Alaturka ve AlaKürdi barış işleri
PSİKOLOJİSon aylarda Türkiye ile PKK arasında yeniden şekillenmekte olan diyalog ve olası (negatif) barış süreci, sadece Türkiye ve PKK’nin ihtiyaçlarıyla değil, aynı zamanda uluslararası güç dengeleriyle de şekillenmektedir.
Türkiye toplumunun da bütün Orta Doğu halklarının da çıkarları, eşitlik ve dayanışma temelinde geliştirilebilecek ortak yaşam perspektifleridir. Sermaye sınıflarının çıkarlarını önceleyen ve/veya (ulusal, etnik, dini, mezhebi, dilsel) sosyal kimlikleri alt-üst hiyerarşisine tabi tutan yaklaşımlar her zaman şiddet ve acı üretirler. Mevcut alaturka ve alakürdi haller bizi çok umutlu kılmayabilir, ama mevcut halleri dönüştürmek, daha umutlu alaturka-alakürdi haller yaratmak da politik mücadeleyle mümkün olabilir.
Ön not: Bu not iki haftadır “acil şifalar” diliyordu. Ama yazının son düzeltmelerini yaptığım bugün, büyük bir üzüntüyle, barış emekçisi, güzel insan, sevgili Sırrı Süreyya Önder’in vefat haberini aldım. Türkiye çok büyük bir değerini, değerini yeterince bilemeden, yeterince değerlendiremeden kaybetti. Türkiye, Sırrı’nın gençliğine işkence ve yedi yıl cezaevi mührü vurarak kim bilir kaç yıl ömrünü kısalttı. Sırrı, çok ama çok alacaklı gitti. Hepimizin ona borcu var. Mücadelesi her zaman yolumuzu aydınlatacak. Anısı önünde saygı ve sevgiyle eğiliyorum.
***
Özet
Bu makalede, Türkiye’deki AKP-MHP iktidarı ile Öcalan-PKK-DEM arasında 2024 sonbaharında yeniden şekillenmeye başlayan diyalog sürecinin neden başlamış olabileceğini ve nasıl evrilebileceğini, tarihsel, siyasal ve psiko-politik boyutlarıyla analiz etmeye çalışıyorum. “Alaturka” ve “AlaKürdi” kavramları çerçevesinde, bir yanda devletin otoriter siyasal yapısının barış süreçlerine dair çelişkili yaklaşımını, diğer yanda Kürt tarafının bu çerçevede sergilediği stratejik esnekliği değerlendiriyorum. Bu süreçte hem iktidar çevrelerinin iddia ettiği gibi PKK’nin “koşulsuz” ve “her parçada” silah bırakacağı hem de Kürt tarafının iddia ettiği gibi PKK’nin kendini feshetmesinden sonra demokratikleşme adımlarının geleceği beklentilerinin neden gerçekçi olmadığını tartışıyorum. Sürecin başlamasında etkili olduğunu düşündüğüm üç temel faktörü inceliyorum: (1) Türkiye’nin alt-emperyalist bir aktör olarak bölgesel hegemonya kapasitesini artırma hedefi; (2) PKK/Öcalan çizgisinin uluslararası sistemle uyumlu bir şekilde siyasal alana geçme ihtiyacı; (3) ABD, AB (ve İsrail) gibi aktörlerin Orta Doğu’daki çıkarları doğrultusunda Türk-Kürt uzlaşısını desteklemeleri. Barışın “negatif” ve “pozitif” biçimlerini tartışıp, mevcut sürecin “kısmi bir negatif barışa” ulaşma ihtimalinin olduğunu, ancak mevcut otokratik iktidar devam ettiği sürece “pozitif barış” beklentisinin neden gerçekçi olmadığını belirtiyorum. Ayrıca Osmanlı dönemindeki Kürt mirlikleriyle geliştirilen özerk yönetim modeline referansla, Kürtlerin tarihsel hafızası ve devlet aklı arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalışıyorum. Son bölümde ise, sürecin kısmi negatif bir barışa bile ulaşabilmesinin önündeki yapısal, siyasal ve toplumsal engelleri ele alıyorum ve demokratik muhalefete yönelik, barış ve demokratikleşmenin eşzamanlı inşa gerekliliği çerçevesinde bazı önerilerde bulunuyorum.
***
Giriş
Kabul edelim ki Devlet Bahçeli oldukça ilginç bir figür. Son 25 yılda bütün ülkeyi şaşırtan ani ve keskin dönüşlerine birkaç kez tanık olmuştuk. Yıllarca gayet hakaretamiz bir şekilde yerden yere vurduğu Erdoğan ile 2016 darbe girişimi sonrasında kol kola girip ülkeyi birlikte “tek adam otokratik rejimine” soktuğunu ve elbirliği ile Türkiye’yi “dünya demokrasi” sıralamasında 2016’daki 96. sıradan 2024’te 103. sıraya (The Economist Intelligence Unit, 2017 ve 2025); “hukukun üstünlüğü” sıralamasında 2016’daki 99. sıradan 2023’te 117. sıraya (World Justice Project, 2016 ve 2023) indirdiklerini biliyoruz. (1) Ayrıca tabii Bahçeli’nin lideri olduğu MHP’nin (ve genel olarak ülkücü hareketin) 1960’ların sonundan itibaren yer yer epeyce kana da bulanmış olan anti-sol, anti-Kürt ve anti-demokrat sicilini (Ahmad, 1993; Bora, 2011; Gürpınar 2020), devletteki (ve “derin devletteki”) konumunu, özellikle “iç düşman” algısının şekillenmesindeki rolünü ve bu rolün güvenlik bürokrasisiyle nasıl iç içe geçtiğini de biliyoruz (Bora, 2004; Human Rights Watch, 1999). Daha yakın zamanlarda herkesin gözü önünde olan Sinan Ateş cinayetini de geçerken belirtelim (ArtıGerçek, 2024, Haziran 24).
21 Ağustos 2024’te Bahçeli, yukarıda özetlediğim müktesebatına gayet uygun olarak, DEM’li milletvekillerinin maaşlarının kesilmesini, bu partinin kapatılmasını ve eğer bu kapatma kararını vermezse Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını savunmuştu (Milliyet, 2024, Ağustos 21). Ve bunlar ilk kez söylediği şeyler değildi. Ama ne olduysa oldu, bu demecinden 5-6 hafta sonra 1 Ekim 2024’te Bahçeli mecliste DEM milletvekillerinin ellerini sıktı ve yeni bir süreci başlattı (İyi bir özet için: Solaker, 2025, Şubat 27). Arada “gelsin Öcalan Meclis’te konuşsun, PKK’nın kendisini feshettiğini açıklasın” ve “PKK fesih kongresini gelsin Malazgirt’te toplasın” gibi, başka biri dese yıllarca gün yüzü görmemesine yol açacak fantastik laflar da etti. Erdoğan da daha yavaş ve geriden bu sürece en azından görüntüde destek verdi.
Tabii bütün Türkiye bu ani ve hızlı gelişmeler karşısında şoka girdi. Ne olmuştu da bu kadar büyük bir manevra yapılıyordu? Hesap neydi?
Bu makalede, öteden beri Kürt meselesinin Türkiye’nin en temel meselelerinden biri olduğunu ve mutlaka demokrasi-barış çerçevesinde, şiddetsizlik ve eşitlik ana ilkeleri rehberliğinde çözülmesi gerektiğini savunmuş biri olarak (örn. Paker, 2016, Temmuz 11) yakından takip etmeye çalıştığım bu yeni sürece dair, bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum. Bu değerlendirmelerin, 2013-15 arasında yürütülen daha önceki süreç çökmeden aylarca önce yaptığım uyarılar çerçevesinde de okunması iyi olabilir (örn. Paker, 2014, Eylül 11).
İki taraf arasındaki bu ciddi söylem farklılıklarına rağmen, hepimizin izlediği birçok temas ve hamle yapılmıştır ve daha da yapılacağa benzemektedir. Çapını ve derinliğini tam olarak bilemesek de bir şeylerin pişirildiği kesindir. Şimdilik iki tarafın anlaşmış göründüğü kamuya açıklanan tek nokta PKK’nin kendini feshedip silahlarını teslim edeceğidir.
Sürecin Şifreleri
Mevcut sürece baktığımızda, iktidar kanadından en çok duyduğumuz şifreler: “Kürt sorununu zaten çözmüştük, şimdi de terör sorununu çözeceğiz”, “Terörsüz Türkiye”, “PKK koşulsuz olarak kendini feshetsin, bütün parçalarıyla gelsin teslim olsun, silahlarını bıraksın, o zaman demokratik siyasetin önü açılır”, “Türk-Kürt ittifakı” vb.
Kürt Siyasi Hareketi’nin (KSH) söylemlerinde ise “onurlu barış, eşit yurttaşlık, müzakere, demokratik cumhuriyet ve siyasi çözüm, toplumsal barış ve demokratik uzlaşı” vurguları ön plana çıkmakta, PKK kendini feshedip silahlarını bıraktıktan sonra Meclis’teki müzakereler yoluyla Kürt sorununun demokratik çözümü yolunda yasal ve anayasal değişikliklerin yolunun açılacağı umudu verilmektedir.
İki taraf arasındaki bu ciddi söylem farklılıklarına rağmen, hepimizin izlediği birçok temas ve hamle yapılmıştır ve daha da yapılacağa benzemektedir. Çapını ve derinliğini tam olarak bilemesek de bir şeylerin pişirildiği kesindir. Şimdilik iki tarafın anlaşmış göründüğü kamuya açıklanan tek nokta PKK’nin kendini feshedip silahlarını teslim edeceğidir.
Bu sürecin alaturka diye nitelendirdiğim yanı, iktidar kanadının bu süreci yürütürken artık gelenekselleşmiş kayyum, hukukun araçsallaştırılması, gözaltılar, davalar vb. her türlü baskı ve eziyet yöntemini izlemeye ve askeri operasyonlara devam etmesidir. Güya barışılacaktır, demokratik siyasetin önü açılacaktır, ama bunun tam tersi işler yapılmaya tam gaz devam edilmektedir. İmamoğlu ve CHP’ye yapılanlar ortadadır. Bu satırların yazıldığı günlerde, aynı gün içinde DEM heyeti Adalet Bakanı ile görüşürken, Demirtaş’a yeni davalar açılmıştır. Bu hamleler, “bu tür süreçlerde olur böyle şeyler” basitliğinde geçiştirilebilecek şeyler değildir. Söylemlerle eylemler arasındaki açı oldukça büyüktür.
Sürecin alakürdi diye nitelendirilebilecek yanı ise, Kürt tarafının bu bahsettiğim alaturka hallerde sanki hiçbir tuhaflık ve sorun yokmuş gibi davranma konusunda gösterdiği heves ve esnekliktir.
“Onurlu barış” hedefi olduğunu sürekli dile getiren KSH, sürecin en başında, iktidardan ilk yoklama geldiğinde şöyle bir tutum takınabilirdi: “Evet biz de konuşmak görüşmek, barışçıl bir çözüme ulaşmak isteriz, ama kendi yasalarına ve anayasasına bile uymayan bir iktidarla neyi, nasıl ve neden görüşebileceğimizi bilemiyoruz. O yüzden önce lütfen kendi yasalarınıza uyun, İmralı’daki tecridi kaldırın; AYM ve AİHM kararlarına uyup, Demirtaş, Kavala, Atalay ve arkadaşlarını serbest bırakın; sürece katkı verecek insanların sonradan başına daha önceki süreçte olduğu gibi belalar gelmesini engelleyecek yasal düzenlemeleri yapın ve hakaretamiz/tehditkâr dilinizi düzeltin, sonra gelin her şeyi konuşalım.” KSH (daha doğrusu bu süreçte Kürt tarafının “tek adamı” gibi bir rol oynadığı izlenimi veren Öcalan) böyle bir duruş sergilemeyi tercih etmemiş, muhtemelen bilemediğimiz nedenlerle, öncelikler farklı bir sırada ve yoğunlukta tanımlanmıştır.
Sürece dair birçok şeyi bilmiyoruz. Yapabileceğimiz yorumlar, mecburen basına yansıyanlar ve devletin ve KSH’nin hallerine dair bilgi ve tecrübe dağarcığımız ile sınırlı. Bu sınırlılıklar çerçevesinde, bu sürecin neden başladığı ve nereye doğru evrilebileceği konusunda dört temel ihtimalden bahsedilebileceğini düşünüyorum.
Johan Galtung (1969), barış kavramını ikiye ayırır: Negatif barış, doğrudan şiddetin veya savaşın olmaması durumunu ifade ederken; pozitif barış, yapısal şiddetin ve eşitsizliklerin ortadan kaldırıldığı, adaletin ve sürdürülebilir barışın sağlandığı durumu tanımlar. Bu ayrım, barış süreçlerinin yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, aynı zamanda eşitlik temelinde toplumsal adaletin tesis edilmesiyle de ilgili olduğunu vurgular.
İhtimal 1: “Terörsüz Türkiye” = PKK koşulsuz olarak ve bütün parçalarıyla kendini feshedecektir (İhtimal %0 – sıfır)
AKP/MHP iktidarının birçok temsilcisi tarafından dile getirilen bu hedefin gerçekleşme ihtimali sıfır olarak görünmektedir. PKK, kendini feshedebilir, Türkiye’ye yönelik silahlı mücadeleden vaz geçebilir, ama bunları ne koşulsuz olarak ne de bütün parçalarıyla yapacaktır veya yapabilir.
PKK’nın Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi süresiz olarak askıya alması için en uygun zaman 8 Haziran 2015’ti. 7 Haziran seçimlerinde HDP %13,1 oy almış, Erdoğan’ın tek başına iktidarına son vermiş, dirençli örgütlenmesi ve “seni başkan yaptırmayacağız!” da diyen Demirtaş’ın karizmatik liderliği sayesinde aldığı oyun çok ötesinde bir sempati halesi oluşturmuş durumdaydı. Bu seçimin ertesi günü PKK, bugün Öcalan’ın dediği gibi “silahlı mücadelenin zamanı geçti, HDP kendini ispatladı, demokratik mücadeleye şans tanımak lazım, bu yüzden Türkiye’deki bütün silahlı faaliyetlerimizi durduruyoruz, militanlarımızı geri çekiyoruz” diyebilseydi ve sadece Suriye’ye odaklansaydı, Türkiye siyasi tarihi belki de başka bir rotaya doğru evrilebilirdi ve HDP’nin oyları sonraki seçimlerde %20’leri zorlayabilirdi. (2) Oysa bunun tam tersine, PKK belki de tarihinin en büyük hatasını yaparak, “devrimci halk savaşını” yükselteceğini ilan etmiş, “hendek savaşları” başlamış, çok kan dökülmüş, HDP ofsayta düşürülerek siyaseten kıskaca alınmış, iktidarın otoriterleşme hamleleri için bol miktarda malzeme sağlanmıştı. Devamında da PKK askeri olarak da oldukça geriletilmişti.
Aradan geçen on yılda, Türkiye ve Suriye’de yaşanan gelişmelerden sonra, PKK’nin Suriye Kürtlerinin kazanımlarının korunması, kısmi infaz-af düzenlemeleri vb. iyileştirmeler koşuluyla kendini silahlı örgüt olarak feshedip, yasal formlarda yeniden düzenlemesi ve bu sayede de uluslararası platformlarda “terör örgütü” etiketinden kurtulması gayet akılcı bir seçenek olarak görünmektedir. Mevcut uluslararası konjoktürde, KSH’nin Suriye’deki kazanımlarından geri adım atması ise mümkün gözükmemektedir, ama 3 nolu İhtimal’de göreceğimiz gibi Suriye Kürdistan’ı, aynen Irak Kürdistan’ının izlediği evrim gibi Türkiye’nin nüfuz alanındaki müttefiki olarak konumlanabilir. Ayrıca ateşkes değil de PKK’nın feshi, silahların teslimi vb. yüksek hedefler söz konusu ise çeşitli af-infaz düzenlemeleri gibi koşullar olacağı açıktır. Her halükârda oldukça gecikmiş bir karar da olsa, PKK’nin Türkiye’de silahlı mücadeleden vazgeçmesi hem KSH için hem de Türkiye demokratları açısından oldukça hayırlı ve desteklenmesi gereken bir gelişmedir. Ancak işin alaturka tarafı, durumun iç kamuoyuna, olan bitenin sanki “koşulsuz” ve “her parçada” bir fesih olarak sunulmasıdır. Kürt meselesiyle kapsamlı bir yüzleşme ve eşit vatandaşlık temelinde siyasi-demokratik bir çözüm perspektifi/niyeti olmadığında, ufuk sadece negatif barış ile sınırlı olduğunda, iç kamuoyuna “50 yıllık terör örgütünü feshettirdik, teslim aldık” propagandası yapmak iktidar açısından kullanışlı görünüyor olabilir.
Johan Galtung (1969), barış kavramını ikiye ayırır: Negatif barış, doğrudan şiddetin veya savaşın olmaması durumunu ifade ederken; pozitif barış, yapısal şiddetin ve eşitsizliklerin ortadan kaldırıldığı, adaletin ve sürdürülebilir barışın sağlandığı durumu tanımlar. Bu ayrım, barış süreçlerinin yalnızca çatışmaların sona ermesiyle değil, aynı zamanda eşitlik temelinde toplumsal adaletin tesis edilmesiyle de ilgili olduğunu vurgular. Pozitif barış ise, Kürt sorunu gibi en azından yüz yıllık tarihi olan kangrenleşmiş bir çatışmalı durumda, ancak sosyo-kültürel ve psikolojik boyutlarıyla iyi düşünülmüş ve toplumsal olarak uygulanmış, bir yüzleşme-uzlaşma süreciyle birlikte ulaşılabilecek bir şeydir (Bar-Tal, 2000; Paker, 2015, Mart 15) ve asgari olarak üç ögeyi içermek zorundadır: vatandaşlık tanımının demokratikleştirilmesi, anadilde eğitim dahil dil hakları ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi.
İhtimal 2: PKK kendini feshettikten sonra sıra Meclis’te Kürt sorununun demokratik çözümüne gelecektir (İhtimal %0 – sıfır)
Bu ihtimal üzerine uzun analizler yapmaya gerek yok. Uzun zamandır devam eden otokratik rejimlerde, rejimin-liderin ana motivasyonunun iktidarını sürdürmek olduğunu, bir lider-iktidar değişimi, yoğun içsel direniş veya devrim, iktidar koalisyonunda ciddi çatlak-çatışma veya uluslararası baskılar olmadığı takdirde rejimin içsel dinamikleriyle demokratikleşmesinin imkânsız olduğunu biliyoruz (Levitsky ve May, 2010; Treisman, 2020). Dolayısıyla, çok özetle söylemek gerekirse, PKK’nin kendini feshetmesi, eğer gerçekleşirse, çok muhtemeldir ki Türkiye’nin demokratikleşme dinamiklerini güçlendirecektir, ama bu dinamikler aynı zamanda mevcut otokratik rejimi de tehdit edeceği için, bir iktidar değişimi olmadan Kürt sorununun demokratik çözümü mümkün görünmemektedir.
KSH’nin de iktidar kanadının da bu açmazı bilmediği, hesaplarına katmadığı düşünülemez. Buna rağmen sürece devam ediyor olmaları bizi bir sonraki seçeneğe getirmektedir.
İhtimal 3: Sınırlı bir “negatif barış” üzerinden Türkiye’nin “alt-emperyalist” kapasitesini yükseltmesi ve KSH’nin kimi kazanımlar edinmesi (İhtimal %33.3)
İlk iki ihtimalin, her iki tarafın dillendirdiği biçimiyle gerçekleşemeyeceğini ve topluma bu düzeyde boş umutlar vermenin çok sakıncalı olduğunu belirttikten sonra, bu beklenmedik yeni süreci tetiklediğini düşündüğüm asıl ihtimali ele alalım. Görebildiğim kadarıyla, Bahçeli ve Öcalan gibi, bu süreci yaşayana kadar, haklı olarak dünya yıkılsa bir araya gelemeyeceğini düşüneceğimiz bir ikiliyi -dolaylı da olsa- müzakere eder duruma getiren üç temel dinamik olabilir:
3a. Türkiye’nin bölgesel hegemonya mücadelesinde rekabet kapasitesini arttırma ihtiyacı
Bütün sorunlarına ve dezavantajlarına rağmen Türkiye dünyanın önemli/güçlü ülkeleri arasındadır. Ekonomik büyüklük (gayrı safi yurtiçi hasıla) açısından 200+ ülke arasında nominal olarak 17., satın alma paritesi açısından 12. sıradadır (IMF, 2025). Türkiye dünyada nüfus büyüklüğünde 18., asker sayısında 10., ordu gücünde 9., savunma sanayii ve silah ihracatında 11. sıradadır. Ekonomisi dünya kapitalist sistemine tamamen entegredir. Merkez emperyalist devletlerle NATO çerçevesinde müttefiktir. 2025 itibarıyla 14 değişik ülkede askeri üs veya kalıcı askeri varlığı mevcuttur. Yakın geçmişte Libya ve Azerbaycan’da önemli askeri operasyonlar yürütmüştür. Uzun yıllardır ve halen de Irak ve Suriye’de askeri operasyonlarını sürdürmektedir. Bütün bu veriler ışığında ve Balkanlardan Orta Asya’ya ve Afrika’ya doğru yayılan ve artmakta olan ekonomik-askeri faaliyetleri/etkisi düşünülerek Türkiye’nin dünya kapitalist sisteminde bir süredir, eskiden kavramsallaştırıldığı gibi merkez emperyalist ülkelere üst derecede bağımlı bir “sömürge” veya “yarı-sömürge” konumunda değil, artık “alt-emperyalist” (Marini, 1972) ve “yarı-çevre” (Wallerstein, 1979) bir konumda olduğu ve bu kapasitesini (ve son analizde sermaye sınıfları için pazar payını) arttırmaya yönelik güçlü bir iştahı olduğu düşünülebilir. Alt-emperyalizm kavramı, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika ve Türkiye gibi, “2. Lig” seviyesinde güçlü olup, 1. Lig’deki merkez emperyalist ülkelerle kısmi uyum halinde ama görece özerk bir konum da geliştirerek kısmi bölgesel hegemonya rekabetine girebilen ülkeler için kullanılmaktadır (Uysal, 2021).
İsrail-Filistin’de ve Suriye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler, muhtemelen Türkiye’deki “devlet aklının” en azından bir kesimi için Kürt sorununda, merkez emperyalist ülkelerle de belli bir uyumu ve Kürtlerle ittifakı gözeten bir pozisyon değişikliği yapmamaları durumunda bu bölgesel hegemonya rekabet kapasitesinde ciddi dezavantajlar ve tehditlerle karşılaşacaklarını, bu değişimi yapmaları durumunda ise ciddi avantajlar ve fırsatlar yakalayacaklarını göstermiş olabilir.
Osmanlı (Türk) – Kürt İttifakı
Türkiye’deki devlet aklının Kürtlerle ilgili hafızasında Osmanlı-İran ilişkileri özel bir yer tutmaktadır. 16. yüzyıl Yavuz Sultan Selim döneminden 20. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı-İran sınırını o sınır boyunda yer alan çok sayıda Kürt mirliklerinin hangi tarafla ittifak yaptığı belirlemiştir. Osmanlı, bugün Türkiye, Irak ve Suriye sınırları içinde kalan Kürt mirliklerine geniş yerel özerklikler tanıyarak onlarla ittifak siyaseti yürütmüş ve bu sayede Doğu sınırlarını genişletebilmiş, o bölgede istikrarı sağlayabilmiş ve İran’a karşı bir üstünlük elde edebilmiştir. Bugün yaşadığımız meselelerle olan paralelliklere dikkat ederek, 16. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl ortalarına kadar uygulanan yerel özerklik sisteminin ana ögelerini özetlersek:
Kürt mirlikleri, kendi iç işlerinde bağımsız karar alma yetkisine sahipti. Mirlere (veya zaman içinde kimi yerlerde dini otoritelerin yerel iktidarları ele geçirmesiyle şeyhlere-şıhlara), aşiretlerin iç idaresi, vergi toplama, asayiş sağlama, eğitim, mahkeme işleyişi ve ceza uygulamaları gibi konularda doğrudan müdahale edilmezdi. Mirlikler kendi iç vergilerini toplamaya devam eder, yalnızca bir tür “sadakat vergisi” ya da orduya asker gönderme yükümlülüğü karşılığında hazineye katkı sunarlardı. Savaş zamanlarında Osmanlı ordusuna asker gönderilir ama komuta yerel mirlerde kalır, merkezi orduya tam entegre edilmezdi. Kürt mirlikleri hanedan tarzı bir yapıdaydı: yönetim babadan oğula geçerdi. Dolayısıyla ittifak pazarlıkları sadece mir ile yapılırdı, halk onayına gerek yoktu. Eğitim, yaygın medreseler aracılığıyla ağırlıkla dini eğitim şeklinde ve Arapça-Kürtçe dillerinde verilirdi.Tanzimat sonrasında Osmanlı’nın merkezileşme politikaları çerçevesinde bu yerel özerklik budanmaya başladıkça Kürtlerin hoşnutsuzluğu arttı, isyanlar başladı. Cumhuriyet döneminde ise yerel özerkliği geçtim, Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı bile inkâr edildi (Ateş, 2013; Ateş, 2023; Atmaca, 2018; van Bruinessen, 1992).
Türkiye toplumunun Türk tarafına sorsanız büyük çoğunluğun burada kısa bir özetini verdiğim bu tarihsel hakikatlerden hiçbir haberi yoktur. Cumhuriyet döneminin Kürtleri inkâr, asimilasyon ve baskı politikaları çerçevesinde Milli Eğitim tedrisatından geçirilen kuşaklar, bu tarihsel hakikatlerden kopartılmıştır. Ancak bu tarihsel deneyimler Kürtlerin kolektif hafızasında canlılığını korumaktadır. Aynı zamanda bölgesel güç olma hedefi olan Türkiye Devleti’nin dağarcığında da bu “Osmanlı-Kürt” ittifakı (bugünkü versiyonuyla “Türk-Kürt ittifakı) kolayca hatırlanabilecek bir yerdedir.
