Aşırı seçkin üretimi sorun yaratabilir
EĞİTİMBir kere üniversite sayısını azaltmak, iki veya dört yıllık mesleki öğretimi güçlendirmek lazım. Ancak bu kurumları bitirenlerin de üniversiteye devam edebilmesine imkan veren bir yapılaşma oluşturulabilir.
Üniversite sayısının artması bir avantaj mı? Üniversite mezunları nitelikli iş bulabiliyorlar mı? İlter Turan, üniversite fazlalığının hedeflendiğİ gibi sonuç veremeyeceğinin üzerinde duruyor. Turan; “Büyük bir “seçkin fazlası” sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu ve bunu aşamazsak ciddi istikrarsızlıkla karşılaşabileceğimizi” söylüyor
Bendeniz asistan olarak devlet memuriyetine girdiğim 1964 yılında ülkemizde adı üniversite olan kurum sayısı iki elin parmakları kadar bile değildi. İstanbul’da sadece İstanbul Üniversitesi ve Teknik Üniversite vardı; Ankara’da Ankara ve Orta Doğu Teknik, İzmir’de Ege, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi bulunuyordu. Karadeniz Teknik ve Çukurova üniversiteleri bile daha kuruluş aşamasındaydı. Tabii, üniversiteler dışında sayıları yine sınırlı olan yüksek okullar da bulunuyordu. Tüm bu kurumların ürettiği mezun sayısı da pek yüksek değildi. Mezunların hemen hepsi diplomalarını aldıktan kısa bir süre sonra bir iş bularak çalışmaya başlayacakları konusunda tereddüt beslemiyorlardı. Mezunların önemli bir bölümü zaten devlet katında bir işe yerleşebileceklerinden emindiler.
Bugün gazeteleri açtığınız zaman sık yer alan konulardan bir tanesi genç işsizliğidir. Üniversite bitirenlerin arasında işsizliğin daha da yaygın olduğu ileri sürülüyor. Bakıyorsunuz, bir yüksek öğretim kurumunu bitirmiş birisi bir yandan iş ararken, diğer yandan kuryelik yaparak geçimini sağlamağa çalışıyor. Ya da okuyorsunuz, üniversitelerin eğitim bölümlerini bitirmiş ve öğretmen olarak atanmayı bekleyen yüzlerce genç göreve atanmayınca yürüyüşe geçmiş, hak talep ediyorlar. Sınavda derece yapmış olanlar mülakatlarda eleniyor, yerine günümüz iktidarının meşrebine daha uygun kişiler göreve atanıyor. En netice, üniversite bitiren gençler arasında yaygın bir memnuniyetsizlik var.
Çocukluğumuzdan başlayarak yetiştirildiğimiz ortamda bizlere sürekli yapılan telkin, “oku, adam ol!” şeklinde idi. Sanıyorum cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ülkeyi yönetenler, ülkemizim içine sürüklendiği zayıf konumdan kurtulmanın cehaleti yenmekten geçtiğine, cehaleti yenmenin yolunun ise daha fazla eğitim görmek olduğuna inanıyorlardı. Sizlerin de bildiği gibi, cumhuriyetin getirdiği en önemli değişikliklerden birinin okullaşma oranının ve ona paralel olarak okur yazarlığın hızla artmasıdır. Yine de, 1950-1960 dönemine girildiğinde Türkiye’nin birçok ilinde lise dahi yoktu. 1960 yılına kadar lise mezunları, herhalde sayılarının az olmasından olacak, yedek subay olarak askerlik yapıyorlardı. Daha sonraları liseler yaygınlaştı, sadece il merkezlerinde değil birçok ilçede de liseler açıldı.
Buna karşılık, uzun yıllar üniversite düzeyinde hızlı bir gelişme yaşanmamıştı. Evet, yavaş yavaş üniversite sayısı artıyordu. Hükümetler mevcut üniversitelerin aldıkları öğrenci sayısını arttırmaları için baskı da yapıyorlardı. Ama liseyi bitirip üniversiteye devam etmek isteyenlerin sayısındaki artışa cevap verecek kadar hızlı bir gelişme yoktu. Gençlerimiz üniversite giriş sınavlarına giriyor, bir kısmı istediği üniversitenin istediği fakültesine kayıt yaptırabiliyor, daha büyük bir kısmı herhangi bir üniversitenin herhangi bir fakültesine girebilmenin mutluluğunu yaşıyor, çok sayıda gencimiz ise ertesi sene şansını bir daha denemek üzere beklemeye geçiyordu. Üniversite bitirenlerin büyük bölümü şu veya bu şekilde bir iş buluyor, üniversiteye girmek için şansını birkaç defa deneyip de başarı sağlayamayanlar ise çalışma hayatına atılıyorlardı.
Son yıllarda ülkemizde bir üniversite furyası başladı. Bir yandan siyasilerimiz seçmenin baskısı altında her yere bir devlet üniversitesi açılmasına karar verirken, diğer yandan da 1982 anayasasının sağladığı imkanları kullanarak vakıf üniversiteleri pıtrak gibi yayılıyorlardı. Sayılarının kaça ulaştığından emin değilim ama ülkemiz 200den fazla üniversiteye sahip olmakla övünüyor. Sistemin bu kadar hızlı gelişmesi sıhhatli olmasa da, galiba önlenmesi de mümkün değil.
Üniversitelerimiz neden bu kadar hızla yaygınlaşıyor? Bir kere, her il bir devlet üniversitesine sahip olmayı bir prestij konusu yaptı. Parlamentoya partisine bakılmaksızın her milletvekilinden “Ben de üniversite isterim” diye baskılar geliyor. İktidarlar bu baskıya karşı direnemiyorlar. Tabii, illerin üniversite istemesi sadece halisane prestij rekabetinden kaynaklanmıyor. İlin iktisadi seçkinleri kentlerine yeni “maaşlı” memur gelecek, hocalar gelecek, bunlar ev tutacak, alışveriş yapacak diye seviniyorlar. Üniversite açılmasına karar verilen her kentte bir de kocaman bir yerleşke inşa edilmesine karar veriliyor. Bu da ciddi bir iktisadi hareketlilik yaratıyor. Bitmedi, öğrencileri de unutmamak gerek. Onlar da kente ciddi bir satın alma gücü olarak giriyorlar. Ama iktisadi seçkinlerimiz tekelci değiller, üniversitenin muhtelif fakültelerini ve yüksek okullarını ilçelerde açmasını onaylayarak üniversite sahibi olmanın nimetlerinden herkesin pay almasını sağlamaya çalışıyorlar. Her fakültesi bir başka ilçeye serpiştirilmiş üniversite saçmalığı onları ilgilendirmiyor.
Hükümetimizin işsizlik konusu üzerine fazla eğildiği izlenimine sahip değilim. Yanılmayı isterim ama gazetelerde okuduklarıma bakacak olursam, yanıldığını sanmıyorum. Halbuki, karşımızda giderek aşılması güç bir soruna dönüşmesi muhtemel çok boyutlu bir dert var. Nasıl aşılacak, hepimizin düşünmesi lazım. Bir kere üniversite sayısını azaltmak, iki veya dört yıllık mesleki öğretimi güçlendirmek lazım.
Son yıllarda bu genişlemeye vakıf üniversiteleri de eklendi. Önce sadece büyük şehirlere özgü görülen bu gelişme bilahare muhtelif illere yayıldı. Vakıf üniversiteleri devlet üniversitelerinin olmadığı yerlerde açılamıyor çünkü devletten emekli olacak hocalar vakıf üniversitelerinin temel direklerinden biri. Kuruluş saikleri ise birbirinden bir hayli farklı olabiliyor. Bazıları dünya üniversiteleri ile rekabet etmek niyetiyle varlıklı aileler tarafından kuruldu. Bir kısmının kuruluş amacı para kazanmak. Aslında yasa kar amacı gütmeyi yasaklıyor ama bunu aşmanın yolları bulunuyor. Son yıllarda bir de bu listeye dindar, muhafazakar gençlik yetiştirmek gibi bir saik de eklendi. Bu işi imkanı nispeten geniş taşra zenginleri üstlenmiş gözüküyor. Bunun ötesinde, Cumhurbaşkanımızı bütün rektör atamalarını kendisine bağlayarak tüm üniversite sistemini kendi vizyonuna göre şekillendirmeyi ümit ediyor.
Aslında ülkemizin ekonomisi son yıllarda sayıları hızla artan üniversite mezunlarını istihdam edecek tempoda gelişmedi. İşverenlerin gazetelerde yer alan ifadelerine bakılacak olursa, ihtiyaç duydukları işgücü teknisyen, nitelikli işçi gibi kategorilerde, ancak o nitelikte işçi bulmakta güçlük çekiyorlar, buna karşılık üniversite mezununa ihtiyaçları yok. Anlaşılıyor ki, öğretim sistemimiz ihtiyaç duyulan türden eleman yetiştirmiyor, öğretim sistemindeki yapılaşma ile toplumda ihtiyaç duyulan meslek bileşimi arasında ciddi bir uyumsuzluk var. Biz talebi olmayan insanlar yetiştiriyoruz. Bu insanlar kendilerini üniversite mezunu olarak gördüklerinden ya işsiz kalıyorlar ya da aslında kendilerine layık görmedikleri işlerde çalışıyorlar, işlerinden tatmin olmuyorlar, muhtemelen mutsuz oluyorlar, dolayısıyla verimsiz de olduklarını tahmin ederim.
Hemen itiraf etmeliyiz ki, karşımıza üniversite mezunu olarak gelen gençlerin önemli bir bölümü, bir üniversite mezunundan bekleyebileceğiniz donanımda değil. Uzmanlaştıklarını iddia ettikleri alanda dahi bilgileri kıt, kendilerini iyi ifade edemiyorlar. Muhakeme kabiliyetleri pek gelişmiş değil. Belki de kusur kendilerinden ziyade okudukları kurumda ama gerçek bu. Ancak yukarda dile getirdiğimiz bir gerçek daha var. Bu gençler kendilerini üniversite mezunu olarak görüyorlar. Çoğu insanın üniversiteye gitme imkanı bulamadığı bir toplumda bu nitelikleri kendilerini seçkinler ya da elitler kategorisine yerleştiriyor. Kendilerini elit olarak gören ama toplumda seçkin muamelesi görmeyen kadroların tatminsizliği hemen her toplumda ciddi bir istikrarsızlık kaynağı olmaya adaydır. Kendilerinin seçkin olduğunu düşünenler, haksızlığa uğradıklarını, daha doğrusu toplumun kendilerine haksızlık yaptığını düşünür. Bunun tabii sonucu ise intikam duygularının gelişmesidir. İntikam duyguları ile yüklü genç insanların ne yapacağı kestirilemez ama ne yapabileceklerine ilişkin endişeye kapılmak sadece olağan değildir, şüphesiz aynı zamanda haklıdır.
Hükümetimizin işsizlik konusu üzerine fazla eğildiği izlenimine sahip değilim. Yanılmayı isterim ama gazetelerde okuduklarıma bakacak olursam, yanıldığını sanmıyorum. Halbuki, karşımızda giderek aşılması güç bir soruna dönüşmesi muhtemel çok boyutlu bir dert var. Nasıl aşılacak, hepimizin düşünmesi lazım. Bir kere üniversite sayısını azaltmak, iki veya dört yıllık mesleki öğretimi güçlendirmek lazım. Ancak bu kurumları bitirenlerin de üniversiteye devam edebilmesine imkan veren bir yapılaşma oluşturulabilir. İnsanlar iş sahibi olduktan sonra bile her sömestr birkaç kredilik ders alarak üniversite diploması alabilirlerse mesleki okulda okuma eğilimleri artabilir. Şu anda birikmiş üniversite mezunlarının da mesleki beceriler kazanmaları için kurslar düzenlemek gerekiyor. Bu amaçla iş dünyası ile de işbirliği yapılabilir.
İkinci olarak, toplumun bilim alanında ilerlemesini sağlamak için bazı üniversiteler araştırma kurumuna dönüştürülebilir. Bu kurumlarda çalışmak için kişinin araştırmacılığını yurt dışı yayınlarla kanıtlamış olması koşulu aranabilir. Doktora programları bu kurumlarda geliştirilebilir, doğru dürüst lisans programı olmayan kurumlardaki doktora programları iptal edilebilir. İsterseniz başka neler yapılabilir tartışmasına devam etmeyeyim, bunu siz de yapabilirsiniz. Ama büyük bir “seçkin fazlası” sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu ve bunu aşamazsak ciddi istikrarsızlıkla karşılaşabileceğimizi bir defa daha ifade ederek yazımı sonlandırayım.
İlginizi Çekebilir