© Yeni Arayış

Batı ile Doğu’nun farkları

“Batılılaşama” konusu tartışılırken bu toplumsal yapı / geçmiş / miras / geleneksel yapılar / anlayışlar (ne denecekse) genellikle hatırlatılmaz. Oysa Doğu’yu Batı’dan ayıran Rönesans, Aydınlanma veya Endüstri Devrimi değildir.

Doğu ile Batı arasında, tabii ki ekonomiden teknolojiye ve eğitimden sanata pek çok alanda farklar vardır. Ama bu farklar rastlantısal değildir; berilerinde tarihi toplumsal nedenler bulunuyor. Osmanlılar bunu göremedi ve Batı’nın bazı kurum ve yöntemlerini aynen uyguladıklarında benzer sonuçlar elde edeceklerine inandılar. Bu anlayış Cumhuriyet döneminde de “reformlar” alanında yaşandı.

Bir yanlış soru ve belirsizlikler içeren bir öneri ile yola çıkılınca istenilen yere ulaşılamıyor. Yanlış soruyu daha önce etraflıca yorumlamıştım: “Türkiye neden gelişmedi, gelişemedi, Batılılaşamadı, modernleşmedi türünde bir soru “yanlıştır”, çünkü Türkiye her ne kadar bir “batı ülkesi” olmadıysa da dünyamızdaki pek çok ülkesi gibi son yüzyıllarda aslında gelişmiştir. Pek çok alanda. Ayrıca sorunun berisinde bir beklenti ve geçerliliği kanıtlanmayan bir varsayım bulunuyor: “Biz de bir batı ülkesi gibi teknolojisi ileri, hayat standartları yüksek bir ülke olmalıydık; ne oldu da bu sağlanmadı?” Ancak bunun olabilecek, gerçekçi bir beklenti midir? Bütün dünya ülkelerinin batı Avrupa ülkeleri gibi olmaları olanaklı mıdır ve bu sağlanacaksa kaç yılda sağlanabilir? Ve hangi mekanizmalarla? Aşırı bir örnekle soruyu somut kılayım: Pakistan’ın, Güney Sudan’ın veya Nijerya’nın, ekonomik ve kültürel olarak İngiltere veya Danimarka gibi olması ne kadar zaman alır? Bunun olması için bu ülkeler ne yapmalı? Haklı olarak denecek ki, Türkiye bu “geri” ülkelerle kıyaslanamaz. Doğrudur. Ancak sorunun özü benzerdir: Batı Avrupa’dan farklı ekonomik ve kültürel düzeylerde bulunan toplumlar “arayı” nasıl kapatabilirler?

Belirsizlik içeren öneri ise “bu konuda ne yapmalı?” sorusu ve ileri sürülen ilgili tezlerdir. Eylemi – kurtarıcı eylemi - yapacak olan kimdir? Özne kimlerdir? Hatta bu soru belki de geri kalmışlığın sırrını içeriyor! Batı Avrupa’nın gelişmesini “öncü birileri” yapmadı; toplumsal denen bir olay yaşandı, yüzyıllar süren bir süreçte. Birilerinin yürüteceği bir “modernleşme” farklı bir olaydır. Dinamikleri ve mekanizmaları farklıdır. Tabii sonuçları da. Aklıma ilk gelen örnek: Gutenberg’in bir matbaa kurması ile Padişahın matbaa kurdurması.  Bunlar iki benzer toplumsal olay değildir. Benzerlik belki matbaanın makinelerindedir! Olayı doğuran ihtiyaç, eylemi yürüten güç ve matbaadan yararlanan toplumsal kesim farklıdır. Ayrıca tarih farkı da 287 yıldır. Tabii sonuçları da farklı olacaktı.  On yıllar süren mücadelelerinden sonra 1918 yılında İngiltere’de kadınların seçimlerde oy kullanma hakkını kazanmalarıyla; 1934 yılında Türkiye’de kadınların oy kullanma hakkının bağışlanmasının farkı yalnız 16 yıl değildir; toplumsal temeli farklı iki olaydır. Türkiye’de “tepeden” gelen reformlar çok konuşulmuştur. Bu tür “ileri adımlar” zararlı olmayabilir, hatta yararlı da olabilir; yalnız Batı’daki reformlar gibi değildir ve aynı etkiyi de yapmadılar. 

Avrupa “aydın despotlar” (enlightened despots), yani Aydınlanma hareketinden etkilenmiş otoriter yöneticiler olayını yaşadı. Bu insanlar toplum yararına işler yapmışlar ve bazı konularda yararlı da olmuşlardır. Ama batıdakiler, örneğin Danimarka’daki VI. Frederic (1808-1839) ve İsveç’teki III. Gustav (1771-1792), doğudaki Rus Büyük (Deli) Petro (1682-1725) ile Büyük Katerina’ya (1762-1796) kıyasla daha etkili oldular, toplumları onlara farklı davrandı ve sonunda ülkelerinde daha kalıcı sonuçların doğmasına da neden oldular. (Bu aydın despotlara belki III. Selim’i (1789-1807) ve II. Murat’ı da (1808-1839) Doğu’nun örnekleri olarak katabiliriz.) Doğu ile Batı’nın farklılığını bu “despotların” çabalarında ve sonuçlarında da görüyoruz; doğu ve batıda aynı sonuçlara varmadılar. Doğal olarak, bu “despotlar” Aydınlanma’yı oluşturanlar değildiler, yalnızca Aydınlanma’dan etkilenmişlerdi; yani bir kültür olayının yan ürünüydüler, sonuçtular. Ayrıca önemli eksiklikleri de vardı.  Şiarları “Her şey halk için, ama halklar tarafından hiçbir şey” imiş! John Stuart Mill ise bu sistemin, gelişmelerini sağlayacağı için barbar toplumlar için uygun olduğunu söylemiş. Bu kişiler ileri toplumlar oluşturmadı; gelişmekte olan toplumların etkisinde, bazı olumlu davranışlarda bulundular – özellikle de Batı’da.

Batı problematiği, veya isterseniz Batı’nın sırrı, “farklılığında” aranmalı; dünyanın geri kalanıyla farklılığında. O zaman Türkiye ile ilgili sorular da açıklık kazanır. Batı ile “farkımız” Türk araştırmacıları tarafından hep vurgulandı, ama bu farkın ne olduğu konusunda anlaşma pek sağlanmadı. Ama önce büyük resme bakalım.

Osmanlı yöneticiler ama sonradan pek çok araştırmacı da Doğu-Batı “farkının nedenini” anlamaya çalıştıklarında sonuçları neden (sebep) olarak algıladılar. Askeri yenilgiler, savaş tekniklerinin yeterince gelişmemiş olması, iç isyanlar, ekonomik sıkıntılar, dış baskılar, sorunlu devlet yönetimi gibi durumlar “geri kalmışlığın” nedenleri sayıldı. Oysa bunlar “geri kalan” herhangi bir toplumda belirecek durumlardır; yani bunlar sonuçtur.

Türkiye’de “batılılaşma/çağdaşlaşma” [bundan böyle yalnız “batılılaşma” denecek] ihtiyacını doğuran “sorunlar”  iki farklı eksende ele alındı ve yorumlandı: A- tarihî dönemlerime göre, B- Toplumsal sorunların türü temelinde. Önce “zaman” parametresine bakalım.

Sorunlar ve batılılaşma ihtiyacı ne zaman ortaya çıktı? En yaygın “tarih” Karlofça Antlaşması’dır: 1699. İkinci Viyana kuşatması askeri bir yenilgi ile sonuçlanmıştı ve bu antlaşma Osmanlı Devletinin “yenilmezliğine” son verir gibiydi. Bu tarih bir dönüm noktası ve Osmanlı Devletinin “gerileme devrinin” başlangıcı sayıldı. Kimi tarihçiler dönüm noktasını Fransız İhtilali ile (1789) ilişkilendiriyorlar. Ama her durumda söz konusu tarihin 18. yüzyıl olduğudur; yani yakın tarihtir.

Tabii 1699 yılı semboliktir. Ama bu sembol anlamlıdır.  Batılılaşmanın yakın tarihte başlaması, sorunların ve “geri kalışın” da bu yakın tarihte görülmesi anlamındandır. Demek ki daha öncelerde sorun yokmuş. Gerçekten de öyledir. Doğu ile Batı arasındaki geniş resme baktığımızda bu iki coğrafi bölge arasında, ekonomi, kültür, hayat standardı arasında çarpıcı farklar yoktu. Dünyanın “merkezinin” Batı’ya kayması “yeni” bir olaydır. Hobsbawm’un yazdıklarını hatırlatayım:

“On sekizinci yüzyılda Çin İmparatorluğu hiçbir anlamda ekonomik olarak ya da uygarlık olarak Avrupa'dan aşağı değildi ve hele ‘geri’ bir ülke hiç değildi. Ancak 19. yüzyılda dünyayı dönüştüren ekonomik devrimin temeli olan batılı ülkelerle diğerleri arasındaki uçurum açıldı. İlk başta yavaş yavaş, daha sonra hızla artarak. 1880'e gelindiğinde ‘gelişmiş’ dünyadaki kişi başına düşen gelir ‘Üçüncü Dünya’dakinin neredeyse iki katıydı; 1913'te ise üç kattan fazla artacaktı. 1950'de fark 1 ile 5 arasında, 1970'te ise 1 ile 7 arasındaydı… Bu artan farkların temel nedeni teknoloji idi, ve bu olayın hem ekonomik hem politik bir yanı vardı...”[1]

Yani Çin gibi, Türkiye ve dünyanın pek çok ülkesi, “normal” yaşarlarken, birden, yani bir yüzyıl içinde hızlı yol alan bir Batı Avrupa ile karşı karşıya kaldılar! Bu kapsamda anlaşılması gereken, “normal dünyamız” değildir, “anormal” bir hızla yol alan Batı’dır.

Ancak Osmanlı yöneticiler ama sonradan pek çok araştırmacı da Doğu-Batı “farkının nedenini” anlamaya çalıştıklarında sonuçları neden (sebep) olarak algıladılar. Askeri yenilgiler, savaş tekniklerinin yeterince gelişmemiş olması, iç isyanlar, ekonomik sıkıntılar, dış baskılar, sorunlu devlet yönetimi gibi durumlar “geri kalmışlığın” nedenleri sayıldı. Oysa bunlar “geri kalan” herhangi bir toplumda belirecek durumlardır; yani bunlar sonuçtur.

Doğu toplumunda savaşlar kazanılıyor, ganimet ve vergiler merkeze aktarılıp muhteşem bir başkent oluşturuluyor,  halkın geçimi ve güveni sağlanıyordu. Ama aynı sürede Batı’da farklı bir toplum oluşuyordu; ve alttan alta büyük bir “farkı” oluşturacak olan toplumsal gelişmeler yaşanıyordu.  “Gerileme döneminden” önce sorun yoktu ama, sonradan yaşanacak olan Batı’daki gelişmenin ve Doğu’daki “geri kalışın” altyapısı toplumsal bir gerçeklik olarak yola koyulmuştu.

2025.01.04 tarihli “Türkiye neden gelişemedi?” başlıklı yazımda Braudel’in Batı Avrupa’daki gelişmeyi nasıl açıkladığını anlatmıştım:[2] Olay çok eskilere dayanıyor. Roma İmparatorluğu'nun dağıldığı dönemden başlayıp, güçlü bir devletin merkezî idaresinden kurtulan ve rekabet yoluyla serbest piyasanın ve kapitalizmin temellerini atan tek tek küçük üniteler, kentler ve feodal yapılar “farkı” oluşturmuştu. Aynı durum Japonya’da da olmuştu. Τürkiye tarihçiliğinde Batı’daki bu özelliğin Doğulu coğrafyalarda bulunmadığını savunan araştırmacılar vardır; ama belki bu farkın önemini gerektiği kadar vurgulamamışlardı.

Stefanos Yerasimos herhalde istisnalardan sayılır.[3] Şunları yazmıştı;

“Batı Avrupa ile Osmanlı toplumu arasındaki ilişkiler, ilk merkantil çağında başlamaz; daha ötelere, feodal Avrupa’yla bir çeşit feodal [olan]… Bizans toplumu arasında varlığını sürdürdüğü dönemlere kadar uzanır… Hemen hemen kesilmeden süren bu ilişkiler dizisi boyunca bu geriye bakış süreci bizi ‘Doğu’ ile ‘Batı’ arasında ekonomik ve siyasi birliğin var olduğu çağa, Roma İmparatorluğu’na kadar götürür.

Batı dünyasının üstünlüğü ta o zamandan açıkça bellidir ve Bizans İmparatorluğu’nun yerini Osmanlı İmparatorluğu’nun alması, Türklerin gelmesinden önce başlamış olan eşitsiz gelişme süreci içinden olsa olsa bir ara verme ya da verdirmedir.

Bizans bütün siyasal, sosyal ve kültürel düzeniyle Batı’nın baskısına dayanamaz hale girmişken, Osmanlılar gelip nöbeti devralırlar; ama bu, yapıları alt üst etmek için değil, eski sistemi yeniden kurmak hatta onu mükemmelliğe ulaştırmayı denemek içindir. Osmanlılar baştan kaybedilmiş bir savaşta nöbeti devraldılar. 

Sorun, Doğu’daki güçlü merkezi yönetim tarzıdır. Örneğin, Doğu’daki tüccarlar “kendilerini devletin vesayetinden hiçbir zaman kurtaramadıkları ve bu yüzden İtalyanların rekabetinde uzun zaman dayanamadıkları varsayılabilir. Kendi çıkar paylarını korumak [için durumu kabul eden] devlet memurlarına gelince, yeni filizlenen bir gücü [burjuvaziyi] henüz kabuğunu yaramadan boğmak, daha çok işlerine geliyordu.”

Şerif Mardin ve Taner Timur da “sorunları” çok eskilerde görürler.[4] Ş. Mardin Osmanlı toplumu ile ilgili olarak, “karakteristiği amme iktidarının genişliği ve merkezi bir idaresi olan toplumlar, bireye önem vermeyen toplumlar, merkeziyetçi nitelikleri devam ettirecek bir eğitim sistemine dayanıyordu. Bu tip toplumlarda bireyin kişisel gelişme eğilimine set çekiyordu” diyecektir. “Sosyal yapı” ile ilgili olarak da şunları yazar:

“Batı’da elit yalnız siyasi değil, entelektüel, artistik veya teknokratik olabiliyordu. Bir elitin yalnız siyasi olabileceği düşüncesiyse Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal yapısının izini yaşıyordu. Çünkü insanlar ‘yönetenler’ ve ‘yönetilenler’ olarak iki kesin gruba ayrıldıkları bir sistemde, böyle bir elit kavramı tabii olarak ortaya çıkacaktı. Meydana getirilmesi tasavvur edilen siyasi ‘elitin’ başlıca işi halka görevlerini öğretmek olacaktı.”

Ş. Mardin de, S. Yerasimos gibi “yönetici memurlardan” söz eder: “Osmanlı İmparatorluğunda zaman zaman çıkan anlaşmazlıkların temelini ‘sınıf mücadelesi’ değil, devlet memurları arasında bir mücadeledir” diyecektir. Mardin bugünkü durumun “nedenlerini” toplumsal dinamiklerin içinde arayanlardandır. Başarısız modernleşme toplumun dinamiklerinin, bir mirasın, geleneklerin ve toplumsal yapının bir sonucudur.

‘Pazar inkılabı’, modern devletin Batı’da ülke genişliğinde pazarlar yaratma çabasıdır. Sanayi inkılabı ise makine kullanma ile başlayan fakat önemli sonuçları toplumsal olan bir evredir. Sanayileşme asıl sanayi inkılabından önce mevcut insan kümeleşmesini değiştirdiği için önemlidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda her biri bir sosyal yapı yoğurması getiren bu hareketlerden son derece güdük kalmış, diğerleri görülmemiştir.

Taner Timur ise Osmanlı düzeni için şunları yazar:

“Her şeyden önce Osmanlı merkeziyetçiliğinin, Batı’da feodalizmin çözülmesinden sonra kurulan mutlak monarşilerden bazı farkları olduğunu unutmamak gerekir. Batı’da mutlak monarşiler, şehirlerde ve belediye özerklikleri içinde gelişen burjuva sınıflarının desteği ile gerçekleşmiş ve modern bir bütçeyle devamlı ordulara ancak bu ortamda kavuşabilmişlerdir. Oysa Osmanlılarda merkeziyetçi görünümü sağlayan mekanizmalar farklı niteliktedirler. Bu farklılığı oluşturan en önemli unsurlardan biri Osmanlı yönetici zümresinin heterojen yapısıydı… Bu karmaşık yapıda … Batılı anlamda birleştirici bir ‘burjuvazi’ doğmamıştır.”

Batı’da monarşiler, şehirlerde ve belediye özerklikleri içinde gelişen burjuva sınıflarınca oluşmuş, oysa Osmanlılarda merkeziyetçilik bu gelişmeye fırsat vermemiştir. Batı Avrupa feodalizmi dağınık ve ademi-merkeziyetçi senyörlükler sistemiydi; Osmanlı toplumu “tam tersine” bir yol izlemiştir. “Batı’da şehirlerin özerk bir statü kazanmaları burjuvazinin XV. ve XVI. yüzyıllardan itibaren oluşmasına yol açmıştı.

“Batılılaşama” konusu tartışılırken bu toplumsal yapı / geçmiş / miras / geleneksel yapılar / anlayışlar (ne denecekse) genellikle hatırlatılmaz. Oysa Doğu’yu Batı’dan ayıran Rönesans, Aydınlanma veya Endüstri Devrimi değildir. Bunlar temel farkın doğurduğu sonuçlardır; bunlar da farktır ama sonuç olarak ortaya çıkan farklardır.  Temel fark Batı’da bu gelişmeleri doğuran toplumsal yapıdır; ve Doğu’da bu tür gelişmeleri doğurtmayan toplumsal yapıdır. Nedenler toplumların dinamikleridir. Sonuçlara bakıp bunları “temel fark” sayarsak, gerçek farklar hiçbir zaman anlaşılmayacaktır; dikkat sonuçlara odaklanacak, Batı’yı “Batı” yapan nedenler bunlardır sanılacak. Toplumsal önlemler de kaçınılmaz olarak isabetsiz olacak. Bu yanlış yaklaşımın bir belirtisi ise “tepeden” reformlardır: Benzer durumları oluşturursak “Batı gibi” oluruz yanılgısı! Çoğunluğu oluşturmayan bazı araştırmacıların “çok eskilerden” gelen nedenler konusunda neler söylediklerine bakalım.

Temel neden, çok eskilerden gelen ve etkileri günümüzde de kısmen sezilen toplumsal yapıdır. Buna çeşitli “isimler” verilebilir: üretin tarzı, sosyal yapı, yönetim biçimi, yönetici-yönetilen ilişkileri, tarihi miras, gelenekler, geleneksel düzen ve ilkeler vb.

Bernard Lewis’e göre “Modern tarihçiler, [Osmanlının] istilacılara toprak kaptırılmasını, haklı olarak, zayıflığın nedenlerinden çok belirtileri arasında saymak eğilimindedirler… “[Doğru yaklaşım, ahlaki bozukluk gibi belirtileri]  nedenlerden çok belirti olarak bakmaya ve bunların saiklerini ve kaynağını daha geniş ve daha derin değişmelerde aramaya yöneltir”[5]

“Osmanlıların askeri örgüt, sivil idare, vergi ve toprak tasarrufu sistemleri, hep fetih ve kolonizasyon ile kâfir ülkelerine yayılan bir toplumun ihtiyaçlarına göre düzenlenmişti. Bunlar duraklayan veya geri çekilen bir sınırın farklı gereklerine cevap vermez hale geldiler” (s. 27).

J.E. Zürher’e göre “Osmanlı ideolojisinin öne çıkan özelliği, hükümdar (ve hizmetkârları) ile tebaa arasındaki ilişkinin, araya başka grupları sokmamasıydı. Sultan, mutlak gücü temsil ediyordu ve hizmetkârları …. kullarıydılar. Osmanlı devlet sistemi ve toprak sahipliği sistemi daima, halkın artık ürününün bir bölümüne el koyacak aristokrasi gibi çalışan güç merkezlerinin doğmasını önlemek üzere düzenlenmişti.”[6]

Şevket Pamuk da Osmanlı yöneticilerinden söz ederken “memur” kelimesini kullandığını görüyoruz[7]. Pamuk’a göre Osmanlı Beyliği’nde iki üretim biçimi 15. yüzyıla kadar mücadele etti: “Yerel aristokrasinin temsil ettiği feodal üretim tarzı ile devşirme devlet memurlarının temsil ettiği vergisel üretim tarzı… II. Mehmed’in izlediği politikalardan, aldığı önlemlerden sonra hem devlet, hem de ekonomi düzeyinde [düzen] ikinciler lehine dönmeye başladı” (s. 25). “Taşradaki güçler de egemenliği ellerine geçirerek daha farklı bir üretin tarz kuramadılar” (26)  “Osmanlı Devleti’ni … Balkanlar’da var olan Bizans ve diğer yapılarla karşılıklı etkileşimi sonucunda biçimlenen ve gelişen bir İmparatorluk olarak yorumlamak doğru olacaktır”  (s. 27).

16. yüzyılda Osmanlı topraklarının beşte dördünün devlet mülkiyetinde olduğu göz önüne alındığında “toprakta özel mülkiyetin yaygın ve egemen olduğu, siyasal egemenliğin ise yerel beyler arasında parçalandığı Avrupa’nın feodal topraklarından ayrıldığı ortaya çıkıyor” (s. 63).[Osmanlı döneminde] “Merkezî devlet gücünü korudukça toprakta özel mülkiyet yaygınlaşması ve tarihsel üreticilerin topraktan kopmaları mümkün değildir” (s. 96).  “Sermaye birikimi ancak devletin izin verdiği, göz yumduğu biçimlerde ve boyutlarda gerçekleşebilmekteydi” (s. 97)

Çağlar Keyder de Doğu’nun Batı’dan farkını düzende görür:[8] “Bizans köylüsünün bağımsızlığı feodal serfe göre daha fazlaydı; ama feodalleşmenin başlangıçları görülür gibiydi. İktidarın Osmanlı hanedanının elinde toplanması gelişmeye son verdi ve aynı zamanda Avrupa anlamında bir aristokrasinin evrimini ‘durdurdu’” (s. 16).

“Ayân, feodal-aristokrat bir sınıfın oluşması doğrultusunda başarısız bir girişim olarak da görülebilir. Bir sınıf olarak ortaya çıkabilmenin maddi gereklerini yerine getirmelerinin yanısıra, siyasi iktidarı paylaşma yolunda özne niyetleri var gibiydi… Taşra şehirlerinde yönetime el koymaları ve Padişah’a Magna Carta benzeri bir senedi kabul ettirme girişimleriyle siyasi bir projenin de önderliğini de yapıyorlardı.  [Başarısızlıklarını projelerinin yetersizliklerine] değil de merkezin gösterdiği dirence bağlamak daha doğru olur” (s. 20).

Sevan Nişanyan ise eskilerden gelen Osmanlı pratiğinin – mirasının, kültürünün, yapısının da denebilir – bugüne etkilerini ve sonuçlarını sıralayıp eleştirir.[9] Kısacası, merkezi devletin ve gücün karşısında denge sağlayabilecek toplumsal ortam oluşmamıştır. “[Cumhuriyet döneminde pek çok hata yapılırken ve özgürlükler kısıtlanırken] bunları eleştirecek, akıl ve izan yolunu gösterecek bir kamuoyu yoktur. Basın suskundur. Partiler yoktur. Bağımsız bir üniversite, devletten maaş almayan bir aydın sınıfı, devletten bağımsız güç kaynakları olan etkin sosyal zümreler yoktur. Yapılanlara karşı hukuk yolu kapalıdır. Hoşnutsuzluğu kanalize edebilecek bir muhalefet kalmamış, ülkeyi altüst etmeksizin kadroların değişimini sağlayacak olan siyasi kanallar tıkanmıştır.” (s. 428)

Levent Köker de, aynı doğrultuda, “geçmişin” bugüne yansımasından söz eder.[10] Osmanlı’da olduğu gibi çağdaş Türkiye’deki reformların temel amacı devleti güçlendirmektir – veya “kurtarmaktır”. Zaten “inkılâp yapmak önce kanun yapmak demektir” (s. 175). Devletçilikle devlet,  “iktisadî, kültürel ve siyasal tüm ilişkileri merkezî iktidarın denetimine ve yönlendirmesine tabî kılan bürokratik, otoriter bir nitelik” kazanmıştır. (s. 226).

Köker’e göre,  modernleşme, “batılı olmayan toplumlarda modern zihniyetli intelligentia” tarafında uygulanır. Bu “önderler” halktan kopmuş olmakla birlikte aslında halkın temel anlayışlarıyla bir yakınlık göstermektedir.

“Bu yakınlık, Şerif Mardin tarafından ‘ümmet’ strüktürünün Osmanlı-Türk aydını üzerindeki etkisinde teşhis edilmiştir. Devleti kurtarmak için gözlerini Batı’ya çevirmiş olan Osmanlı-Türk aydını, Batı’daki düşünce sistemlerinden yalnızca, kendi seçkinci eğilimlerine uygun düşen pozitivism ile, ‘ümmet’ strüktürünün beslediği, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ‘communautaire’ unsurun, kapsayıcı, bireye önem vermeyen ve bu anlamda otoriter bir milli kültür kavramı için zemin hazırlamış’ olan dayanışmacılığı almıştı” (s.227).

Bütün bu araştırmaların paylaştığı ortak görüş, Batılılaşma ihtiyacını doğuran nedenlerin, yeteneksiz padişahların, yobaz din adamlarının, iç isyanların, iç ve dış düşmanların, artık kazanılmayan savaşların, eksik eğitimin olmadığıdır. Bunlar, Osmanlının daha hızla güç kaybetmesine neden olmuştur ama aslında başka temel nedenlerin sonuçlarıdır. Temel neden, çok eskilerden gelen ve etkileri günümüzde de kısmen sezilen toplumsal yapıdır. Buna çeşitli “isimler” verilebilir: üretin tarzı, sosyal yapı, yönetim biçimi, yönetici-yönetilen ilişkileri, tarihi miras, gelenekler, geleneksel düzen ve ilkeler vb.

Bu yerel toplumsal özellikler Batı’daki karşıt özelliklerden farklıdır. Doğu ile Batı arasında, tabii ki ekonomiden teknolojiye ve eğitimden sanata pek çok alanda farklar vardır. Ama bu farklar rastlantısal değildir; berilerinde tarihi toplumsal nedenler bulunuyor. Osmanlılar bunu göremedi ve Batı’nın bazı kurum ve yöntemlerini aynen uyguladıklarında benzer sonuçlar elde edeceklerine inandılar. Bu anlayış Cumhuriyet döneminde de “reformlar” alanında yaşandı.

Yani “Türkiye neden Batılılaşamadı” türü yanlış soruların sorulması ve cevapların bir dizi siyasi kararlarda aranması, temel soruyu cevapsız bırakmakta. Bir sonraki yazımda bu Doğu-Batı farkının içeriğine,  toplumsal sorunların “türüne” odaklanmaya çalışacağım.

**

 

[1] Hobsbawm, Eric. The Age of Empire 1875-1914. Abacus, 2010, s. 15-16.  Ve 2025.02.16 tarihli “Batı Avrupa’nın Dinamiği” başlıklı Yeni Arayış’taki yazım.

[2]  Fernand Braudel, Civilization & Capitalism 15th-18th Century, Cilt 2, The Wheels of Commerce, Fontana Press, 1982, s. 585-599.

[3] Bu konudaki ayrıntılar için bkz: 2025.06.22 tarihli ve “Bölgesel temelde Doğu-Batı ilişkileri” Yeni Arayış yazıma.

[4] Ayrıntılar için bkz: Yani Arayış’ta  2025.07.05 ve 2025.07.19 tarihli “Şerif Mardin ve Modernleşme” ve “Taner Timur ve Modernleşme” başlıklı  yazılar.

[5] Lewis, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: Türk Tarih Kurum, 1984. (s. 26)

[6] Zürher, Eric Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995 (Orijinalı1993), (s. 31).

[7] Pamuk, Şevket. Osmanlı-Türkiye İktisat Tarihi 1500-1914, İstanbul: Gerçek yayınevi, 1988.

[8] Keyder, Çağlar. Türkiye’de Devlet ve sınıflar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1989. S.16.

[9] Nişanyan, Sevan. Yanlış Cumhuriyet, Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 soru, İstanbul: Kırmızı Yayınları 2008. 

[10] Köker, Levent. Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993 (1990).

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER