© Yeni Arayış

Dinî süreklilik

Tam da bu kökleşememenin ürettiği zihinsel boşluk, seküler tahayyülün neden bir toplumsal ritme dönüşemediğini daha açık biçimde görünür kılar. … Sonuç olarak ifade edilebilir ki  sekülerlik, toplumsal hayatta bir bilinç biçimi olarak dolaşıma girmek yerine, hep yarım kalmış bir iddia, tamamlanamayan bir dünya tasavvuru olarak kalır. 

Türkiye, kendisini yüz yılı aşkın süredir “laik” bir devlet olarak tanımlasa da ancak toplumsal dokunun derin katmanlarında sekülerliğin kurucu bir dünya tasarımı olarak yerleşmesi hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bu eksiklik, sadece dinî sembollerin kamusal alanda görünürlüğüyle açıklanabilecek bir mesele değildir. Asıl mesele, sekülerliğin bir zihniyet üretme kapasitesini kaybetmesi ve hiçbir zaman kendi kurucu antropolojisini yerleştirememiş olmasıdır.Sekülerlik, modernliğin öne sürdüğü radikal bir iddiayı taşır: insanın dünya karşısındaki mevcudiyetini aşkın referanslardan bağımsız olarak kavrama yetisi. Türkiye’de bu iddia hiçbir zaman geniş kitlelerin gündelik hayat pratiklerine nüfuz edemedi, nitekim modernleşme tepeden inmeci bir uyarlama olarak işledi; seküler öznenin oluşması için gereken kültürel süreklilik kurulamadı.

Cumhuriyet kadroları, dinî referansları devlet aygıtının dışına doğru itmeye çalışırken onları toplumsal alanın içinde yeniden güçlendirdi; devletin kontrolündeki din kurumsallaştı, toplumun içindeki dinî tahayyül meşruiyetini çok daha pekiştirerek genişledi.Modernleşme tarihi boyunca Türkiye’de sekülerliğin asli bileşeni olan “bireyin özerkliği” kültürel bir zemin bulamadığı için, aile, gelenek, cemaat ve mahalle bireyin karar kudretinin önüne geçen içsel düzenekler hâline geldi.Bu yapılar, dinî olanın sadece inanç değil, aynı zamanda toplumsal aidiyet biçimi olarak yeniden üretildiği zeminlerdi. Seküler öznenin yükselmesi için gereken bireysel vicdan ve içsel özerklik, çoğu zaman kültürel yapılar tarafından bastırıldı.

Dolayısıyla,tüm bu kültürel tıkanmanın ardından, Türkiye’de sekülerlik devletin ideolojik bir projesine sıkışıp kaldı, toplumsal alanda içselleştirilmiş bir “yaşam tarzı felsefesi”ne dönüşemedi. Sekülerlik kamusal düzeni biçimlendirse de gündelik hayatın anlam üretme ihtiyacına nüfuz edemediği için toplumsal hafızada bir boşluk bıraktı. İşte tam bu boşluk, siyasal İslam’ın yükselişini mümkün kılan kültürel zemini hazırladı.Siyasal İslam, zaten çok daha derin bir kültürel rezervuara yaslanıyordu: sözel kültürün din merkezli yapısı, aile içi otoritenin hiyerarşik formu, mahalle gözetimi, sembolik ritüellerin gündelik yaşama yayılması…

Bütün bunlar, devlet sekülerliğinin önünde güçlü ve sürekliliği yüksek bir kültürel direnç hattı oluşturdu. Devlet, laikliği hukuksal bir üst-anlatı olarak kurarken, aynı anda Diyanet’i büyüterek dinî alanı yeniden örgütledi. Bu çelişki, sekülerleşmenin ontolojik temelini çökerterek, “laiklik” ile “dinsellik” arasında hibrit bir düzen üretti. Bu düzen, görünürde laik; işleyişte dinî referanslarla yoğrulmuş bir rejim doğurdu. Türkiye’nin seküler olmamasının nedeni, sekülerliğin slogan olarak var olup, özneleşme süreci olarak hiç üretilememiş olmasıdır.

Bu özneseviyesindeki boşluğun sonucu olarak, Türkiye’de sekülerlik çoğu zaman “devlet pratiği” olarak tezahür etti; toplum ise kendi ritmik sürekliliğini dinî habitus üzerinden kurdu. Kamusal alanın dili, gündelik yaşamın yapısı, siyasal mobilizasyon tarzları, kriz dönemlerinde ortaya çıkan dayanışma biçimleri,hepsi seküler bir tahayyülden çok, dinî bir duygulanım örgüsüne yaslandı. Üstelik seçmen davranışlarından kültürel reflekslere kadar birçok alanda din, modern siyasetin belirleyici değişkeni olma konumunu geçmişten bugüne devam ediyor.

Bütün bu kültürel sürekliliğin işaret ettiği temel gerçek şudur: Belki de bugün Türkiye’de tartışılan şey sekülerliğin zayıflaması değildir; sekülerliğin hiç kökleşmemiş olmasıdır. Çünkü sekülerlik, bir hukuk maddesinden çok daha fazla şeydir: dünyayı deneyimleme biçimi, insanın kendi varlığını aşkın referanslardan bağımsız konumlandırma yetisi. Bu yeti, Türkiye toplumunda hiçbir zaman kurucu bir değer olarak yaygınlaşmadı.Dolayısıyla olarak Türkiye, siyasal yapısı laik olan, fakat toplumsal dokusu derinlemesine dinî olan bir çelişki rejimi içinde yaşamaya devam ediyor. Sekülerliğin başarısızlığı, modernliğin yerleşememesiyle; modernliğin yerleşememesi ise bireysel özerkliğin tarihsel olarak bastırılmasıyla bağlantılıdır. Bu nedenle Türkiye’nin seküler olmadığı sadece gözlemlenebilir bir toplumsal gerçeklik değil; aynı zamanda modern öznenin kurulamayışının felsefî bir sonucudur.

Tam da bu kökleşememenin ürettiği zihinsel boşluk, seküler tahayyülün neden bir toplumsal ritme dönüşemediğini daha açık biçimde görünür kılar. Toplumun dünyayı rasyonel bir düzen olarak kavrama çabası, kültürel hafızanın derin katmanlarında yer etmiş dinî duyarlılıklar tarafından sürekli emilmiş; bu emilim, seküler tahayyülün kendi ritmini kurmasına izin veren kültürel sürekliliği baştan kesintiye uğratmıştır. Sonuç olarak ifade edilebilir ki  sekülerlik, toplumsal hayatta bir bilinç biçimi olarak dolaşıma girmek yerine, hep yarım kalmış bir iddia, tamamlanamayan bir dünya tasavvuru olarak kalır. 

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER