Akıntıya karşı durmak ya da kapılmak: The Reader ve A Hidden Life üzerine
KÜLTÜR SANATThe Reader ve A Hidden Life, eylem ile eylemsizlik arasındaki bu etik gerilimi iki uçta gösterir. Franz, düşünen bir birey olarak akıntıya karşı durur; Hanna ise düşünmeden, sorgulamadan yapılanın tekrarına dönüşür. Kimsenin bilmeyeceği bir direnişi sürdüren Franz ile sessizliği seçen Hanna arasındaki bu ikilem, insanın vicdanı, sorumluluğu ve sistemin dayattığı sessizlik arasındaki etik çatışmayı sinemasal biçimde tartışmaya açar.
A Hidden Life filminde, Hitler’e biat etmeyi reddettiği için “vatan haini” ilan edilen Avusturyalı çiftçi Franz’a, Binbaşı Schlegel bir belge uzatarak imzalaması hâlinde özgür kalabileceğini söyler. Franz’ın yanıtı nettir: “Ben zaten özgürüm.”
Filmin ilerleyen sahnelerinde, Franz’ı kurtarmak isteyen yargıç ona şöyle der: “Yaptıklarınızın savaşın gidişatını değiştireceğini mi sanıyorsunuz? Mahkeme dışında kimse sizi duymayacak. Hiç kimse değişmeyecek. Dünya eskisi gibi devam edecek. Üstelik yaptıklarınız, niyetinizin tam tersi bir etki yaratabilir. Sizin yerinize bir başkası geçecek.”
Tüm bu sözlere rağmen Franz, inanmadığı bir eylemi gerçekleştirmemeyi seçer ve ölüm pahasına direnir. Peki, Franz’ın kimsenin duymayacağını bilmesine rağmen gerçekleştirdiği bu sessiz ama kararlı direnişi tarihin neresine yazılır?
Hannah Arendt, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde gerçekleşen toplu katliamlara dair Eichmann davasını izlerken “kötülüğün sıradanlığı” kavramını ortaya atmıştı. Arendt’e göre kötülük, şeytani bir doğadan değil; düşünmeyen, sorgulamayan ve yalnızca “emirleri uygulayan” insanların eylemlerinden doğar. Bu düşünceleri nedeniyle kendi halkı tarafından dışlanmış, Nazi sempatizanlarını aklamakla suçlanmış olsa da, Arendt aslında hepimizin yüzleşmekten kaçındığı bir gerçeği dile getirmişti: Kötülükleri yapanlar sadece kötü insanlar değildir.
Yoğun ve kaygı verici gündemin içinde ister istemez duyarsızlaşan birçok insanın verdiği tepki, tehdit karşısında donma halidir. Bu, bir yandan zihinsel sağlığı korumaya yönelik bir savunma mekanizmasıdır; diğer yandan ise sürekli travmatik içeriğe maruz kalan bireyin taşıyamayacağı duygusal yükten kaçınmak için bu içerikleri sıradanlaştırması ve bunun da duyarsızlaşmaya yol açmasıdır. Ayrıca bu tür içeriklerin hemen ardından gündelik ya da eğlenceli paylaşımların gelmesi, duyarsızlaşmayı pekiştiren bir başka etken olarak karşımıza çıkar. Travmatik gerçeklik, sosyal medyanın hızla tüketilen ve estetikleştirilmiş bir parçasına dönüşmüş; böylece hem bireysel hem de toplumsal dayanışma refleksleri zayıflamış, empati duygusu giderek körelmiştir.
Peki, bir insanın gözü önünde gerçekleşen büyük felaketlere —örneğin bir soykırıma— karşı tepkisiz kalması nasıl açıklanabilir? Sessiz kalmak bizi işlenen suça ortak eder mi? Kötülüğü engellemenin yolu, onu anlamaktan ve ona giden yolları kavramaktan mı geçer? Hannah Arendt’in söylediği gibi, kötülük sıradan insanların günlük eylemlerinden mi başlar?
Bazen bir toplumun kaderi bağıranların sayısıyla değil, sessiz kalanların çokluğuyla belirlenir. Ve bazen, “başını öne eğip işini yapmak”, suça ortak olmanın toplum tarafından en kabul gören ve meşrulaştırılan yoluna dönüşür.
Dünya gündemine olduğu kadar ülke gündemine dair gelişmelerde de —Kartalkaya’daki otel yangınından parfüm fabrikasındaki trajediye, gerçekleştirilmeyen denetimlerden eksik raporlara, cezasız kalan suçlardan adaletin çarpık işleyişine, çocuk emeğinin normalleşmesinden kadın cinayetlerine, sınıf eşitsizliğinden her türlü ayrımcılığa kadar— haberlere duyarsız kalmamız ya da salt sosyal medya paylaşımlarıyla fikir beyanında bulunmamızın açıklaması ne olabilir? Bu duyarsızlığın altında, kimi zaman içten içe kınadığımız durumlarda bile, aslında gizliden gizliye sistemi destekliyor olmanın yarattığı bir suçluluk duygusu mu yatıyor olabilir?
