Almanya'da Türkiye etkisi: Diasporadan politikaya uzanan gerilim hattı
DIŞ POLİTİKAAlmanya'da Türkiye sadece diplomatik bir muhatap değil; kültürel bir ayna, siyasal bir araç, seçmen davranışını etkileyen bir dinamik ve toplumsal kimliğin tartışıldığı bir alana dönüşmüş durumda. Aşırı sağın bu alanı zehirli bir dille manipüle etmesi, yağmalaması artık kimsenin göz ardı edemeyeceği, bir an önce üzerine gidilmesi gereken sorunlu bir zemin. Almanya'da göç tartışmasının Türkiye boyutu, aşırı sağın yükselişiyle birlikte yeni bir döneme girdi. Bu dönem, sadece Berlin ile Ankara arasındaki diplomatik gerilimlerle değil Almanya'nın gelecekte nasıl bir toplum olmak istediğiyle doğrudan ilgili.
Almanya siyasetinde göç tartışmalarının artık "teknik" ya da "ekonomik" boyutu kalmadı. "Almanya bir göç ülkesi. Birlikte kardeşçe yaşayabiliriz. Artık yeni ve güzel bir hikâye yazmanın zamanı" falan benzeri umut dolu, pamuk şekerli düşüncelerden çok uzakta bir gerçeklik şekilleniyor. Ekonomik gerekliliklerin ya da entegrasyon politikalarının ötesinde derin bir "kültürel mücadele"ye dönüştü bu "göç meselesi".
Hükümet yetkililerinin sık sık, "yabancı iş gücüne ihtiyacımız var" demesine fazla bir anlam yüklemek doğru değil. Aşırı sağcı parti Almanya için Alternatif'in (AfD) oldukça güçlü olduğu doğu eyaletlerinde firmalar yabancı iş gücü eksikliği nedeniyle kan ağlıyor. İflaslar artıyor. İnsanlar, üç kuruşluk faşist Almanların, fiziksel ya da sözlü saldırılarına uğramak istemedikleri için çalışmak için ülkenin doğusunu pek tercih etmiyor. Doğrudur, ülkenin yabancı iş gücüne ihtiyacı var ama diğer yandan neonazi partisi Almanya için Alternatif'in (AfD) himayesinde hızla büyüyen ve toplumsal barışı zehirleyen bir faşizm ve ırkçılık sorunu da devam ediyor. Artan yabancı iş gücü ihtiyacı ve yükselen faşizm... Bu ikisi arasında denge kurulması mümkün mü? Değil elbette. Zaten koalisyon hükümeti de dahil olmak üzere kimsenin bu konuda bir çözüm önerisi bulunmuyor. Bu mücadelenin ana eksenlerinden biri Türkiye Cumhuriyeti. Türkiye, hem siyasal bir aktör olarak hem de Almanya'daki milyonlarca gurbetçi üzerinden inşa edilen bir "sembol" olarak mücadeleye dahil oluyor. Aşırı sağın dayatmasıyla Türkiye, Alman iç siyasetinin bir tür turnusol kâğıdına dönüşmüş durumda.
Bu kapsamda neler oluyor neler... Hatırlayın, neonazi partisi AfD'nin üst düzey isimlerinden biri, Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nde politika yapan (SPD) Aydan Özoğuz'a yönelik açık bir hakarette bulunarak, "Uçak bileti bizden. Anadolu'ya postalayalım" demişti. Bu ifade, yalnızca bir politikacıyı doğrudan hedef alan aşağılayıcı bir söylem değildi. Almanya'daki gurbetçilerin tamamına yönelen, "Türken raus - Türkler dışarı" söyleminin özeti gibiydi. Neden? Çünkü, sağ popülizmin/neonazizmin mantığında göçmen, mensubu olduğu toplumun bir parçası değil sadece ülkeden postalanması gereken basit bir "öteki", o kadar...
Bu nedenle, örneğin gurbetçi bir siyasetçinin Almanca'yı mükemmel konuşması ya da Almanya'nın siyasi kültürüne katkıda bulunması bu durumu asla değiştirmiyor. Çünkü sarışın ve renkli gözlü değil. Göçmen kökeni; soy-sop-kan ırkçısı AfD'nin gözünde ortadan kaldırılması gereken bir kimlik, bir genetik hata. Konuya ilişkin, dergipark.org.tr'de yayımlanan kapsamlı bir analizde de vurgulandığı gibi, "Anadolu kökenli topluluklar, sağ popülist söylemde entegrasyonun sınırlarını test eden" bir örnek olarak yeniden üretiliyor. Yani ister 60 yıl önce gelsin, ister burada doğmuş olsun, Türk kökenli olmak, Alman ırkçıların sağ popülizminde siyasi malzeme olarak kullanılmaya devam ediliyor.
Bu siyasetin bir başka ayağında da Türkiye'nin bizzat kendisi bulunuyor. AfD, yıllardır ısrarla "Türkiye güvenli bir ülkedir" tezi üzerinden iltica tartışmasını şekillendirmeye çalışıyor. Mesaj şu: Türkiye güvenli ülke. Bu ülkeden gelenlerin "tümü" ve yine Türkiye üzerinden Almanya'ya geçen sığınmacılar geri gönderilebilir. Böylece hem göçmen hareketinin karmaşık nedenleri göz ardı ediliyor hem de Almanya'nın sığınma hukuku üzerindeki tartışmalar tek bir sloganla basitleştiriliyor. Tam bir faşist aklı.
Diğer yandan, bu yaklaşımın istismar edilebilirliği, zaman zaman Türkiye'den yapılan siyasi çıkışlarda da kendini gösteriyor. Ankara, AB ile yapılan 2016 Mülteci Anlaşması üzerinden göçü bir "pazarlık alanı" olarak kullanabiliyor. Sağ popülizm ise bu gerilimi kendi siyasi hattını güçlendirmek için araçsallaştırıyor: "Bakın, sınırlarımız başkalarının insafına kaldı" söylemi bu açıdan çok işlevsel ve etkili. Göçün kök nedenleri yerine Türkiye'nin "kapıyı açıp kapatma" yetkisi tartışmanın merkezine taşınıyor ve burada utanmazca yağmalanıyor.
Bununla birlikte, aşırı sağın Türkiye bağlantılı söylemlerinde ilginç bir ikilem daha var. AfD bir yandan Türkiye'yi "güvenli ülke" ilan ederek Türklerin sığınma ve yaşamahakkını tartışmaya açarken, diğer yandan Almanya'daki Türkiye kökenli topluluk içinden oy almanın imkânsız olmadığını düşünüyor. Hyphenonline.com'da geçtiğimiz ay yayımlanan bir araştırma, özellikle ekonomik kaygılar ve "yeni göçmenlere karşı rekabet" algısı olan kimi Türkiye kökenli seçmenlerin AfD'nin mesajlarına kısmen açık olduğunu gösteriyor. Bu durum paradoks gibi görünse de sağ popülizmin politik kodlarını ve manipülasyon tekniklerini bilenler için şaşırtıcı bir durum değil. AfD göçmen karşıtı ama "uzun zamandır Almanya'da yaşayan göçmenleri" yeni gelenlere karşı konumlandırarak karmaşık bir oyunu sahneliyor. Kendisini "süper zeki" sanan bazı gurbetçiler de bu oltaya takılıyor. Gerçi, eski gurbetçilerin, Türkiye'den yeni gelen jenerasyona yönelik ötekileştirici ve dışlayıcı yaklaşımlarına bakınca bazılarının AfD ile flört etmelerinin çok da şaşırtıcı olmadığını düşünüyorum.
Bu söylemsel devamlılıkta, bizim gurbetçiler yalnızca göç tartışmasının nesneleri değil hem araç hem hedef hem de temsil unsuru hâline geliyor. Bu konuda yayımlanan bir başka çalışmada, AfD'nin dijital medya stratejisinin özellikle göçmen kökenli topluluklarla ilgili "dolaylı kampanyalar" üzerine kurulu olduğuna işaret ediliyor. Yani doğrudan Türkleri hedefleyen mesajlar yerine, Türkler üzerinden "bizim düzenimiz, kültürümüz tehdit altında" diyen içerikler dolaşıma sokuluyor. Bir tür gölgeli iletişim stratejisi bu.
MİSAFİR Mİ, EV SAHİBİ Mİ?
Almanya'daki politik atmosferi etkileyen bir başka unsur ise Türkiye-Almanya ilişkilerinin sürekli siyasi gündeme taşınması. Vize krizleri, Ankara-Berlin gerilimleri, diaspora politikaları, konsoloslukların çalışmaları ve Türkiye'nin Almanya'daki dernekler üzerindeki etkisi vs... İkili ilişkilerde çok sayıda sorunlu alan bulunuyor. Bütün bu unsurlar aşırı sağcıların işini kolaylaştırıyor. Her dış politika gerilimi, içeride "güvenlik" ya da "kültürel tehdit" başlığı hâline geliyor. Böylece dış politika, "iç göç söylemi"ne dönüştürülüyor.
Bununla birlikte bu yaşananlar, demokratik normlar açısından ciddi riskler barındırıyor. Bu bağlamda, neonazi partisi AfD'nin Türkiye kökenli siyasetçilere yönelik kişisel hakaretleri bile zaman zaman kamuoyunda yeterince tepki görmeden gündemden düşebiliyor. Bu, toplumdaki duyarlılık eşiğinin düştüğüne işaret ediyor. Almanya'nın artık "post-göçmen" bir topluma dönüştüğünü ve siyaset kurumunun bu durumu kabul etmeye zorlandığını savunanlar da var. Bu perspektife göre, göçmen kökenli olmak Almanya'nın yeni demokratik gerçekliğinin doğal bir parçası; tartışma bunun nasıl yönetileceği üzerine olmalı ancak AfD'nin pervasız söylemleri, bu yeni gerçekliği kabul etmek bir yana, geçmişin hayaletlerini yeniden çağırıyor. Türkiye kökenliler bugün Alman toplumunun ayrılmaz bir parçası olsa da sağ popülizm onları hâlâ "dışarıdan gelen misafir" pozisyonuna hapsetmeye çalışıyor. Bu açıdan içinde bulunulan periyot, yalnızca göçmenlerin değil Almanya’nın demokrasi kültürünün de sınandığı bir dönem.
Öte yandan, Türkiye'nin Avrupa'ya doğru nitelikli göç verme hızının arttığı bir dönemdeyiz. Akademisyenler, mühendisler, genç profesyoneller, sanatçılar… Bir zamanlar emekçi göçüyle başlayan hikâye bugün beyin göçüne evrilmiş durumda. Türkiye'den Almanya'ya gelen yeni kuşak göçmenler, çok daha politik, çok daha eğitimli ve çok daha çeşitlilik içinde. Bu nedenle, AfD'nin Türkiye'den gelen yeni kuşak göçmenlere yönelttiği basmakalıp tehdit söylemleri, modern Alman toplumunun gerçekliğiyle uyuşmuyor. Ancak siyasal iletişimde gündemi, gerçeklik değil algı belirliyor.
Bundan ötürü yapılması gereken, Almanya'daki demokratik aktörlerin özellikle Türkiye'den yeni gelenlerle ilişkisini yeniden gözden geçirmesi. Neonazizmin "öteki" kurgusuna teslim olmadan, gurbetçilerin eşit yurttaşlık temelinde siyasal katılımını güçlendirecek stratejiler üretmek artık acil bir görev haline geldi. Bunların yanı sıra elbette medyanın da nefret söylemini sıradanlaştıran dili sorgulaması gerekiyor.
Sonuç olarak, Almanya'da Türkiye sadece diplomatik bir muhatap değil; kültürel bir ayna, siyasal bir araç, seçmen davranışını etkileyen bir dinamik ve toplumsal kimliğin tartışıldığı bir alana dönüşmüş durumda. Aşırı sağın bu alanı zehirli bir dille manipüle etmesi, yağmalaması artık kimsenin göz ardı edemeyeceği, bir an önce üzerine gidilmesi gereken sorunlu bir zemin. Almanya'da göç tartışmasının Türkiye boyutu, aşırı sağın yükselişiyle birlikte yeni bir döneme girdi. Bu dönem, sadece Berlin ile Ankara arasındaki diplomatik gerilimlerle değil Almanya'nın gelecekte nasıl bir toplum olmak istediğiyle doğrudan ilgili. Göçmenle barışık bir demokrasi mi olacak Almanya; yoksa "öteki"yi her krizde yeniden üreten daralmış bir ırkçı/ulusal kimliğe mi sıkışacak? Önemli olan şu ki bu sorunun yanıtı, gurbetçilerin Almanya hikâyesinin finali için belirleyici olacak.
İlginizi Çekebilir