere siyasette birine küfredip, diğerini alkışlamayacağım. Bunu yaparak kendi çıkarlarıma, kendi kariyer beklentilerime uygun hareket etmeyeceğim. Sahip olduğum donanımı şakşak için kullansam kim bilir belki ben de sizin gözünüzde büyük bir siyaset bilimci olurdum: Zenginlerle-güçlülerle yaşayan, içen, eğlenen ve mış gibi yapan bir adam. Güçlenmiş ama ruhunu yitirmiş bir adam. Hayır o kadar vazgeçmedim kendimden, bunun üstünde bir yaşam olduğuna inanıyorum. Ve bunun için çabalıyorum ya da çabalayacağım. O yüzden içimdeki çıkarları uzun zamandır terbiye ettim. Derin bir tefekkürle yaptım bunu. Kendimi hırpaladım, kendimi aşağıladım, öylekikendimi yok ettim.
İnsanlara baktığımda gülümseyebiliyorum, sakladıkları acıları görebiliyorum, bir çiçeği gördüğümde selamlıyorum, bir kedi köpekle karşılaştığımda göz kırpıyorum. Ve çok düşünüyorum. Varoluşsal arayışımı ileri noktalara taşıdım, dönüp bakıyorum ve artık hayatın anlamlı olduğunu kabul ediyorum. O arayıştan önce hayatın hiçbir anlamı kalmamıştı. Tefekkür, inancı getirdi. Önce fikir geldi ve sonra var olduk. Nesnel olarak varolmamız başlı başına bir varoluş mudur? Yoksa inandığımızda mı var oluruz? Hakikatin maddi olduğunu düşünürdüm ama gördümkihakikat fikrin inşa ettiği bir sonsuz varoluştur. İnançlarımız, illüzyonlarımız, beklentilerimiz ve elbette sıradışı, zamansız yoğunluklar onu şekillendirir. Bunların arasında bize kalan bir tercih vardır. Bu özgürlük mü?
Bilmiyorum, halen arıyorum.
Aslında yazıya böyle başlamak istememiştim. Ama ellerim beni bu yazmaya götürdü. Artık okunayım derdim yok. Bir kişinin aklında dahi eğer bir kıvılcım yaratabiliyorsam ve biraraya gelebiliyorsak bu bana kafi geliyor. Sanat, bilim ve felsefe ile uğraştığınızda ve sakince sorduğunuzda bu sizi başka bir noktaya taşıyor. Arzularınız, istekleriniz, beklentileriniz gerçek anlamıyla terbiye ediliyor, ehlileştiriliyor. Kısacası siz onları kontrol etmeye başlıyorsunuz, onların kontrolünden çıkıyorsunuz. Özgürlük bunların kontrol edemediği bir insan olmak. Durup sakince hayatı dinlemek. Kavafis’in dediği gibi keskinleşen hislerimizle yaklaşan fırtınaya kulak vermek. Bizler Tanrı değiliz, geleceği bilemeyiz. Ama hislerimizi keskinleştirirsek – bu bir öğrenme ve olgunlaşma sürecidir – o zaman yaklaşmakta olanı sezeriz. Sezgisellik, a priori temelli olmakla birlikte çoğunlukla a posteriori bir işleyiştir. Deney öncesi çalışmaya başlar ama deneyim onu keskinleştirir.
Ve sanat bildiğim en büyük sezgisel uğraşıdır. Kim sanatçılardan çok daha iyi görebilir? Biz siyaset bilimciler mi? Gazeteciler mi? Filozoflar mı? Onlar kadar iyi sezemez ve onlar kadar iyi gösteremeyiz. Bir zamanlar izlediğim bir filmdeki baş karakter bir bilim insanıydı. Gördükleri – keşfettikleri – karşısında şaşkındı, bunu ifade edemiyordu. Bunu bulan ben değil bir ressam olmalıydı, o bunu size daha iyi anlatırdı diyordu. Hep söylerim, milyonlarca sayfada ve yorumda anlatamayacağımız eşitsizlikleri-adaletsizlikleri bir sanatçı tek bir tuval üzerinde anlatabilir.
Bu konuda Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ya katıldığım ve eklemek istediğim bir şey de var şüphesiz: Bir sosyoloğun işi en çok ressama benzer. Ressamlarla benzeştiğim noktada yaptığım bilimin daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bilgi dışarıda ağaçta toplanılmayı bekleyen bir elma değil, onu biz boyuyoruz, çiziyoruz ve anlatıyoruz. Bizim bakışımız, bizim deneyimimiz. Ve hakikatin sonsuz oluşunun sırrı işte burada. Bakış ve irade çoğaldıkça hakikat de çoğalır. Hakikat tekil bir unsur olmaktan çok uzakta. Hakikat bir süreçtir, asla bir son değil. Sonsuz döngüler halinde şekil değiştirebilir. Bana kalırsa bunu kavrayanlar en çok sanatçılar.
O yüzden değil mi ki metod, renk ve anlam açısından bir tekillik ile başlayan serüvenleri önce kırılan ışığa, sonra harekete, bunun ardından empresyonist izlenime ve nihayet devrimci Pablo Picasso’nun elinde kübizme yani gerçekliğin kırılmasına dönüşmüştür. Burada kalmamış, 20. Yy ortasında bu birikim kendini özellikle Paris sanat çevrelerinde soyut sanat olarak göstermiştir. Figürün tamamıyla ortadan kalktığı ve sanatçıyla bunu izleyen-tüketenin arasında hiçbir figür yer almadan tamamıyla sezgisel ve perspektife dayanan bir hakikat inşası oluşagelmiştir.
Bu dönemin en önemli isimlerinden birinin yani Chu-Teh-Chun’un eserlerine denk gelmiştim. Eserlerinden oluşan bir seçkinin kitabı halen kütüphanemdedir. Hiçbir figür olmadığı halde en çok izlediğim en çok düşündüğüm ve ilham aldığım eserler kübizm ve soyut sanat oldu. Aslında bu sanatın ve sanatçının anlam dikte etme uğraşısından vazgeçmesidir. Uzun zaman önce bir anlam diktesinden vazgeçen bu sanatçılar, sanatı sezgiselliğinin ve devriminin en ileri noktasına taşımışlardı kanaatimce. Ama bu fikre ve onun değerine varmak için zannediyorumki 35 yaşıma gelmem, hayatı ve anlamı ve sorgulamam, Paris’te sayısız sergi ve sanatevindesanatı takip etmem ve kendi ehlileştirmem gerekiyordu.
Sanat, bakış, sezgi ve hakikat bizim kontrolümüzde olamayacak kadar çoktur. Biz kimiz ki ondan güdümlü olmasını, milliyetçi eser üretmesini, muhafazakar eser üretmesini, sosyalist eser üretmesini, devrimci eser üretmesini, eğer bunu yapmazsa sanat olmadığını söyleyeceğiz? Bence sanat karşısındaki tutumumuz bize kendimiz, etrafımızla ilişkimiz, hayatla kurduğumuz bağ ve onu nasıl okuduğumuz konusunda çok şey söyler. Kontrolcü, yeterince gelişmemiş, kibirli ve otoriter bir kimliğe sahip olan biri sanatın ve hakikatin kendi fikriyle yoğrulması gerektiğini ifade eder ancak.
Bütün bunları niye yazdığıma gelecek olursak, biliyorsunuz 18. İstanbul Bienali devam ediyor. Bir arkadaşımla Karaköy’deki bütün mekanları ziyaret ettik. Bienal nasıl mı? Sadece mutlaka gidin diyebilirim. Onun nasıl olduğu ile ilgili son kanaati ben değil, sizlerin arayışı, sizlerin inşa ettiği yaşam perspektifi verecektir. Her biriniz bir hayat ve anlam örüyorsunuz ve bu bienalin kimi etkileyeceği, kime ilham vereceği büyük bir gizemdir. İşte sanatın gücü burada. O beklenmedik ihtimalleri bize gösterir ve hayatımıza sokar.Özellikle bu senenin ana motifi olan kırılganlık – güvencesizlik (adıyla sanıyla precarity, precariousexperiences) benim çalışma konum olan prekaryalığa da yaslandığı için ayrıca düşündüm.
Arkadaşım bir süre sonra benimle bu serginin beklentiyi karşılamadığı yönündeki bir eleştiri yazısını bana yolladı. Yazara göre, sanat devrimci olmalıymış. Gözüm kapalı bu yazıyı yazanın bir beyaz- ayrıcalıklar içine doğmuş bir seçilmişzade- olduğundan hiçbir şüphem yoktu. Sonra baktım gerçekten de crème de la crème biri yazmış. Düzen zar atmıyor ve ben artık sadece gülümsüyorum. Hakikatin çoğulculuğuna tahammülleri yok çünkü Tanrı olmayı istiyorlar ama demokrasi diye bağırıyorlar, Tanrı olmak istiyorlar ama eşitlikten bahsediyorlar. Ne göründükleri gibi oluyor, ne de oldukları gibi görünüyorlar.
Dahası Müslüman toplumdan yani içinde bulundukları toplumun her yaptığından ve değerlerinden nefret eden bizim beyazlarımızın son yıllarda artan bir şekilde solculuğuna şahit oluşumuzun da bir resmi sanki. Sözüm bir kişiye yönelik değil topluma, ilişkilere. Hedefim onların yaptığı gibi birini itibarsızlaştırarak küfrederek yok etmek değil. Ben onları vareden ve bize efendi olarak dayatan şartları göstermeye çalışıyorum. Türk toplumu kaybettikçe onlar kazandılar. Güçkazandıkça ayrıcalıklı hale geliyorlar ama ne zamanki iktidarları sembolik olarak darbe alıyor o zaman solculaşıyorlar. Solculuğu bu ülkede bitiren ben, benim ailem, sosyalistlerin kendisi ya da muhafazakarlar değildi hanımlar beyler. Onu asan, idam eden, tehdit eden, sürgüne yollayan sizin beyazlarınızdı, sizin akrabalarınızdı, sizin çevrenizdi. Kökeninde ise çoktan, çoğunluktan, çoğulculuktan ve farklı hakikatlerden duyulan korku vardı. Ya bizim hakikatimiz artık iktidar olmazsa korkusu vardı. Ve tarihin garip bir cilvesi olarak bu ülkenin sosyalist yoksulları engellendi-örselendi- ama bu sefer başka bir şekilde yönetime geldiler. Aynı gecekondudaki biri sosyalist diğeri muhafazakar kardeşten ilki düştü, ikincisi iktidarda.
İlk defa Paris’te sokakta burjuva Parislilerin onlardan olmayan perspektifler karşısında nasıl korktuklarını sezmiştim. Aklıma doğrudan Edward Munch’un tablosu gelmişti. Oradaki arkadaşlarımla da paylaştım. Bizimkileri düşününce de yine o tablo geliyor aklıma.
Tandığım en vicdanlı beyaz arkadaşımsa “al o zaman bu da sanat” diyerek mandalina kabuklarını benimle paylaştı. Biliyor musunuz, bir an için o kabuklarda her şeyi gördüm ve gülümsedim. Önce fikir oldu ve sonra yazdım.
Alphan Telek
İlginizi Çekebilir