Kimsenin sorumluluk üstlenmediği bu tür olaylarda, doğrudan birincil fail olmasalar da, sistemin işleyişine uyum sağlayan ve yalnızca görevini yaptığını, kendinden öncekilerin de aynı şekilde davrandığını söyleyen sıradan insanlar suça ortak mıdır? Albert Bandura’nın “moral disengagement” (ahlaki kopuş) olarak adlandırdığı süreç, insanların kendi etik değerleriyle çelişen davranışlarını nasıl rasyonalize ettiklerini açıklar. Birey, normalde ahlak dışı bulduğu bir eylemi çeşitli gerekçelerle haklı göstererek suçluluk duygusundan kurtulur. Bu durum, kötülüğün “canavar” olarak nitelendirdiğimiz insanlardan değil, sistemin çarkını sorgulamadan döndüren, haksızlık karşısında bazen isteyerek bazen de bilinçsizce sessiz kalan bireylerden doğduğunu gösterir.
Bu bağlamda, kötülüğün doğasına dair sorgulama yaratan ve kötülük karşısındaki tepkisizliği farklı biçimlerde ele alan iki film öne çıkar.
İlki, senaryosunu David Hare’in yazdığı, Stephen Daldry’ninyönettiği ve Bernhard Schlink’in romanından uyarlanan 2008 yapımı The Reader (Okuyucu). Başrollerinde Kate Winslet, Ralph Fiennes ve David Kross’un yer aldığı bu Alman-Amerikan ortak yapımı film, sıradan insanların nasıl büyük bir kötülüğün parçası olabileceğini gösterir. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da geçen hikâyede, okuma yazma bilmeyen Hanna Schmitz, Nazi Almanyası’nda toplama kampı gardiyanı olarak görev yapar. Emirleri sorgulamadan yerine getirir; sessizliği, itaatkârlığı ve sonunda okuma yazma bilmemesini gizlemek için aldığı kararlar, onu suçun doğrudan bir parçası hâline getirir. Film, Hanna’nın suçunu fark edip etmediği sorusunu merkeze alır. Tahliye olmadan önce intihar etmesi, okuma-yazma öğrendikten sonra bilinç kazandığı ve suçunu kavradığına işaret eder. Hannah Arendt’in Eichmann in Jerusalem adlı eserinde belirttiği gibi, büyük kötülükler genellikle kötülüğün bilincinde olunarak değil, düşünmeden, itaat sonucu gerçekleşen eylemlerle ortaya çıkar. The Reader, tam da bu sorgulamayı sinemaya taşır.
Bu sessizlik, eylemsizlik ve itaat üçgeni günümüz Türkiye’sinde de yeniden yankılanır. Bürokratik kararlardan adalet mekanizmasına, toplumsal olaylara verilen tepkilere kadar her alanda “sıradan kötülük” yeniden üretilir. Her gün tanık olduğumuz işçi ölümleri, maden faciaları, kadın cinayetleri, gazeteci susturmaları, öğrenci sorunları, hak gaspları gibi olaylar karşısında çoğu insan haksızlıkları düşünsel düzeyde reddetse de, eyleme geçmeyerek sistemin devamına katkı sağlar. Bazen düşünmeden onaylanan bir belge, bir denetimsizliğin ilk adımı olur; bazen de bir “rica” uğruna yapılan küçük bir ayrıcalık, başka birinin hakkını gasp eder.
Tarihin en ikonik fotoğraflarından biri olan AugustLandmesser’in 13 Haziran 1936’da Hamburg’da çekilen fotoğrafı, bu bağlamda bir hafıza simgesidir. Nazi selamı veren kalabalığın ortasında, kollarını kavuşturmuş biçimde duran Landmesser, bize bazen “durmanın” da bir eylem olduğunu, hatta en büyük direnişin bazen akıntıya karşı sessizce durabilmek olduğunu hatırlatır.
Bu düşünceye benzer bir etik duruşu Terrence Malick’inyönettiği 2019 yapımı A Hidden Life filminde görürüz. Nazi Almanyası’nda geçen gerçek bir hikâyeyi anlatan filmde Avusturyalı çiftçi Franz Jägerstätter, Hitler’e biat etmeyi reddeder ve bunun sonucunda “vatana ihanet” suçlamasıyla hapse atılır. Gardiyanların “Kimsenin seni duymayacağı, hiçbir şeyin değişmeyeceği” uyarısına rağmen Franz, vicdanına sadık kalarak direnmeye devam eder. “Ama ben zaten şimdi özgürüm,” der.
Bazen bir toplumun kaderi, bağıranların değil; sessiz kalanların belirlediği bir yerdedir. Ve bazen, “başını öne eğip işini yapmak”, kötülüğün en konforlu kılıfıdır.
The Reader ve A Hidden Life, eylem ile eylemsizlik arasındaki bu etik gerilimi iki uçta gösterir. Franz, düşünen bir birey olarak akıntıya karşı durur; Hanna ise düşünmeden, sorgulamadan yapılanın tekrarına dönüşür. Kimsenin bilmeyeceği bir direnişi sürdüren Franz ile sessizliği seçen Hanna arasındaki bu ikilem, insanın vicdanı, sorumluluğu ve sistemin dayattığı sessizlik arasındaki etik çatışmayı sinemasal biçimde tartışmaya açar.
İlginizi Çekebilir