© Yeni Arayış

Ada ile kent arasında: Türkiye’de tecritin mimarı devlet

Kent kamusal alan üretir, ada tecrit üretir. Türkiye’nin geleceği, kent mi olacağına yoksa ada mı kalacağına bağlıdır. Şeffaflık kentleşmektir, diyalog kentleşmektir, müzakere kentleşmektir. Sessizlik ise adalaşmaktır. Eğer demokrasi bir gün güçlenecekse, bu adanın duvarları yıkılarak değil, toplumun hafızasının duvarları kırılarak olur. Çünkü o ada, bir kişiyle değil, devletle ve toplumla ilgili bir soruyu temsil eder: Hakikat mekânda saklanırsa, kimin sözü hayatta kalır?

Türkiye’de bazı mekânlar haritadan silinmiş gibi yaşar; görünürdür ama konuşulmaz, bilinir ama tartışılmaz, vardır ama yok sayılır. Bu mekânlar, coğrafyanın değil, devletin hafızasının en saklı yerleridir. Bir ada işte tam da böyle bir mekân hâline geldiğinde, artık yalnızca toprak parçası değildir; orası devletin konuşulmayan yüzüdür. Türkiye’de bir adanın varlığından çok, yokluğu için uğraşılır. Onu sürekli hatırlatan şey, adada kim olduğu değil; orada hangi bilginin kapatıldığıdır. Çünkü bazı mekânlar insan saklamaz, devlet saklar.

Bir şehir kamusallık üretir, ada ise kamunun erişimini reddeder. Şehirde insanlar birbirine çarpar, tesadüfler kararları değiştirir, söz dolaşır, fikir çatışır. Kent, demokrasinin nefes aldığı yer olur. Ada ise sessizliğin adresi olur. Oraya giden söz geri dönmez, oraya bakan gözler körleşir, oradaki duvarlar yalnızca bedenleri değil, bilgiyi de tecrit eder. Bu nedenle tecrit mekânı yalnızca kişinin değil, kamusal bilginin tecritidir. Sözün cezalandırıldığı yerde düşünce ölmez; fakat görünmezleşir.

O adanın varlığı, Türkiye’de devletin hangi bilgiyi görünmez kılmak istediğinin mekânsal ifadesidir. Bir ada yalnızca denizin ortasında değildir; devlet aklının ortasında da durur. Yıllar boyunca tartışmalar, krizler, pazarlıklar, toplumsal kırılmalar, siyasal değişimler yaşanır ve bu ada hep oradadır. Sanki haritadan silinmesi gereken bir utanç gibi, ama aynı zamanda dokunulamaz bir sır gibi. Televizyon ekranları onun varlığını yalnızca haber değeri taşıdığı anlarda hatırlar. Sessizliği, gündem olup olmadığına göre değişir. Fakat adanın asıl etkisi, haberlerde değil, hafızadadır: Devletin konuşmadığı yer, toplumun asla tam olarak anlayamadığı yere dönüşür.

Bu yüzden mesele adada kim olduğundan çok, o adanın Türkiye demokrasi tarihinde nasıl bir duvar gibi yükseldiğidir. Duvarların yalnızca somut yapılar olmadığı, bazen devletin stratejileriyle örüldüğü açıktır. Adada örülen duvar, siyasetin de duvarıdır; bir bilgi duvarı, bir bellek duvarı, bir tartışma duvarıdır. O ada, Türkiye’de “söylenemeyenlerin mimarisi”dir. Devlet yalnızca kişiyi tecrit etmez; bilgiyi, müzakereyi, toplumsal hafızayı da tecrit eder. Bu yüzden ada aynı zamanda bir mimari ideolojidir: konuşmayı cezalandıran, müzakereyi yok eden, toplumsal bellekle bağ kurmayı imkânsızlaştıran bir ideoloji.

Olgun hiçbir demokratik toplum, hakikati mekânla saklamaz. Mekânın sınırlarıyla belirlenen bir adalet, aslında adaletsizliğin sürekliliğidir. Oraya erişilememesi, devletin bile konuşmak istemediği bir alan yaratır. Sözün yok edildiği, bilginin duvarların ardında tutulduğu her yer, hukuk düzeninden önce toplumsal vicdanı zedeler. Ada, hukuki bir kurum gibi görünse bile, aslında bir sorgulama mekanizmasının hareketsiz bırakılmasıdır. Devlet orada bir kişiyi değil, toplumu birbirinden koparan iletişim kanalını tutuklar. Toplumun bilmeye hakkı olan şeyler, yalnızca bedenin değil, bilginin tecridine dönüşür.

Bu nedenle ada, Türkiye’de siyaset ile toplum arasına çizilen kalın bir çizgi gibidir. Siyasal kararlar çoğu zaman toplumdan gizlenir, konuşmalar yalnızca iki odak arasında gider gelir, kamu dışarda bırakılır. Siyaset topluma doğru akmaz; ada gibi kapalı alanlara sıkışır. Demokratik müzakere, kent meydanlarında değil, görünmeyen odalarda yürütülür. Kentin sesi devleti çağırır, ama devlet o çağrıyı kıyıya yanaştırmaz. O ada, Türkiye’de toplumsal müzakerenin ölümü, siyasal hesaplaşmanın kapatılması ve toplumun susmaya zorlandığı bir eşiği temsil eder.

Türkiye’de kimsenin tam olarak bilemediği o ada, aslında herkesin hayatına dokunmuştur. Seçimlere, barışa, şiddete, krize, siyasi ittifaklara, toplumsal kırılmalara, ekonomik dalgalanmalara… Görünmez bir merkez gibi çalışır ama görünmezliği, onun en büyük etkisidir. Adanın kendisi değil, onun çevresinde dolaşan sessizlik ülkeyi şekillendirir. Çünkü sözün kapatıldığı yerde söylentiler devlete dönüşür, resmî açıklamaların yerine fısıltı gazeteleri geçer, halkın değil kulislerin belirlediği bir siyaset üretilir.

Bir adanın dünyadan kopuk oluşu, toplumun siyasetteki söz hakkının da kopmasıdır. Devlet tecridi mekânda uyguladığında, onun etkisi siyasete yayılır. Adalet yalnızca yargı aktörlerinin değil, kamusal katılımın da yokluğu anlamına gelir. Bu yüzden ada, Türkiye’nin demokrasi tarihinde bir nokta değil; bir boşluk olarak yer alır. O boşluk genişledikçe toplum konuşmayı bırakır, konuşmayan toplum demokratikleşemez. Kentin meydanları kalabalık olsa bile, söz dolaşmaz. Çünkü sözün öldüğü yer, yalnızca adanın kıyısında değil, toplumun hafızasındadır.

Bir ada bazen kişinin değil, toplumun tecrit edildiği yerdir. Devlet, bilginin akışını keserse, yalnızca bir insanı susturmuş olmaz; milyonların sözünü yarıda bırakır. Demokrasi, haritada görünmeyen bir duvarda kaybedilir. Sessizlik sadece dalgaların sesiyle gelmez; aynı zamanda devletin sesinin hiç değişmemesiyle büyür. Toplumun duyma hakkının ve sorgulama hakkının kapatıldığı her karada, her adada, her kapalı mekanizma içinde aynı karanlık büyür.

Kent kamusal alan üretir, ada tecrit üretir. Türkiye’nin geleceği, kent mi olacağına yoksa ada mı kalacağına bağlıdır. Şeffaflık kentleşmektir, diyalog kentleşmektir, müzakere kentleşmektir. Sessizlik ise adalaşmaktır. Eğer demokrasi bir gün güçlenecekse, bu adanın duvarları yıkılarak değil, toplumun hafızasının duvarları kırılarak olur. Çünkü o ada, bir kişiyle değil, devletle ve toplumla ilgili bir soruyu temsil eder: Hakikat mekânda saklanırsa, kimin sözü hayatta kalır?

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER