© Yeni Arayış

Eksilen pay, çalınan rıza

Gramsci’nin dediği gibi: “Eski dünya ölüyor, yenisi doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarların zamanıdır.” Tam da bu nedenle kamu emekçilerinin grevi, yalnızca maaş pazarlığı değil, eski dünyanın ölüsüne karşı yeni bir doğum sancısıydı.

Tarih bize şunu defalarca gösterdi: hiçbir terazi sonsuza kadar yamuk kalmaz. Kadınların öfkesiyle, emekçilerin direnişiyle, gençlerin özgürlük susamışlığıyla, yurttaşların adalet talebiyle o kefeler bir gün devrilecektir. O gün geldiğinde mesele, payımıza düşen kırıntıları almak değil; adil olanı, insanca olanı, eşit olanı kurmak olacaktır.

‘Çalınan ekmekle eksiltilen oy, aynı sofrada yenir.’

Bir ülkenin hikâyesi çoğu zaman büyük nutuklarda değil, küçük işaretlerde saklıdır. Bizim hikâyemizse bir terazinin kefesinde gizlidir. Bir kefeye iktidarın sözü, diğerine halkın payı konur. Ve her defasında aynı sonuç: söz ağırlaşır, pay hafifletilir.

Kadının mirastan hakkını küçülten fetva, kamu emekçisinin açlık sınırının altında bırakılan maaşı, laikliğin törpülenmesi, bilimselliğin değersizleştirilmesi… Hepsi aynı terazide tartılır. Hep aynı oyun: birileri ağırlaştırılırken birileri eksiltilir.

Simone de Beauvoir, İkinci Cins’te kadınların tarih boyunca nasıl “öteki” kılındığını yazarken, bugün yaşadığımız tabloyu da işaret ediyordu: “Kadın mutlak özne değildir; çoğu zaman erkeğin göreli ötekisidir.” Bu ötekilik yalnızca kadınların değil; toplumun bütününün üzerine çöker. Kamu emekçisi bordrosunda kırıntıya mahkûm edilir, öğrencinin elinden bilimin ışığı çekilir, hasta hastane kapısında sürünür, adalet arayan yurttaş dosya raflarında kaybolur. İkinci cinsiyet, ikinci yurttaşlık, ikinci sınıf bir yaşam… Terazinin gölgesi hepimizin üstüne düşer.

Bugün, 18 Ağustos’ta kamu emekçileri bu gölgeyi reddetmek için iş bıraktı. Meydanlarda yankılanan slogan şuydu: “G[Ö]REV deyiz.” Çünkü bu yalnızca bir grev değil, aynı zamanda görmenin, gerçeği haykırmanın eylemiydi. Toplu iş sözleşmesi sürecinde dayatılan sefalet zamlarına karşı bir itirazdı. Ama tam da o anda PTT Genel Müdürlüğü, greve çıkılmasını engellemek için emekçileri tehdit eden bir kararname yayınladı. Yani iktidar, terazinin kefesini sadece sözle değil, tehditle de ağırlaştırmaya çalıştı. Habersen’in ve KESK’in bu karara karşı duruşu, sendikacılığın ve emeğin onurlu resmi oldu.

Gramsci’nin dediği gibi: “Eski dünya ölüyor, yenisi doğmak için mücadele ediyor; şimdi canavarların zamanıdır.” Tam da bu nedenle kamu emekçilerinin grevi, yalnızca maaş pazarlığı değil, eski dünyanın ölüsüne karşı yeni bir doğum sancısıydı.

Engin Geçtan, Psikanaliz ve Sonrası’nda sorar: “Aslan neden şu bizonu değil de ötekini seçti? Çünkü evrenin kuralı rastlantıdır.” Ama bizde rastlantı yoktur. Burada “rastlantı” kader diye pazarlanır. Mirasın küçültülmesi “ilahi düzen” diye sunulur, sefalet zamları “zorunluluk” diye meşrulaştırılır, laikliğin daraltılması “milletin inancı”yla süslenir. Ve emekçinin iş bırakma hakkı tehditlerle bastırılmaya çalışılır. Oysa bütün bunlar rastlantı değildir. Bunlar bilinçli ve sistematik tercihlerdir. Eksiltmenin adı bizde kader değil, politikadır.

Antonio Gramsci’nin Modern Prens’te söylediği cümle bu düzenin anahtarını verir: “Bir iktidarın sürekliliği, yalnızca zorla değil, rızanın örgütlenmesine bağlıdır.” Bugün gördüğümüz tam da budur. Kamu emekçilerine dayatılan sefalet zamları masada “kazanım” diye duyuruluyor. Kadınların payını küçülten fetvalar “ilahi düzen” diye açıklanıyor. Sandığa bırakılan oy da aynı terazide hafifletilir; temsil hakkı iktidarın safına geçirilir. Bir belediye başkanı yalnızca kadın olduğu için değil, hakkındaki yolsuzluk iddialarından aklanmak için saf değiştiriyor. Ve bütün bu tablo, rızanın zor ve suskunlukla örgütlenmesinin resmi oluyor.

Eksilen yalnızca miras değildir; emekçinin maaşı, öğrencinin bilimi, yurttaşın adaleti, kadının eşitliği aynı terazide hafifletilir.

Ama tarih bize şunu defalarca gösterdi: hiçbir terazi sonsuza kadar yamuk kalmaz. Kadınların öfkesiyle, emekçilerin direnişiyle, gençlerin özgürlük susamışlığıyla, yurttaşların adalet talebiyle o kefeler bir gün devrilecektir. O gün geldiğinde mesele, payımıza düşen kırıntıları almak değil; adil olanı, insanca olanı, eşit olanı kurmak olacaktır.

Ve sözü bize yol gösterenlere bırakmak en doğrusu:

“İnsan yaşamı, rastlantıların evrensel kuralına boyun eğdiği ölçüde değil, onları sorguladığı ölçüde özgürdür.”

- Engin Geçtan

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER