© Yeni Arayış

Emin olmadıklarım: Gölgeler, maskeler, penceresiz hayatlar

Belki de bu kadar iyi ayarlanmış maskeler, tam da hayatta kalmanın yolu. Belki insan dediğimiz şey artık böyle bir şeydir: kendini korumak için kendini azaltan, temas etmemek için nezakete sığınan, gerçeği taşımamak için onu düzgün cümlelere bölen. Bunu normal saydığımızda her şey çok daha kolay oluyor. Ve tam da bu yüzden, içime sinmiyor. Belki de emin olmadıklarım kavramlar değil; bu kadarına rağmen nasıl hâlâ “insan” gibi görünebildiğimiz.

‘Gölge, saklanmak isteyenin değil; görünmek isteyenin icadıdır.’

Onu ilk gördüğümde insan sanmıştım. Çünkü Proteus gibiydi; bulunduğu ortama göre biçim alan, rüzgâr nereden eserse oraya dönen bir sureti vardı. Kendi yüzü yoktu belki ama her yüze uyacak kadar esnekti. Bu yüzden ilk bakışta eksik değil, fazla görünüyordu. Uyum yeteneği, bir karakter özelliğinden çok, bir hayatta kalma stratejisini andırıyordu.

Kelimeleri Platon’un mağarasındaki gölgeler gibiydi: Gerçekliğin kendisini değil, kimseyi rahatsız etmeyen bir yansımasını sunuyordu. Hakikatle arasına bilinçli bir mesafe koyuyordu; ne çok yaklaşarak risk alıyor ne de bütünüyle inkâr ediyordu. Nezaketi, Stoacı bir sükûnet taklidiydi ama Stoacı bilgenin doğayla uyum arayışından değil, dalgaları hasarsız atlatma becerisinden besleniyordu. Sakinliği bir erdem değil, bir sigortaydı.

Bu karakterin adı yoktu. Çünkü artık isimler değil, nitelikler dolaşıyordu ortada. İnsanlar kim olduklarıyla değil, neye benzedikleriyle tanımlanıyordu. “Dürüst”, “makul”, “vicdanlı”, “iyi niyetli”… Etiketler çoğaldıkça insan silikleşiyordu. Sartre’ın “kötü niyet” dediği şey tam burada devreye giriyor: Kişi, kendi seçimlerinin ağırlığını taşımamak için kendini bir role indiriyordu. Seçim yapmıyor; rolünü oynuyor ,böylece sorumluluk, görünmez bir yere havale ediliyordu.

İnsanlık bu karakterde bir refleks değil, bir değerlendirmenin sonucu. Başkasının acısı, kendi huzurunu bozduğu ölçüde dikkate alınıyordu. Acı fazla yaklaştığında mesafe koyuluyor; mesafe koyulamıyorsa konu değiştiriliyordu. Konforu tehdit altına girdiğinde, insanlık bir değer olmaktan çıkıp ertelenebilir bir lükse dönüşüyordu.

Prometheus’un insanlara çaldığı ateş değil bu; sönük bir fosfor ışığı. Varlığı belli ama ısıtmıyor.

Nezaketi severdi. Özellikle kendisine yöneldiğinde. Nezaketi bir temas biçimi olarak değil, bir güç tekniği olarak kullanıyordu. Kibar konuşarak sınır çiziyor, yumuşak cümlelerle sert kararlar alıyordu. Kırarken sesini yükseltmiyor, incitirken yüzünü ekşitmiyordu. Böylece yaptığı şey görünmez kalıyordu. “Ben bunu çok nazikçe söyledim” dediği anda, karşısındakinin incinme hakkı da iptal ediliyordu. Nezaket, onda bir bağ kurma biçimi değil; bağ kurmaktan kaçınmanın rafine bir yoluydu.

Terbiye dediği şey ise çoğu zaman itaatti. Yanlış yerde doğruyu söylememekti. İçeride bir yerlerde konuşan o küçük sesi —Sokrates’in “daimon”unu— duymamayı başarmaktı. Terbiye, düzeni bozmadığı sürece makbuldü. Rahatsız etmeye başladığında “yeri değil” denilerek askıya alınabiliyordu. Böylece düzen korunuyor, vicdan sessizce kenara çekiliyordu.

Güvenilirliğine önem verirdi. Lakin güven, onda bir omurga değil, iyi yönetilen bir algıydı. Kimseye doğrudan yalan söylemezdi; fakat gerçeğin tamamını da nadiren sunardı. “Beni bilirsin” cümlesini sık kullanırdı. Bilinirlik, güvenilirliğin yerine geçmişti. İnsanlar alıştıklarını sorgulamaz; bu karakter de tam olarak buna oynardı.

Leibniz’in monadlarını düşündüğümde hep aynı şey geliyor aklıma: İçeride her şey yerli yerindedir ama hiçbir şey yerinden oynatılmaz. Bu karakter de böyle yaşar. Dış dünyayla gerçek bir alışverişi yoktur; yalnızca kendi düzenini korur. Başkasının acısı ona değmez, sadece yön değiştirir.

Aynayla kurduğu ilişki de buradan beslenir. Ayna onda bir yüzleşme alanı değildir; bir denetim aracıdır.

Yüzüne bakmaz, yüzünü ayarlar. Hangi ifade fazla, hangisi eksik, hangisi bugün işe yarar… Ayna, ona kim olduğunu değil, kim olması gerektiğini fısıldar. Böylece içeride kapalı bir düzen, dışarıda ayarlanmış bir maske ile dolaşır. Ne içeri sızan bir soru vardır ne dışarı taşan bir çatlak. Her şey uyumludur; her şey yerindedir. Geriye kalan şey, hayatla temas etmeyen bir düzen hissidir.

Dürüstlüğü de bu düzene göre ayarlanmıştır. Gerçek, bedel istemeye başladığında geri çekilir. Şüphe, hakikati aramak için değil, ertelemek için devreye girer. Gerçek ağırlaştığında Lethe’nin unutkan sularına bırakılır. Bu bir unutma değil; seçerek susmadır.

Bu karakteri tanıyorsun. Çünkü dışarıda çok. Belki içeride de. Çünkü bu çağ, içtenliği değil uyumu ödüllendiriyor. “Nasıl yaşamalı?” sorusu fark ettirmeden “Nasıl görünmeli?”ye çevrildi. Biz de bu dönüşümü ilerleme sandık. Sonra dönüp baktık: insanlık ağızlarda, nezaket mesajlarda, dürüstlük profillerde… ama ortalıkta yok.

Ve itiraf edeyim; bu maskelerin bazılarını, zaman zaman ben de taktım.

Belki de en büyük yanılgımız aynayla kurduğumuz ilişki. Aynaya bakmayı yüzleşme sanıyoruz. Oysa çoğu zaman aynaya, kendimizi ayarlamak için bakıyoruz; görmek için değil. Yüzümüzü kontrol ediyor, mimiklerimizi düzenliyor, rahatsız eden çizgiyi uygun bir ışıkta görünmez kılıyoruz.

Ayna itiraz etmez. Hesap sormaz. Sadece yansıtır.

Belki de yanılıyorum.

Belki de sorun bu karakter değil.

Belki de bu kadar iyi ayarlanmış maskeler, tam da hayatta kalmanın yolu. Belki insan dediğimiz şey artık böyle bir şeydir: kendini korumak için kendini azaltan, temas etmemek için nezakete sığınan, gerçeği taşımamak için onu düzgün cümlelere bölen.

Bunu normal saydığımızda her şey çok daha kolay oluyor.

Ve tam da bu yüzden, içime sinmiyor.

Belki de emin olmadıklarım kavramlar değil; bu kadarına rağmen nasıl hâlâ “insan” gibi görünebildiğimiz.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER