MENU
  • ÇEVİRİ
  • YORUM
  • YARGI KRİZİ
  • PİYASALAR
  • GÜNDEM
  • DÜNYA
  • EDİTÖRDEN
  • SPOR
  • KÖŞE YAZILARI
  • DOSYA>Seçimin Ardından
  • GENEL
  • KİTAP
  • DOSYA>Avrupa'nın Seçimi
  • DOSYA>Emekliler
  • YAZARLAR
  • FOTO GALERİ
  • WEB TV
  • ASTROLOJİ
  • RÜYA TABİRLERİ
  • HABER ARŞİVİ
  • YOL TRAFIK DURUMU
  • RÖPORTAJLAR
  • Künye
  • Gizlilik Politikası
  • E-Bülten
Yeni Arayış
Yeni Arayış
Yeni Arayış
  • ANA SAYFA
  • KÖŞE & YORUM YAZILARI
  • GÜNDEM
  • KATEGORİLER
    • SİYASET
    • EKONOMİ
    • DIŞ POLİTİKA
    • KÜLTÜR SANAT
    • HUKUK
    • TEKNOLOJİ
    • PSİKOLOJİ
    • FELSEFE
    • KENT
    • EDEBİYAT
    • SAĞLIK
    • ASTROLOJİ
    • GEZİ
    • SÖYLEŞİ
    • EKOLOJİ
    • MEDYA
    • EĞİTİM
  • KÜNYE & İLETİŞİM
Kapat
estheteclinic haber üstü reklam

Üniversitelerin gelişimini engelleyen akademisyen-i resmiye anlayışı

Ana SayfaEği̇ti̇mÜniversitelerin gelişimini engelleyen akademisyen-i resmiye anlayışı
Üniversitelerin gelişimini engelleyen akademisyen-i resmiye anlayışı

Üniversiteleri canlandırmak için, üreten akademisyenlere Akademik Teşvik vasıtasıyla 5-10 bin lira verilen mükâfat vermek yetmez, üretmeyen sadece üniversite öğretmenliği yapan akademisyenlere çeşitli şekillerde mücazat verilmesi şarttır. Mesela bunlardan birisi, gerçek akademik çalışma yapmayan akademisyenlerin hak etmedikleri üniversite ödeneği kesilmelidir.

12 Şubat, 2025, Çarşamba 08:47
  • yazdıryorum yazfont küçültfont büyüt
Ali Arslan
Ali Arslan

Türkiye’de artık Yükseköğretimin bir bütün olarak ele alınması ve akademisyenlerle ilgili hassas düzenlemeler yapılması şarttır. Zira tembellik yapan, üretmeyen ve akademisyenlik vasfını kaybeden öğretim üyeleri üniversitelerin en zararlı unsuru haline gelmiştir. Büyük bir akademisyen-i resmiye yani akademik vasfı yetersiz ama akademisyen unvanına sahip bir sınıf oluşmuştur.

İlim ve fikrin ancak hür bir ortamda neşv ü nema bulacağı yani oluşup, büyüyüp, gelişmesi tartışmasız bir gerçek olduğunu izaha bile gerek yoktur. Diğerlerine fark atan ülkelerin ilmî çalışmalara, ilmî kurumlara ve ilim adamlarına ihtimam ve özgür bir şekilde çalışma ortamı sağlayanlar olduğu tarihî bir vakıadır. İster doğuda ve ister batıda gerçek ilim ve fikir adamları ile yöneticilerin pek anlaşamadıkları tarihî olarak ta sabittir. Genellikle yöneticiler ilim adamlarını çeşitli vasıtalarla kontrol altına almak istemiş onlara memuriyet, makam veya hediyeler vermiştir. Hak edenlerin mükâfatlandırılması zararsız olsa da ilim adamlarının emir alır vaziyete sorulması diğer bir ifade ile memurlaştırılması ciddi problemlere sebep olmuştur.

Büyük Selçuklu Devleti sırasında ilkokul üzerindeki orta, lise ve yüksek eğitim-öğretim kademelerinin medrese sisteminin kurumsal bir yapı içinde örgütlenmesi döneminde, müderrislerin yöneticilerden maaş alması yerine vakıflardan ücretlerinin ödenmesi sistemi kurulmuştu. Bu sistemin devam ettiği Osmanlı ilk döneminden itibaren padişahtan sonra en yüksek iki makam veziriazamlık ve şeyhülislamlıktı. Fatih Sultan Mehmet’in kanunnamesiyle veziriazam ile şeyhülislamın statüleri net bir şekilde ortaya konulmuş, veziriazamlar bütün vezir ve ümeranın başı, şeyhülislamın ise ulemanın reisi olduğu belirtilmişti. Hukuki ve dinî meselelerin çözümünde son sözü söylediği için şeyhülislam sadrazamdan daha üstün konuma gelmişti. Hatta bu konumdan dolayı teşrifat kurallarına göre Şeyhülislam Sadrazamın konağına gitmezdi. Osmanlı klasik döneminde eğitim sistemi demek olan medreselerinin orta ve yüksek kısmının müderrislerinin atanmasını doğrudan tespit eden ve diğerlerinde ise etkili olan şeyhülislam eğitim kurumlarının başı konumumdaydı. Belki de bundan dolayı ilmin ve ilim adamının her makamdan üstün olduğu bir söylemi yerleşmiş ve rütbetü’l-ilmi ale’r-rüteb, yani rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir, cümlesi kültür hayatımızda yerini almıştır.  

Maddi olarak hükümete bağımlı olmadığı halde, müderrislerin ilim yapma ve fikir üretme vasıflarını kaybetmesinin birinci derecede katkısıyla Osmanlı medreseleri çökmüş, bu klasik anlayış ortadan kalkmış, 16. yüzyıldan itibaren ulema duâgû yani duacılık yapmaya başlamış, bu yöneticilere yağcılık olarak ta görülerek, ulemanın itibarı iyice zedelenmişti. Müderrislerin ilimden uzaklaşmasın da katkısıyla, II. Mahmut’un ulemanın reisi olan Şeyhülislam’ın seviyesini düşürerek, Sadrazamın başkanlığındaki hükümette bir üye statüsüne indirmişti. Bununla da yetinmeyen II. Mahmut, medreselerin masraflarını müderrislerin maaşlarını hükümetten bağımsız olarak ödeyen vakıfların bu özelliğine son vermişti. 16. asrın sonlarından itibaren başlayan vakıfların gelirlerine müdahaleye yeni bir boyut eklenmiş, müderrislerin maaşları hükümetin kontrolüne girmişti.

Avrupaî tarzda üniversitenin henüz kurulmadığı, klasik Osmanlı Medreselerinin varlığının tartışıldığı bir sırada, kendisi de ulema kökenli olan ve Maarif Nazırlığı görevinde de bulunan Ahmet Cevdet Paşa’nın ulema hakkındaki değerlendirmesi çok dikkat çekicidir. Cevdet Paşa; ulemanın teknik ve fen bilimlerine uzak durmalarının bir “utanç” olduğunu, ilmiye sınıfının sahip oldukları statüleri hak etmediklerini, bulundukları makamları kullanarak haksız menfaat temin eden ilmiye mensuplarının “göstermelik âlimler” olduklarını, bundan dolayı da bu şahısların “ulemâ-yı resmiye” sıfatına haiz bulunduklarını belirtmişti. İlmiye mensuplarını üç gruba ayıran Cevdet Paşa’ya göre; “birincilerde âlim denecek yok, ikincilerin işi ilâm yazmaktan ibaret. Üçüncü sınıftakiler ise kîlükal (dedikodu) ile … vakit öldürmekte”ydiler. Daha açık bir ifade ile Osmanlı Devleti’ndeki ilmiye mensupları sadece resmi unvan ve makama sahip olup akademisyen vasfına haiz değillerdi.

İlim adamlarının görev yapacağı Avrupaî tarzdaki Darülfünun açılmasına, Tanzimat Döneminde, 1845 yılında karar verilmiş, 1870 ve 1874 yıllarındaki teşebbüsler devamlı olmamış ve daimi olarak ancak 1 Eylül 1900’de açılmıştı. Ancak öğretim üyelerine hür bir ortam verilmemiş ders esnasında bile mubassır denilen bir gözlemci hazır bulundurulmuştu. II. Meşrutiyet döneminde Darülfünun'da özerk yönetim anlayışına geçilirken öğretim üyelerine özgür bir ortam verilmeye başlanmıştı.  II. Meşrutiyet döneminde Duâgûluk maaşları da 25 Mart 1911’de kaldırılmıştı. II. Meşrutiyet döneminde bir neticesi olarak 1919'da, ilk defa Darülfünun’a ilmî özerklik verilmesiyle birlikte akademisyenlere gerçek bir çalışma ortamı verilmişti. Cumhuriyet döneminde, 1924 yılında Darülfünun’un ilmî ve idarî özerkliğini kanunlaştırdığı gibi katma bütçeli kurum haline getirilerek malî özerklik te verilmişti. 1933-1946 arasında üniversitenin bu özerk yapısı bitirilmiş ve akademisyenler büyük ölçüde memurlaştırılmıştı. 1946'da çok partili hayata geçilirken, özellikle Prof. Sıddık Sami Onar'ın gayretleriyle, üniversitelerde yeniden özerk üniversite yönetime geçişi sağlayan Üniversiteler Kanunu yürürlüğe girmişti. Akademisyenlerin özerk bir yapılı üniversitelerde çalışması 12 Eylül 1980 darbesine kadar sürmüştü. Devletten maaş alan muhtarları bile tayin etme anlayışında olan Kenan Evren liderliğindeki MGK’sinin kabul ettiği Yükseköğretim Kanunu ile üniversitelerde özerk yapıya son verilerek, üniversitelerin bağlı olduğu YÖK’e özerklik verilmişti. Buna rağmen 12 Eylül darbe yönetim de memurluk ile akademisyenliğin farklı olduğunu kabul etmişti.

Devlet üniversitelerinde hür bir ortamda ihtiyaç duyan akademisyenlere, 12 Eylül Darbecileri tarafından yapılan anayasa ve kanunlarla da yönetime karşı bir imtiyaz verilmişti. Şunu belirtmek gerekir ki, akademisyenlerin çalışmasını engelleyecek iki temel engel olabilir. Bunlardan birisi yöneticiler tarafından memurlaştırılması diğeri ise akademisyenlerin kendilerini memurlaştırılmasıdır.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de en fazla karıştırılan öğretim üyeliği ile memurluktur. Memurlar, kanunlar çerçevesinde bir üstünden emir alma statüsünde iken akademisyenlerin statüsü farklıdır. Bundan dolayı devlet üniversitelerindeki öğretim üyeleri genel hükümlerde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'na tabi olmakla beraber üstlerinden emir alma konumunda değildir. Akademisyenlere bu hakkın verilmesi çalışmalarıyla ilimin gelişmesine katkı sağlaması, özgürce ders vererek öğrenci yetiştirmesi ve ülkenin gelişimi için ilmin yaygınlaştırılmasında bir engelle karşılaşmamasına matuftur. Bunun için Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na “öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi” garanti altına almış ve akademisyenlerin diğer memurlardan ayrı olan bu statünün ayrı bir kanunla düzenlenmesini emretmiştir (Madde 130).  Bu maddeye göre öğretim üyeleriyle ilgili özel hükümler 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ele düzenlenmiştir

Devlet üniversitelerinde hür bir ortamda ihtiyaç duyan akademisyenlere, 12 Eylül Darbecileri tarafından yapılan anayasa ve kanunlarla da yönetime karşı bir imtiyaz verilmişti. Şunu belirtmek gerekir ki, akademisyenlerin çalışmasını engelleyecek iki temel engel olabilir. Bunlardan birisi yöneticiler tarafından memurlaştırılması diğeri ise akademisyenlerin kendilerini memurlaştırılmasıdır. Bazı problemler olsa bile, yönetimin akademisyenlerin memurlaştırılmasının önünde bazı kanuni engeller mevcuttur. Ancak akademisyenlerin, bilhassa daimi kadroya geçen ve 67 yaşına kadar iş güvencesine kavuşun doçent ve profesörlerin, kendi kendilerini memurlaştırmasının önünde neredeyse hiçbir engel yoktur. Akademik bir çalışma için verilen bu imtiyazın tersine kullanılması ise üniversiteler için büyük kayıplara neden olmaktadır. Gerçekten de Cevdet Paşa’dan mülhem olarak akademisyen-i resmiye olarak adlandırabileceğimiz bu vasıftaki öğretim üyeleri uzun süredir üniversitelerin gelişmesini engelleyen en önemli unsurdur.

Öğrenciliğimin lisans döneminde, merhum babam İstanbul’a geldiğinde, Hatay tarihine özel ilgisi olan MEB İslam Ansiklopedisi Müdürü Vahid Çabuk ile yaptıkları bir sohbet sırasında, Merhum Vahid Çabuk, çiftlik işlerinden iyi anlayan babama “bu yıl mahsul nasıl?” diye sormuştu. Babamın “bu yıl tütünleri dinlendiren mahvetti” cevabına şaşırmış ve “dinlendiren nedir?” diye sormuştu. “Tütün, domates ve sairenin köklerine yapışarak yaşayan, görünüşü güzel, ancak yapıştığı bitkiyi, ne öldüren ne büyüten bizim tabirimizle tütünleri dinlendiren(parazit bir bitki/canavarotu) bir bitkidir” cevabını alan Vahit Çabuk, kahkahalarla gülmüş, piposunu kenara bırakarak, masasının üzerinde 13 yıldır beklemekten kapağı solan Doktora tezini eline alarak, mealen “üniversitedeki ‘dinlendirenler’ bana da yapıyorlar, tezimin jürinin önünü gitmesine müsaade etmiyorlar, üniversitedeki dinlendirenler daha tehlikeli, geleceğimizin köküne yapışmışlar” demişti.

Hakikaten ilmi çalışma ve fikir üzerinde büyüyebilen üniversitelere “canavarotu/dinlendiren” gibi yapışın, akademik üretim yapma yerine üniversitelerden beslenerek onların büyümesini engelleyen, tabiri caizse üniversitenin beynini yiyen akademisyen-i resmiyenin oranı oldukça fazladır. Şöyle ki; Üniversitede işgal ettiği yerle eser sayısının mütenasip olmamasına rağmen, biz artık tarihi eser olduk, diye mahirane övünenler; Yüksek lisans tezini doktorasına katan, bundan da ayrı bir kitap çıkaran, şeklen editörlüklerle yayınlarını köpürtenler; Akademik hayatının verimli dönemlerini ciddi ilimi tetkikler yerine üniversite dışında ansiklopedi maddelerini yazmakla harcayanlar; Yüzlerce popüler yazısı olduğu halde akademik yayını yetersiz olanlar; İlmi telif için kalemi eline almayan, tuşları dokunmayanlar; Tercüme, transkript, doldur-boşalt, aktarmayı akademik çalışma zan edenler; saçları ağarsa da hiçbir özgün bir kavram veya fikri olmayanlar; Odalarında muhabbet, dedi-kodu, kulis yapmaktan ilime vakit bulamayanlar; Ücret karşılığında dersi üzerine yazdırmak için gösterdiği gayretini öğrenciye zırnık göstermenler; Kendi bölümünde ders vermezken başka mekânlarda hocalık yapanlar; Ufak bir yöneticilik için idarecilerin peşinden ayrılmayanlar; Öğrencilerin tabiriyle “yamularak” yani eğilerek elde ettikleri yöneticilikle kendilerinin toplam yayından fazla kitabı olanlara ders vermeyenler; Telif yapmadan veya laboratuvarlara girmeden üniversite öğretmenliği ile hayatını geçirenler; Örgün öğretimin en önemli göstergesi olan öğrencilerle iyi diyaloğu, akademik eksiklikleri dolayısıyla kuramadığı için aşağıladığı talebeleri tarafından unvanlarının önüne narsist, psikopat, mani, hafif şizofren gibi sıfatlar eklenenlerin bol olduğu üniversitelerin gelişmesi mümkün değildir. Üniversitenin çökmesi kendilerinin de aleyhine olacağı için akademisyen-i resmiye üniversitelere yapışıp Yayladağlıların tabiriyle onları “dinlendirmekte” yani ne öldürmekte ne de gelişmesine müsaade etmektedirler.

SONUÇ

Türkiye’de artık Yükseköğretimin bir bütün olarak ele alınması ve akademisyenlerle ilgili hassas düzenlemeler yapılması şarttır. Zira tembellik yapan, üretmeyen ve akademisyenlik vasfını kaybeden öğretim üyeleri üniversitelerin en zararlı unsuru haline gelmiştir. Büyük bir akademisyen-i resmiye yani akademik vasfı yetersiz ama akademisyen unvanına sahip bir sınıf oluşmuştur. Bu üniversitelerin gelişmemesi ve gerilemesinin en büyük sebeplerinden birisi olup hatta yakında çöküşlerinin de en etkin nedeni olacaktır.

Üniversiteleri canlandırmak için, üreten akademisyenlere Akademik Teşvik vasıtasıyla 5-10 bin lira verilen mükâfat vermek yetmez, üretmeyen sadece üniversite öğretmenliği yapan akademisyenlere çeşitli şekillerde mücazat verilmesi şarttır. Mesela bunlardan birisi, gerçek akademik çalışma yapmayan akademisyenlerin hak etmedikleri üniversite ödeneği kesilmelidir. Üniversitede sadece ders veren akademisyenlere ise öğretmenlik maaşı kadar ödeme yapılmalıdır. Unvana, makama göre ücret değil üretime göre ücret verilmelidir. Üniversitelerin gelişimi için, üreten gerçek akademisyenler üniversite ödeneği ve saire ile başarısı oranında mükâfatlandırılmalıdır.

Kısacası ile ilme dayanmayan, yeterli ilim sahibi olmayan, ilimden bir şekilde uzaklaşan akademisyenlerin ne üniversitelere ve ne de ülkeye pek faydası olmaz.

Yazarlar sayfasını izyeret ettiniz mi?
AkademiYÖK

Yorumlar

yorum avatar

İnsanlar rahatsız olabilirler ama malesef söyledikleriniz yaşanıyor. Bunu düzeltmek için çok yeni şeyler söylemek ve son derece zeki yöntemler ve ölçme sistemleri kurmak gerekir. Ancak üniversiteler bu haliyle, üretkenliğe örnek olabilen, sistem tanımlayan ve gelitiren, toplumu yuları çekebilen ışık ve ümit veren durumda değil. Akademik kadronun bu kadar geniş konfor alanı tanımlaması doğru değil. Bu konu tübitak desteği veya imkansızlıklarla ilgili değil. Şirketler veya farklı kurum ve kuruluşlarla hatta uluslararsı projelerle ön açmak mümkün, çaresislik diplomasisi yapmamak gerekir. Çok çalımak ülkesi için iyi şeyler yapmak istemek çok önrmli.

ahmet koyun

16-02-2025 16:16

yorum avatar

Akademisyen hak ettiği maaşı almıyor ki geliştirme ödeneğini de kesin… bir kere akademisyen araştırma yapmak için Tübitaka başvuruyor red geliyor, kaynak yok.. Bu durumda akademisyenlere yüklenmek ne kadar mantıklı? Önce akademisyene hak ettiği maaş ve özlük hakları verilsin, projelerine bütçe, yüksek lisans, doktora öğrencilerine hallettikleri burs verilsin, akademisyen zaten kendini geliştirir ve bilim yapar.

Ayşe

13-02-2025 21:32

yorum avatar

Doktor öğretim üyesi 71K 72K para alıyor. Teknik öğretmen 67-68k alıyor, öğretmenler full ders ucreti alarak maaşları 80K ları buluyor. Kalkmış ödenek almasınlar diyor. Bazı akademisyenler öğretmenlerden bile az para alıyorlar. Yeni baslayan öğretmenler 45-46 lira alıyor hizmetlilerde aynı parayı alıyorlar. Herkes ahkam kesmesini iyi biliyor. Çoban maaşlari olmuş 180k 2 profosor maaşı

Oğuzhan

13-02-2025 20:46

yorum avatar

Tesbitlerinize katılıyorum

Jale Yanık

13-02-2025 20:06

yorum avatar

Türkiye'nin sürekli kanayan yarasını vurgulamışsınız. Olağanüstü kişisel çıkarlara dayalı akademik yükseltmeler oldukça bu yara kangren olmaya mahkum.

Prof. Dr. Diler Aslan

13-02-2025 13:21

yorum avatar

Öncelikle tebrik ediyorum sayın Hocam, sorunların bazılarını çok güzel özetlemişsiniz. Öncelikle Akademisyen kelimesi üzerinde durmak lazım “Akademisyen” sıfatı bana o kişinin okula gittiğini, öğrenim gördüğünü söylüyor. Ama bu, o kişinin gerçekten önemli herhangi bir bilgi edindiği anlamına gelmediğini ifade etmiş George Lichtenberg "Aslında olması gereken, akademisyenlerin içinde bulundukları toplumun sorunlarına işaret etmeleri ve o toplumu sağlamlaştıracak çalışmalarda bulunmaları. Fakat, çoğu Batılı akademisyen, entelektüel kapasitelerini kimsenin sormadığı soruları kimsenin okumadığı sayfalarda cevaplamakla meşgul olduğunu belirtmiş Daniel Lattier . Şimdi sormak lazım bizim akademisyenlerimiz ne için uğraşıyor durum çok mu farklı.Hasbel kader bir kanada Vancouverde bulundum . Kanada hükumeti teknik alanda yayınlanan her makaleyi ülkedeki ileri teknoloji üretenlerin temsilcilerinin olduğu bir kuruldan geçirerek yayınlanmasımasına müsaade ediyor, yani ülke dışındaki rakip firmaların işine yarayabilecek bilgiler içeren makalelerin yayınlanmasına izin verilmiyor. Şimdi başarılı olan teoride mükemmel olan akademisyenlerimizin yayınları kimin işine yarıyor kime hizmet ediyor. Bir de bu açıdan bakalım. Her türlü külfetini bizim üslendiğimiz yayınlar hem de kaliteli dergilerde yayınlanmış kaliteli makaleler kimin sorununu çözüyor.Aslında mesele üzerinde kafa yorulması gereken oldukça derin bir mesele gündeme getirdiğiniz için teşekkürler.

Prof.Dr.Hamza Kemal AKYILDIZ

13-02-2025 11:50

yorum avatar

Hepsi güzel de bunu kim yapacak bu hale getirenler mi işbaşında olup kaymak yiyenler mi bir de alıcısı olmazsa ilim ne işe yarar popüler siyasetin egemen olduğu yerde

Akif Erdoğru

13-02-2025 08:56

yorum avatar

2547 sayılı yükseköğretim kanununun 33.maddesi değiştirilmeli. Araştırma görevlisi en fazla 3 yıllığina atanıp görevi kendiliğinden sona etmemeli.. araştırma görevlisi sözleşmeli çalıştırılmamalı..sonra bölüm başkan yardımcısı firavun oluyor ve araştırma görevlisini sözleşme yenilememekle tehdit ediyor ve kendisine kul köle olmasını istiyor..böyle kukla gibi yetişen akademisyenlerden birşey olmaz.....

Mücahit GÖKMEN

12-02-2025 23:33

yorum avatar

Tebrik ederim. Tespitlerinize içtenlikle katılıyorum. Ülkemiz akademik hayatında önemli hastalıklardan biri de içten beslenmedir. Lisans eğitimini bitirdiği üniversiteden profesör olarak emekli olan bir yapıda bilim ve yenilik olamaz. Katolik nikahı gibi üniversitesinde bir ömür geçiren akademisyeni koruyan ve kolluyan bir ekosistemden söz etmek istiyorum. Akademik dünya genel anlamda ülkemizde toplumdan, sanayiden ve sahadan kopuk öncelikli olarak unvan peşindedir. Profesör ünvanı almak dr ünvanı almaktan daha kolay ve daha rutindir. Birbirlerinin isimlerini sırayla yazarak akademik cv zenginleştirme artık olağan görülmektedir. Performans ölçütlü ve hesap verebilirlilik ilkesiyle akademik yapı yeniden şekillenmelidir. Teşekkür ederim

Prof.Dr. Yaşar Akça

12-02-2025 21:25

Yorum Yazın

e-bülten sağ blok
Ali Arslan
    Ali Arslan

    Bizi Takip Edin
    Facebook
    X (Twitter)
    Instagram
    Linkedin
    Mastodon
    Bluesky
    Köşe Yazarları
    Murat Aksoy
    Murat Aksoy Şirin: Bu kitabı alamayacak babalara ücretsiz ulaştırmak istiyorum
    Bahattin Yücel
    Bahattin Yücel İsrail-İran ve Ortadoğu
    Burak Can Çelik
    Burak Can Çelik İsrail-İran geriliminde yeni perde: Son gelişmeler ve bölgesel yansımalar
    Tunay Şendal
    Tunay Şendal İsrail-İran Savaşı’nın dinamikleri ve Türkiye
    Mehmet Hasgüler
    Mehmet Hasgüler Bir AİHM kararı: Kara haber mi müjde mi?
    Gülseren Aydın
    Gülseren Aydın Meltem Arıkan oyunlarına feminist bakış
    Ali Kılıç
    Ali Kılıç BOP tıkır tıkır işliyor: Sessiz kartlar, derin hesaplar
    Hakan Şahin
    Hakan Şahin İsrail’in İran Saldırısı Türkiye’ye Neler Söylüyor?
    Korhan Gümüş
    Korhan Gümüş Yetimhane dünyanın en ilginç mimari koruma projelerinden biri olabilir
    Turgay Bozoğlu
    Turgay Bozoğlu Nükleer gölge ve ekonomik fırtına: Yeni bir krize hazır mıyız?
    Çağatay Arslan
    Çağatay Arslan Bir dostu ölü götürmek
    Bahar Akpınar
    Bahar Akpınar Penelope’nin örgüsünden bugünün kadınlarına: Oyalanmanın, hatırlamanın ve direnmenin ritmi
    Bekir Ağırsoy
    Bekir Ağırsoy 1988-89 En Güzel Futbol Sezonu(muz) (2): Başka türlü bir şey
    Hakan Tahmaz
    Hakan Tahmaz Ferdi Zeyrek’in cenaze töreninin çoklu anlamı 
    Burcu Ağca Karakaya
    Burcu Ağca Karakaya Kopya çekmedim, sadece kendi algoritmamı kullandım!
    Buse Ayazma
    Buse Ayazma Duygusal zekalarımız savaşsın isterdim ama…
    Betül Özdemir Güran
    Betül Özdemir Güran Ötekiyle aynı arasında nefes aralığı: Cehennemden aşka bir yolculuk
    Mesut Balcan
    Mesut Balcan Acının estetiği ve gerçekliği: Werther'den Müslüm Baba'ya uzanan çığlıklar ve acının ortak dili 
    SON GELİŞMELER
    İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
    İhraç edilen teğmenlerin avukatlardan açıklama
    Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
    Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yalova'da tersane işçileriyle bir araya geldi
    MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
    MSB kararını açıkladı: Teğmenler TSK'dan ihraç edildi
    DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
    DEM Parti İmralı Heyeti’nden Pervin Buldan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven’i cezaevinde ziyaret etti
    instagram gel gel
    tanpınar haber altı
    Yeni Arayış
    KünyeGizlilik PolitikasıE-BültenRSSSitemapSitene EkleArşiv
    SOSYAL MEDYA BAĞLANTILARI
    FACEBOOKTWITTERINSTAGRAMLINKEDIN

    Yeni Arayış | Onemsoft Haber Yazılımı