Son yıllarda Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler sonucunda İran oldukça geriletilmiş, onun yerine Batılı devletlerin, merkez emperyalist ülkelerin açık desteğiyle, bütün dünyanın gözü ününde Gazze’de uzun süren bir soykırım uygulayabilmiş ve bu yüzden başına hiçbir şey gelmemiş, hiçbir şekilde sınırlandırılmamış olan İsrail geçmiştir. Ve Kürtler bir kez daha tarih sahnesine “tampon bölgede pazarlık gücü artmış aktörler” olarak çıkmış durumdadır. Türkiye’deki “devlet aklı”, eski devekuşu politikalarını sürdürerek Kürtleri tamamen ABD-İsrail’e kaptırmak ile kimi ödünler/özerklikler vererek ABD ve Kürtleri yeni bir ittifaka ikna etmek ikilemini görmüş ve ikinci yolu denemek istemiş olabilir. Irak Kürdistanı ile zaten çok iyi ilişkiler içinde olan Türkiye, Suriye ve Türkiye Kürtleri üzerinde derin etkisi olan ve 25 yıldır cezaevinde tuttuğu Öcalan’ı “günümüzün Kürt miri” yerine koyarak, temel olarak onun üzerinden yeni bir pazarlık-ittifak-denge politikası geliştirmeye, bir hamle üstünlüğü yakalamaya çalışıyor gibi görünmektedir. Bu pazarlıklarda hangi konularda ne kadar anlaştıklarını ne kadar bilek güreşine devam ettiklerini şimdilik bilemiyoruz.
3b. Öcalan/PKK’nın dönüşerek yeni koşullara uyum sağlama ihtiyacı
Çok özetle söylersek, PKK’nin 50 yıla yakın zamandır sürdürdüğü silahlı mücadele, tarihin gördüğü en büyük ve en uzun Kürt isyanıdır (Gunter, 2016). PKK’nin çizgisini, eylemlerini nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, şunu teslim etmemiz gerekir: 1970’lerde Kürt sorunundan, Kürtlerin, Kürtçenin haklarından bahsetmek bile doğrudan suç unsuruyken, Kürtçe bir “yok-dil” sayılıyorken, Kürtlerin varlığı bile inkâr ediliyorken, uzun zamandır bu tür saçmalıklar tarihin çöp sepetine atılmış durumdadır. Türkiye devleti de toplumu da bu meseleyi yok sayamayacaklarını acı bir şekilde anlamış durumdalar. Hala demokratik ve eşitlikçi bir çözüme hazır gözükmeseler de inkâr duvarı yıkıldıktan, Kürt sorununu bayrak yapan yasal partiler %13 gibi oylara ulaştıktan sonra, hala silahlı mücadelede ısrar etmek, Türkiye gibi bir güce ve tarihe sahip bir ülkede otoriter-faşizan eğilimleri beslemekten, o eğilimlere çok ihtiyaç duydukları “düşman” malzemesi sunmaktan başka bir işlev göremezdi. Hele Suriye’de çok önemli kazanımlar elde edilmişken.
Bu nedenlerle Öcalan-PKK’nın silahlı mücadeleyi geride bırakma, hareketi dönüştürme ve önemli bir yan-ürün olarak uluslararası platformlarda “terör örgütü” etiketinden kurtulma ihtiyacı vardır. PKK’nın kendini feshetmesi, silahları bırakması, 50 yıllık devasa bir örgütün buharlaşıp uçması anlamına gelmeyecektir. KSH’nin yeni yasal formlarda dört ülkeye (ve aslında dünyaya) yayılmış faaliyetlerini sürdüreceği kesindir.
3c. Uluslararası dinamikler
Son aylarda Türkiye ile PKK arasında yeniden şekillenmekte olan diyalog ve olası (negatif) barış süreci, sadece Türkiye ve PKK’nin ihtiyaçlarıyla değil, aynı zamanda uluslararası güç dengeleriyle de şekillenmektedir. Başta ABD olmak üzere Batılı güçler (ve kısmen İsrail), Türkiye'nin bölgesel istikrar üretme kapasitesini artırmak ve İran’ın nüfuz alanını sınırlamak amacıyla Kürtlerle Türkiye arasında bir tür stratejik yakınlaşmayı teşvik etmektedir. ABD'nin Suriye'de PKK bağlantılı YPG unsurlarıyla geliştirdiği işbirliği, Ankara ile Washington arasında uzun süredir gerilim yaratsa da, PKK’nın silahsızlanarak siyasi zemine geçmesi ve Türkiye ile yeniden ilişki kurması, ABD açısından hem SDG ile olan ilişkilerini rasyonalize etme hem de Türkiye ile NATO bağlamında daha sürdürülebilir bir işbirliği kurma anlamına gelmektedir. Avrupa Birliği cephesinde de benzer bir bakış hâkimdir (Ala’Aldeen, 2025; Barkey, 2020; Gunter, 2015). Kısacası, Türk-Kürt ittifakı fikri, yalnızca bir iç barış zemini değil, aynı zamanda büyük güçlerin Orta Doğu’daki çıkarlarına hizmet eden bölgesel bir yeniden yapılandırma projesi olarak da değerlendirilebilir.
“Terörsüz Türkiye” sloganıyla devreye giren Bahçeli (ve Erdoğan) – Öcalan diyalog süreci, burada özetlemeye çalıştığım bu üç dinamiğin özel bir tarihsel momentte yakınsaması ile başlamış görünmektedir. Ancak bu yakınsama hiçbir şekilde uyumlu bir örtüşme anlamına gelmemektedir, tam aksine gayet çekişmeli ve gerilimli bir yakınsamadan bahsedilebilir. Bu üç dinamiğin kendilerine göre farklı çıkarları ve öncelikleri vardır ve süreç ilerleyecekse örtüşen kısımların ne çapta ve derinlikte olacağı önemli ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Her dinamik kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışırken vereceği ödünleri de asgaride tutma derdindedir.
Kapsamlı bir yüzleşme programıyla Kürt meselesinin barışçıl-demokratik çözümüne hazırlamadığınız ama on yıllardır toksik anti-Kürt propagandasına maruz kalmış toplum kesimleri bu gelişmelere nasıl tepki verecektir? Bu muhtemel tepkilerin ilk toplanacağı siyasi odak olan, Türkiye’de çağdaş neo-faşist parti tanımına en uygun partinin genel başkanını hukuki temeli gayet zayıf suçlamalarla tutuklamanın bu tepkiselliği durduracağı mı sanılmaktadır? Bütün bunlar sürecin gayet zayıf ve kırılgan bir zeminde yol aldığını göstermektedir.
İhtimal 4: Yüzleşme ve toplumu hazırlama boyutlarını da içeren eşitlik temelli bir çözüm perspektifi olmadığı için sürecin kasten veya kazaen çökmesi ve yeni bir kaotik dönemin başlaması (İhtimal %66.6)
3 nolu ihtimalin masada pişirilmekte olabileceğini düşünsem de gerçekleşme ihtimalini yine de çökme ihtimalinden daha az görüyorum. Birçok nedenle:
4a. Öncelikle, Türkiye’deki iktidar çevreleri aynen daha önceki çözüm sürecinde olduğu gibi Kürt meselesinin çapını ve derinliğini hala kavramamış veya kavramak istemiyor olabilirler. Ek olarak yukarıda onlara belli bir rasyonalite atfederek tartıştığım bölgesel hegemonya arayışında Kürtlerle ittifak ihtiyacı meselesine kapsamlı bir şuur yerine gayet yüzeysel ve manipülatif bir şekilde yaklaşıyor olabilirler. Eğer böyleyse bu süreç tabii ki çok uzak olmayan bir noktada tökezleyecektir.
