18. İstanbul Bienali başladı: “Üç Ayaklı Kedi” metaforu başka nasıl okunabilir?
KÜLTÜR SANAT“Üç Ayaklı Kedi” ise hem geçmişin travmatik izlerini taşır, ama bu binlerce yıllık ruhundan taviz vermez. Sanki uzvunu kaybetmemiş gibi sokaklardan süzülür. İlgisini, merakını ve dikkatini korur. Sanki hiç şey olmamış gibi. Bu mekanlar da tıpkı kedinin dokuz canlı olması gibi. “Üç Ayaklı Kedi” metaforu bilmiyorum, başka nasıl okunabilir?
18. İstanbul Bienali Küratörü Christine Tohmé, bienal için kaleme aldığı kavramsal çerçeve yazısında üç ayakta tamamlanacak olan bu bienali bir kediye benzettiğini belirtiyor ve şunları söylüyor:
“Kedinin dokuz canlı olduğu söylenir. Kentin sevilen ve sayılan bu sakini, sokakların arasından süzülür, gözden kaçanların izini sürer ve gerinerek güneşin tadını çıkarır. Zekâsı ve cazibesiyle mahalleliler ve yoldan geçenler için kural tanımaz bir yoldaş rolüne bürünür. Binlerce yıllık evcilleşmeye rağmen tehlikeler karşısında yabaniliğini korur. Oyun ile tehlike arasında git gellerle yaşayan kedi, ona karanlık anlarda kılavuzluk eden meraklı bir ruha sahiptir. Zaman zaman bu ona ağır bir bedel ödetebilir, hatta bir uzvuna mal olabilir. Üç ayaklı kedi, bir görünüp bir kaybolarak sessizce gezinir. Aksak yürüyüşü, anlatılmamış bir dehşetin yankılarını taşır. Yine de arada bir soluklanır, başını kaldırıp gökyüzüne bakar ve gezegenin ufkunu sorgular. Kimi zaman tökezlese de zarafetini kaybetmeden yeni denge hareketleri dener. Kediyi takip ederek alışılmış yollardan ayrılmak bize onun haylazlıklarını taklit edip dönüşüm alanları yaratma cesareti verir; güneşin sıcaklığında teselli buluruz.”
Beyrut’lu küratör Tohmé Bienal’in açılış konuşmasında Gazze’de yaşanan vahşete ağırlık verdi. Bir tarafta bir insanlık kırımı yaşanırken bir bienalin (ve sanatın) nasıl yapılabilir olduğunu sorgulatacak şekilde. Kendi sanat kişiliğinin haritasını oluşturan ve kırımlara tanıklık eden, dışarı çıkamayan iki Gazze’li sanatçının ve Beyrut bombalandığında kendisinin ve birlikte çalıştığı dostlarının ruh halini ifade eden cümlelerle konuşmasına başladı ve izleyicilerden uzun bir süre alkış aldı.
Ama bir taraftan bu kırıma odaklanırken diğer taraftan sanatın evrensel rolünün altını çizmekten geri kalmadı. Yaptığını bilmezden gelme, gerçeği başka bir gerçekle örtme, kendi kırımlarını gizleme gayretlerinin günümüzde nasıl riyakarlık gösterilerine dönüştüğünü ve sanatın bunları gizlemek yerine nasıl görünür kıldığını gösterecek bir biçimde.
“Giderek hızlanan yıkım, zorunlu göçler ve önü alınamayan krizler tüm ufukları ve gelecek olasılıklarını paramparça ediyor. Sürekli daralan bir şimdiyle karşı karşıya kalan bedenlerimiz, pek çok saate ayak uydurmaya zorlanıyor: kimisi hızlı kimisi yavaş kimisi bozuk. Bir sendeleyip bir ileri atıldığımız ikili bir devinim içine hapsolmuş, dengede durabileceğimiz adımı atmaya çabalıyoruz. Tıpkı kedi gibi biz de kendi etrafımızda dönüyor, kıvrılıyor, kaybolup yeniden ortaya çıkıyoruz. Yönümüzü bulmaya çalışırken, dinlenmeyi öğreniyor, bir yandan da korunmaya ve onarılmaya muhtaç parçalarımıza sahip çıkıyoruz. Kırılganlık ve tekrar eden krizlerle karşı karşıya kaldığımızda, maddi koşullar ve güvensizlik hissi günlük hayatımızı nasıl etkiliyor? Kendimizle, bedenlerimizle ve toplumla olan ilişkimiz nasıl şekilleniyor? Soluklanabileceğimiz alanları nasıl yaratıyoruz? Alışılmadık dayanışma biçimlerini ve direniş için karşı-stratejileri nasıl keşfediyoruz? Onarmanın ve ileriye yönelik hayal kurmanın kol kola ilerlediği bir hareket, nasıl gelecekler tasavvur etmemize olanak tanıyor? Dünyalarımız aynı anda hem kâbuslara hem düşlere; hem geçiciliğe hem dayanıklılığa yer açacak şekilde çözülürken, bu dünyalarda yaşamaya nasıl devam edebiliriz?”
İlk gün bütün mekanları gezme imkanım olmadı. Ancak onun bu metaforunu ve çizdiği çerçeveyi açılış günü gezme imkanı bulabildiğim iki eğitim mekan üzerinden yorumlamayı düşündüm:
Orphélinat Saint Joseph
Birinci mekan Büyük Beyoğlu (Pera) yangınından aşağıda kaldığı için kurtulmuş olan bir okul. Kapısında “Orphélinat de Saint Joseph” yazılı. Şimdiki adıyla Eski Fransız Yetimhanesi.
Beyoğlu ile Tophane semtinde eski elçilik binalarının çevresinde yer alan 1869’da Sultan Abdülaziz döneminde Aziz Vincent de Paul’ün Yardımsever Kızları Cemiyeti’ne yetimhane olarak kullanılması şartıyla tahsis edilen bu alan günümüzde bir yeşil vaha olarak içeri giren herkesi şaşırtıyor. İçindeki binalar 1937’ye kadar yetimhane ve ilkokul olarak hizmet vermiş. Okul kapatıldıktan sonra boş kalan binalar atölye olarak kullanılmış.
Son olarak da kartonpiyer ve marangoz atölyeleri buraya yerleşmiş. Geçmişte tarım yapılan, tavuk beslenen ve bir ara da restorana dönüşen bahçe günümüzde Beyoğlu Belediyesi tarafından ‘Tophane Mekân’ adıyla kamuya açılmış. Bahçe 18. Bienal kapsamında sanatçı Khalil Rabah’ın yerleştirmesine evsahipliği yapıyor. Sanatçı tarihi okul yapısıyla izleyiciler arasına geçici olarak bitkilerden oluşan bir platform yerleştirmiş. Bitkilerin ön kısmına ise gene geçici bir su kanalı-yarığı yerleştirilmiş. İzleyiciler kimi zaman kenarına basarak üzerinden atlıyor, kimi zaman onu bir engel olarak görüp kenarından yürüyor.
Büyükada Rum Yetimhanesi’nin sahiplerine iadesini sağlayan AİHM kararı (2010) sonrasında tekrar sahiplerine iade ediliyor. O tarihten bugünlere şehrin kamusal hayatını zenginleştiren bir mekan olarak bienallere, sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor.
Galata Rum Okulu
İkinci mekan, o da bir eğitim kurumu, Galata Rum Okulu. O’nun şehirdeki hikayesi ise biraz daha sonra başlıyor. 20. yüzyıl başlarına doğru şehrin büyük bir ticaret limanı ve finans merkezi halini almasıyla. İmparatorluk krizlerle boğuşurken şehir ekonomik alanda en parlak dönemlerinden birini yaşıyor. Şehrin Rum nüfusu Ege adalarından, Karadeniz’den, Karaman’dan gelen göçmenlerle birkaç (üç) kat artıyor. Şehrin ekonomisinde o tarihlerde Rumlar ön plandalar ve İstanbul Ticaret Odası’nın üyelerinin yarısından fazlasını oluşturuyorlar. 1960’ların ortasından itibaren şehir Rum nüfusunu kaybetmeye başlıyor. 1990’larda öğrencisiz kalıyor ve devlet mülküne el koymaya çalışıyor. Hayatta tutma çabalarına rağmen kapatılıyor. Sonra Büyükada Rum Yetimhanesi’nin sahiplerine iadesini sağlayan AİHM kararı (2010) sonrasında tekrar sahiplerine iade ediliyor. O tarihten bugünlere şehrin kamusal hayatını zenginleştiren bir mekan olarak bienallere, sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor.
Bu hafıza mekanları tıpkı kediler gibi dokuz canlı
Bu eğitim kurumları geçmişte hiç şüphesiz disiplin mekanlarıydı. Bugün kapanmış olsalar da, hitap ettikleri topluluklar şehirden silinmiş gibi gözükse de hala hafızalarındaki izleri koruyorlar, hem de kendilerini güncelleyerek. Bir bakıma tıpkı kediler gibi. Uzuvlarını, öğrencilerini, sosyal işlevlerini, inşa süreçlerinde yer aldıkları topluluklarını kaybetseler de… Hatta siyasal nedenlerle derin travmalar yaşasalar da hala hafızalarındaki izleri koruyorlar. Öğrenmeye ve öğretmeye açık yapılar olarak yaşıyorlar. Hiç şüphesiz bütün bu tarihi mekanlar hafızalarıyla dokuz canlı. Ama bunlardan daha iyi örnek mi olur?
Sonra evime dönüp tekrar düşündüm. Tohmé sanatçılara yaptığı açık çağrıda da Bienal’in odaklandığı temaların çerçevesini nasıl çiziyordu?
“Üç Ayaklı Kedi” ise hem geçmişin travmatik izlerini taşır, ama bu binlerce yıllık ruhundan taviz vermez. Sanki uzvunu kaybetmemiş gibi sokaklardan süzülür. İlgisini, merakını ve dikkatini korur. Sanki hiç şey olmamış gibi. Bu mekanlar da tıpkı kedinin dokuz canlı olması gibi.
“Üç Ayaklı Kedi” metaforu bilmiyorum, başka nasıl okunabilir?
İlginizi Çekebilir