4b. Diyelim ki 4a’da yazdıklarım geçerli değil ve meseleyi kapsamlı bir kavrayış söz konusu. O takdirde devletin aylar-yıllar içinde birçok adım atması gerekecektir. PKK, bugün silah bıraksa bile, silahların teslim edilmesi yıllar sürecek bir faaliyettir (Kuzey İrlanda barış sürecinde yedi yıl sürmüştür – IICD, 2005). Bu süreçte Türkiye’deki iktidar ne kadar ödün verebilecektir, neyi ne kadar kabul edebilecektir? Devlet-içi bazı odaklardan süreci baltalamaya dönük faaliyetler engellenebilecek midir? Sadece bazı infaz-af düzenlemeleri gibi negatif barış adımları süreci ilerletmeye yetecek midir? Kapsamlı bir yüzleşme programıyla Kürt meselesinin barışçıl-demokratik çözümüne hazırlamadığınız ama on yıllardır toksik anti-Kürt propagandasına maruz kalmış toplum kesimleri bu gelişmelere nasıl tepki verecektir? Bu muhtemel tepkilerin ilk toplanacağı siyasi odak olan, Türkiye’de çağdaş neo-faşist parti tanımına en uygun partinin genel başkanını hukuki temeli gayet zayıf suçlamalarla tutuklamanın bu tepkiselliği durduracağı mı sanılmaktadır? Bütün bunlar sürecin gayet zayıf ve kırılgan bir zeminde yol aldığını göstermektedir.
4c. Eğer Türkiye’deki iktidar, Öcalan’ı Osmanlı zamanındaki Kürt mirleri ile bir tutuyor ve bir tek onun sözüyle yol kat edebileceği hesabını yapıyorsa, süreç yine hızla tökezleyebilir. Zira Öcalan’ın KSH üzerinde büyük bir etkisi olsa bile ne Kürt halkı ne de KSH sorgusuz sualsiz liderinin sözünü dinleyecek kadar feodal ve itaatkâr yapılar değildir. Mutlaka geniş ikna süreçlerinin ve toplumsal katılımın işletilmesi gerekmektedir.
4d. Otoriter rejimler kendilerini meşrulaştırmak ve toplumu kontrol altında tutmak için iç ve/veya dış bir düşman figürüne ihtiyaç duyarlar (Schmitt, 1927; Wodak, 2015 ve 2021). Gerçek bir tehdit olmasa bile, toplumsal hoşnutsuzlukları yönlendirebilmek için “günah keçisi” yaratmak otoriter rejimlerin başlıca stratejilerindendir. Türkiye’deki otokratik rejim açısından bu işlevi uzun yıllardır “PKK terör örgütü” görmekteydi. Bu yapı, yalnızca güvenlikçi politikaları değil, milliyetçi-mukaddesatçı ideolojik mobilizasyonu da taşıyan bir simgesel çıpa işlevi görüyordu. Eğer PKK kendini fesheder veya silahsız hale gelirse, bu rejim “düşmansızlık krizi” ile karşı karşıya kalabilir. Ancak bu, rejimin illa zayıflaması anlamına gelmeyebilir; zira otokratik yapılar genellikle yeni düşman figürleri icat edebilir: örneğin, göçmenler, LGBT+ bireyler, Batı destekli sivil toplum kuruluşları, muhalif medya veya farklı mezhepler. Ya da şimdiden işaretlerini gördüğümüz gibi CHP. Hatta duruma göre silahsız da olsa hala KSH, yani DEM Parti. Dolayısıyla PKK sonrasında, “düşmansız bir siyaset” olasılığı değil, yalnızca “düşman repertuarının güncellenmesi” beklenebilir. Ama tabii düşman icat ederek bu repertuarın güncellenmesi, toplumun buna ne kadar ikna olacağı ile ilgili bir şeydir. Otokratik rejimi destekleyen kitleler yeni düşmanlara ikna olmazsa, rejim eski kullanışlı düşmanlara dönüş yapmak isteyebilir.
4e. Bütün bunlara ek olarak, Erdoğan tabii ki yeniden seçilmek istemektedir ve bu süreci devletin uzun vadeli stratejik yönelimi ile kendi bekasının bir birleşimi olarak götürmek isteyecektir. Kendi beka ihtiyaçları karşılanmadığı takdirde önceki süreçte yaptığı gibi, “benim haberim yoktu” deyip süreci sonlandırabilir.
4f. Bu süreç bütün muhatapları için oldukça zor ve karmaşık bir süreçtir, ama sanırım en büyük zorluk, Kürt tarafı, özellikle DEM Parti için söz konusudur. “Barış ve demokrasiyi” birlikte götürmeye çalışan DEM Parti, barış için iktidarla konuşurken, iktidarın her anti-demokratik hamlesine de diğer bütün demokrat çevrelerle kol kola sert-ödünsüz muhalefet etmek zorundadır. Kimi negatif barış ödünleri için demokratik muhalefet performansında bir azalma olursa ciddi seçmen kaybına uğrayabilecektir. Ama sert demokratik muhalefete devam ederse de iktidarla yaptığı barış görüşmeleri zora girebilecektir.
CHP’nin bu konuda eskiye göre daha iyi bir noktada olduğu, en azından negatif barış konusunda eskisi gibi takoz bir tutum takınmadığı ortadadır. Bu çok olumlu bir gelişmedir. Ancak CHP, bu süreçte öne çıkan ve gündem belirleyen bir aktör olmak istiyorsa, DEM Parti ve bu meseleye demokratça yaklaşan diğer partilerle birlikte Kürt meselesinde eşitlikçi pozitif barış için ortak talepler-öneriler geliştirebilmeyi, kendi kitlesini bu konuda hazırlamayı, ulusalcı-tepkisel yanlarını daha da törpülemeyi gerçekleştirebilmelidir.
Mevcut güç diziliminde, KSH’nin, DEM Parti’nin ve genel olarak Türkiye’deki tüm demokratik muhalefetin ortaklaşabileceği bir zemin geliştirmek zor olsa da mümkün görünmektedir: Bir yandan a) Barış sürecini, silahların bırakılmasını sonuna kadar desteklemek, Kürt meselesinde pozitif barışa ulaşmak için önce bir yüzleşme-toplumsallaştırma programı ve aynı zamanda ortak talepler demeti hazırlamak, iktidarı buna zorlamak ve öte yandan b) sahici bir demokratikleşme olmadan kalıcı bir pozitif barış olamayacağının ve otokratik iktidarların böyle bir kapasitesi ve motivasyonu olamayacağının bilinciyle demokratik bir iktidar değişimine hazırlanmak.
Daha önce tartıştığım her şey hasarsız şekilde iyi gitse bile, DEM Parti’nin negatif barışı mevcut otokratik iktidarla, pozitif barışı ise CHP başta olmak üzere bütün demokratik muhalefetle pişirmek zorunda olması, muhtemelen sürecin en kırılgan, en gergin yanıdır. CHP’nin bu konuda eskiye göre daha iyi bir noktada olduğu, en azından negatif barış konusunda eskisi gibi takoz bir tutum takınmadığı ortadadır. Bu çok olumlu bir gelişmedir. Ancak CHP, bu süreçte öne çıkan ve gündem belirleyen bir aktör olmak istiyorsa, DEM Parti ve bu meseleye demokratça yaklaşan diğer partilerle birlikte Kürt meselesinde eşitlikçi pozitif barış için ortak talepler-öneriler geliştirebilmeyi, kendi kitlesini bu konuda hazırlamayı, ulusalcı-tepkisel yanlarını daha da törpülemeyi gerçekleştirebilmelidir.
Diyelim ki, iki taraf anlaşamadı, şu ya da bu nedenle bu süreç çöktü. Bu durumda, DEM ve CHP dahil bütün demokrat cephe, içinde Kürt meselesinin pozitif barışla çözüm önerilerinin de önemli bir yer tuttuğu geniş bir ortak demokrasi programı geliştirip şu iki şeyi birlikte yapabilecek midir?
PKK’ya hitaben, “Öcalan’ın da dediği gibi silahlara veda etmenin zamanı geldi, otokratik rejimin herhangi bir adım atmasını beklemeden, bizim ortak geliştirdiğimiz demokrasi programına bakarak, Türkiye’ye yönelik silahları bırakın ve demokratik muhalefete alan açın” diyebilecek midir? İktidara hitaben, “Kürt sorunu ve demokrasi sorunu vardır ve ayrılmaz bir bütündür. PKK silahları bıraksa da bırakmasa da bu sorunlar işte bu programımız çerçevesinde çözülmelidir” diye sıkıştırabilecek midir?Türkiye toplumunun da bütün Orta Doğu halklarının da çıkarları, eşitlik ve dayanışma temelinde geliştirilebilecek ortak yaşam perspektifleridir. Sermaye sınıflarının çıkarlarını önceleyen ve/veya (ulusal, etnik, dini, mezhebi, dilsel) sosyal kimlikleri alt-üst hiyerarşisine tabi tutan yaklaşımlar her zaman şiddet ve acı üretirler. Mevcut alaturka ve alakürdi haller bizi çok umutlu kılmayabilir, ama mevcut halleri dönüştürmek, daha umutlu alaturka-alakürdi haller yaratmak da politik mücadeleyle mümkün olabilir.
---------------------
1. Türkiye bu endekslerde 2010 yılında 89. ve 28. sıralardaymış.
2. HDP’nin kuruluşundan itibaren iki yıl boyunca, 2013-15 döneminde, HDP’nin Danışma Kurulu’nda yer aldım. Hem HDP’nin ilk yıllarıydı hem de Çözüm Süreci dönemi. O dönemki Danışma Kurulu faaliyeti yılda yaklaşık iki toplantı ve 2-3 saat süren o toplantılarda Kurul üyelerinin (ki 30-40 kişiden bahsediyoruz) 5-10 dakika konuşarak siyasi gündeme dair fikirlerini beyan etmesinden ibaretti. Ben o iki yıl boyunca yapılan dört toplantıya da katılmış ve temel olarak ve çok özetle şu fikirleri paylamıştım: 1) Çözüm Süreci, çok gerekli ama yürütülme tarzı çok problemli ve çökme ihtimali yüksek. Yüzleşme adımlarıyla toplum demokratik bir çözüme hazırlanmazsa bu süreç ilerleyemez. “Akil insanlar” çalışması iyi ama hiçbir şekilde yetmez. (Yüzleşme meselesinin ayrıntılı tartışması için bknz: Paker, 2015, 15 Mart). 2) Katıldığım son iki toplantı, Demirtaş liderliğinde 7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte gerçekleşmişti. Bu iki toplantıda şu iki temel noktayı vurgulamıştım: a) Barışı, Çözüm Sürecini desteklerken, HDP’nin kuruluşundan itibaren iki yıl boyunca, 2013-15 döneminde, HDP’nin Danışma Kurulu’nda yer aldım. Hem HDP’nin ilk yıllarıydı hem de Çözüm Süreci dönemi. O dönemki Danışma Kurulu faaliyeti yılda yaklaşık iki toplantı ve 2-3 saat süren o toplantılarda Kurul üyelerinin (ki 30-40 kişiden bahsediyoruz) 5-10 dakika konuşarak siyasi gündeme dair fikirlerini beyan etmesinden ibaretti. Ben o iki yıl boyunca yapılan dört toplantıya da katılmış ve temel olarak ve çok özetle şu fikirleri paylamıştım: 1) Çözüm Süreci, çok gerekli ama yürütülme tarzı çok problemli ve çökme ihtimali yüksek. Yüzleşme adımlarıyla toplum demokratik bir çözüme hazırlanmazsa bu süreç ilerleyemez. “Akil insanlar” çalışması iyi ama hiçbir şekilde yetmez. (Yüzleşme meselesinin ayrıntılı tartışması için bknz: Paker, 2015, 15 Mart). 2) Katıldığım son iki toplantı, Demirtaş liderliğinde 7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte gerçekleşmişti. Bu iki toplantıda şu iki temel noktayı vurgulamıştım: a) Barışı, Çözüm Sürecini desteklerken, süreç ilerlesin diye eleştirilerimizi sıralarken, otoriter bir başkanlık rejimine sert bir şekilde karşı durmanın, tavizsiz demokrasiyi savunmanın gerekliliği (nitekim Demirtaş da aynı fikirdeydi ve bir noktada çıkıp “seni Başkan yaptırmayacağız” dedi). b) HDP’nin çok çok iyi bir momentum yakaladığı, %10’luk barajı rahatça geçeceğinin belli olduğu, eğer bu gelişmeyi görüp PKK yasal siyasi mücadeleye alan açmak için Türkiye’ye yönelik silahlarını bırakırsa, bir sonraki seçimde %20’lere tırmanıp CHP ile anamuhalefet için yarışmanın artık uçuk bir fantezi olmayacağı (bu konuda Demirtaş da tam olarak böyle mi düşünüyordu bilemiyorum ama en azından “hendek savaşları” döneminde Kürt gençlerine şiddetten vazgeçmeleri ve siyasete şans tanımaları için defalarca çağrı yaptığını biliyoruz. Bknz: Paker, 2015, 29 Temmuz ve 30 Ekim). Bunları hatırlatmamın nedeni, bir önceki süreçte ayağımıza dolananların şimdiki süreçte de dolanmaması için, benzerlik ve farklılıkların daha fazla farkına varabilmemiz için.
Kaynaklar
* Ahmad, F. (1993). The Making of Modern Turkey. London: Routledge.
* Ala’Aldeen, D. (2025, Şubat 24). The Turkish-Kurdish Peace Process and Its Regional Implications. Middle East Research Institute (MERI). https://www.meri-k.org/publication/the-turkish-kurdish-peace-process-and-its-regional-implications/
* Artı Gerçek. (2024, Haziran 24). 10 soruda Sinan Ateş cinayetinin anatomisi. Artı Gerçek. https://artigercek.com/politika/10-soruda-sinan-ates-cinayetinin-anatomisi-308902h
* Ateş, S. (2013). Ottoman-Iranian Borderlands: Making a Boundary, 1843–1914. Cambridge University Press.
* Ateş, S. (2021). The End of Kurdish Autonomy: The Destruction of Kurdish Emirates in the Ottoman Empire. In H. Bozarslan, C. Gunes, & V. Yadirgi (Eds.), The Cambridge History of the Kurds (pp. 241–260). Cambridge University Press.
* Atmaca, M. (2021). Negotiating Political Power in the Early Modern Middle East: Kurdish Emirates between the Ottoman Empire and Iranian Dynasties (Sixteenth to Nineteenth Centuries). In H. Bozarslan, C. Gunes, & V. Yadirgi (Eds.), The Cambridge History of the Kurds (pp. 241–260). Cambridge University Press.
* Barkey, H. J. (2020, Şubat 28). Turkey, the Kurds, and the Geopolitics of the Middle East [Konferans sunumu]. World Affairs Council of Hilton Head. https://wachh.org/event-3413189.
* Bar-Tal, D. (2000). From Intractable Conflict Through Conflict Resolution to Reconciliation: Psychological Analysis. Political Psychology, 21(2), 351–365.
* Bora, T. (2004). Milliyetçiliğin Kara Baharı. İstanbul: Birikim Yayınları.
* Bora, T. (2011). Türkiye’de Milliyetçilik: Modernleşme, Kemalizm ve Sol. İstanbul: İletişim Yayınları.
* Galtung, J. (1969). Violence, peace, and peace research. Journal of Peace Research, 6(3), 167–191.
* Gunter, M. M. (2015). Iraq, Syria, ISIS and the Kurds: Geostrategic Concerns for the U.S. and Turkey. Middle East Policy, 22(1), 102–111.
* Gunter, M. M. (2016). The Kurds: A Modern History. Markus Wiener Publishers.
* Gürpınar, D. (2020). The Manufacturing of Turkish National Identity and History: Narratives of State and the Nation. London: Palgrave Macmillan.
* Human Rights Watch. (1999). Turkey: State Responsibility for Abuses by the Security Forces.
* Independent International Commission on Decommissioning. (2005). Final Report of the Independent International Commission on Decommissioning. https://peaceaccords.nd.edu/provision/disarmament-northern-ireland-good-friday-agreement
* International Monetary Fund. (2025). World Economic Outlook Database, April 2025 Edition. https://www.imf.org/external/datamapper/NGDPD@WEO/TUR
* Levitsky, S., & Way, L. A. (2010). Competitive authoritarianism: Hybrid regimes after the Cold War. Cambridge University Press.
* Marini, R. M. (1972). Brazilian Subimperialism. Monthly Review, 23(9), 14–24.
* Milliyet. (2024, Ağustos 21). Devlet Bahçeli'den son dakika DEM Parti çağrısı: Maaşları kesilsin. https://www.milliyet.com.tr/milliyet-tv/devlet-bahceliden-son-dakika-dem-parti-cagrisi-maaslari-kesilsin-video-7175864
* Paker, M. (2014, Eylül 11). Barışçı bir çözüm için iki önkoşul: Şiddetsizlik ve eşitlik. T24. https://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/barisci-bir-cozum-icin-iki-onkosul-siddetsizlik-ve-esitlik,10136
* Paker, M. (2015, 29 Temmuz). Erdoğan’ın son barutuna su dökmek. T24. https://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/erdoganin-son-barutuna-su-dokmek,12406
* Paker, M. (2015, 30 Ekim). 1 Kasım seçimine giderken savaş-barış ikileminde ne istiyoruz? T24. https://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/1-kasim-secimine-giderken-savas-baris-ikileminde-ne-istiyoruz,13091
* Paker, M. (2015, Mart 15). Yüzleş ➔ Uzlaş ➔ Barış. T24. https://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/yuzles-uzlas-baris,11479
* Paker, M. (2016, Temmuz 11). Büyü yapsak Kürt sorunu biter mi? T24. https://t24.com.tr/yazarlar/murat-paker/buyu-yapsak-kurt-sorunu-biter-mi,15001
* Schmitt, C. (1927/2005). The Concept of the Political (G. Schwab, Çev.). University of Chicago Press.
* Solaker, G. (2025, Şubat 27). İmralı sürecinin kronolojisi: Bu noktaya nasıl gelindi? T24. https://t24.com.tr/haber/imrali-surecinin-kronolojisi-bu-noktaya-nasil-gelindi,1221988
* The Economist Intelligence Unit. (2017). Democracy Index 2016: Revenge of the "deplorables". https://impact.economist.com/perspectives/sites/default/files/The%20EIU%27s%202016%20Democracy%20Index_0.pdf Economist Impact+1Economist Intelligence Unit+1
* The Economist Intelligence Unit. (2025). Democracy Index 2024: What's wrong with representative democracy?. https://d1qqtien6gys07.cloudfront.net/wp-content/uploads/2025/03/Democracy_INDEX_2024.pdfCloudFront
* Treisman, D. (2020). Democracy by mistake: How the errors of autocrats trigger transitions to democracy. American Political Science Review, 114(3), 792–810.
* Uysal, G. (2021). Turkey’s sub-imperialism in Sub-Saharan Africa. Review of Radical Political Economics, 53(3), 442–461.
van Bruinessen, M. (1992). Agha, Shaikh and State: The Social and Political Structures of Kurdistan. London: Zed Books.
* Wallerstein, I. (1979). The Capitalist World-Economy. Cambridge University Press.
* Wodak, R. (2015). The Politics of Fear: What Right-Wing Populist Discourses Mean. SAGE.
* Wodak, R. (2021). The Politics of Fear: The Shameless Normalization of Far-Right Discourse (2. Baskı). SAGE Publications.
* World Justice Project. (2016). WJP Rule of Law Index 2016: Turkey Country Press Release. https://worldjusticeproject.org/sites/default/files/documents/wjp_2016_ruleoflawindex_pr-turkey.pdf
* World Justice Project. (2023). Turkey Ranks 117 out of 142 in the World Justice Project Rule of Law Index. https://worldjusticeproject.org/sites/default/files/documents/Turkiye.pdf
İlginizi Çekebilir